Türkiye’de devlet-doğa rabıtasında karşımıza çıkan olgu, emekçilerin ve doğa haklarının yerine, neoliberal politikaların ve çıkar-rant odaklarının yerleştirildiği, iktidar sistemini destekleyen ve pekiştiren bir yerel yönetim pratiğinin hâkim olduğudur...
12 Eylül 2019 10:00
Ülkede 31 Mart yerel seçimleri yeni bir hava yarattı. Birçok il ve ilçede mevcut hükümet partisinin ve kayyımların yerel yönetimleri kaybetmesi, kitlelere başka türlü bir yerel yönetim ve siyasal imkânın açılabileceğini hissettirdi. Üstelik, yerel yönetimlere aday muhalefet partilerin programları da bu başka türlü siyaset hissini pekiştiriyordu. Sosyal yardım programlarından kooperatifçilik desteklemelerine, dezavantajlı kesimleri koruma odaklı açılımlardan çevreye duyarlı politikalara, yeni bir yerel yönetim hissiyatı seçim programlarına işlemiş gibiydi. Bu hissiyatın nasıl ve ne kadar hayata geçeceğine şimdiden karar vermek zor. Ülkenin çeşitli yerlerinde seçim vaatlerini yerine getirmeye odaklanmış, demokratik, katılımcı, ekolojik ve/veya feminist pratiklerin yerel yönetim düzeyinde uygulanmaya başladığını gözlemliyoruz. Öte yandan, kayyım yoluyla çevrelenen kimi yerel yönetimler, başka türlü siyaseti icra etmenin yolunu kapatan müdahaleler olarak karşımızda duruyor.
Bu mevcut hâl ve gidişata, birtakım iyi yerel yönetim pratikleri ekseninde bakmak ve değerlendirmek mümkün. Ancak biz burada, yerel yönetimlerin toplumsallaşması ekseninde demokratik ve ekolojik bir yaklaşım geliştirmeyi istiyoruz. İyi pratikler, birtakım korumacı, düzenlemeci ve yönetişim eksenindeki uygulamalar, verili iyi hizmet sunan yerel yönetim mantığına dayanıyor. Buna göre, yerel yönetim olgusu bir seçilmişler ekibinin vadettiği program ekseninde, istişare süreçlerini işleterek veya işletmeyerek, bu programı uyguladığı, sorumlu olduğu kamu için hizmet üreten bir yapıya sahip. 12 Eylül darbesi ile açılan toplumun hızla çözülme, yapabilme gücünü kaybetme süreci, AKP’nin neoliberal düzeninde bambaşka bir boyut aldı. Toplumsal güçlerin kendilerini örgütleme ve kendini yönetme kapasitesi ciddi anlamda zayıfladı. AKP’nin çevre, enerji, tarım ve yatırım politikalarına karşı örgütlenen güçler ise kendini yönetebilme kapasitesi ve stratejisinden ziyade mevcut müdahaleye ve tahribata karşı çoğunlukla tepkisel, korumacı bir pozisyonda kalabildi. Bu durum, sürekli tüketen bir kentli kitle üretti. Toplumsal zenginliğin kaynağı olan doğa ve emeğin kentsel mekânda üretim ve yeniden üretimini gündelik pratiklerin içinde dert etmeyen bir “kentlilik bilinci” ekseninde örülü, belli cemiyet kamplarının ihtiyaçlarına uygun hizmet üreten belediyecilik iflas etti. Değişim değeri üreterek büyüyen kentleri yeniden üreten bu belediyecilik, borç ekonomisinin ana motoru işlevini sürdürdükten sonra, işlemez bir sistem hâline geldi. Bu işlemez sistemi üretenleri de devre dışına bırakan bir temsil süreci işledi. İşte, böyle bir noktadayız.
Bu tespit üzerinden, mevcut yerel yönetim rüzgârına da işaret ederek, başka bir stratejiyi düşünme ve konuşma imkânı açıldı. Bizim açımızdan yerel yönetim olgusu, halkın örgütlenme kapasitesi, yapabilme gücü, yönetebilme gücünü pekiştirme süreçlerini ifade ediyor. Dolayısıyla, yerel yönetimlerin aşağıdan yukarıya yönetileceği bir yaklaşım yerleştirmeyi, belediyeleri de halkın programını uygulayacak mekanizmalar olarak tarif ederek yapabilir kılmayı odağımıza koymayı öneriyoruz.
Kentsel hizmetlerin değişim değeri odağından kullanım değeri odağına taşınması acil bir ihtiyaç olarak belirdi. Kentlerin Bütünşehir Yasası çerçevesinde yeniden organizasyonu, gıda, sağlık, çevre, tarım gibi temel sorun alanlarında büyükşehirlere önemli görevler yükledi. Bu görevlerin yerine getirilmesi mevcut temsil biçimlerinde ısrar edilerek çözülemez biçimlere kavuştu. Bu nedenle de temsil ve katılım araçlarının doğrudan demokrasi pratikleri olarak kurgulanması şart. Bu hedefe giderken mevcut yasal araçları etkinleştirmek de mümkün.
Meseleyi biraz derinleştirmek adına, yerel yönetimlerin halk açısından nasıl işlevlendirilebileceğini kısaca aktaralım. Yerel yönetimler mevzuatına göre, nüfusu 50 binin üzerinde olan belediyelerin politika üretme ve uygulama süreçleri stratejik planlamaya tabi. Başka bir ifadeyle, belediye yönetimleri, beş yıllık dönemde kullanacakları bütçeyi belli bir plan ve program dâhilinde kullanmak zorunda. Bu planlama süreci aynı zamanda yurttaşların bütçe hakkını kullanmalarını mümkün kılan ve kurucu iradelerini ortaya çıkarabilecekleri de bir süreç. Burada, planlamadan anlamamız gereken şey esas olarak yerel yönetim bütçesinin nasıl kullanılacağı, bütçenin hangi faaliyetlere yönlendirileceği, bütçenin kimin ihtiyaçları için kullanılacağı ve bu planlamanın belli bir program dâhilinde yıllık olarak izleme ve takibinin nasıl yapılacağı olduğunu belirtmek isteriz. Geleneksel anlamda hizmet belediyeciliğinden yurttaş belediyeciliğine geçişte kentin ortak zenginliğinin nasıl yönetileceği, bu anlamda da bütçenin nasıl kullanılacağının belirlenmesi kritik bir öneme sahip. Mahalle meclisleri, komiteler, danışma kurulları, yerel yönetim birimleri bu süreçte plan içerisine alınıyor. Bütçe de, bu kurumsallaşma üzerinden, ne türden politikalar uygulanacağına göre şekilleniyor.
Bizim önerdiğimiz yaklaşımda, “bütçe hakkı” olgusu esasında toplumsal emeği ifade ediyor. Bütçe, doğa ve emeğin ortak zenginliği olan artı değerin nasıl kullanılacağı meselesi. Bütçe, canlıların ortak çıkarlarına göre, emekçi kitlelerin ve örgütlenmelerinin belirlediği şekilde de kullanılabilir; halkın dışlandığı, sömürü ve rant ilişkilerinin önünü açan ve destekleyen şekilde de. Esas olarak bugün Türkiye’de devlet-doğa rabıtasında karşımıza çıkan olgu, emekçilerin ve doğa haklarının yerine, neoliberal politikaların ve çıkar-rant odaklarının yerleştirildiği, iktidar sistemini destekleyen ve pekiştiren bir yerel yönetim pratiğinin hâkim olduğudur. Kırsal alanda bu politikaların enerji-maden-yatırım-inşaat projelerine odaklı, bu proje sahibi sermaye gruplarını desteklediğini gözlemliyoruz. Kentsel ölçekte de, yine ekolojik tahribata yol açan, kentsel dönüşümü rantçı bir zihniyetle düzenleyen, sermaye gruplarını, siyasî çıkar gruplarını, vakıflarını, derneklerini besleyen bir yerel yönetim bütçe politikasının oluştuğu görülüyor. Dolayısıyla, devletin mevcut pratiğinin ekolojik hakları ve aynı zamanda yurttaşlık haklarını da tahrip eden, sınırlayan; katılımcılığı ve kamusal faydayı değil, siyasî ve iktisadî rantı esas alan bir yaklaşım olduğunu belirlemek mümkün.
Bütçe hakkının kullanılması için, yurttaşların belediyelerden ne istediğini örgütlü güçleri aracılığyla sunması elzem. Taleplerini kurabilen, bu taleplerini izleyen ve buna uygun bütçe belirleyen örgütlü bir kentsel kamusallık hâli paternalist iktidar biçimlerinin panzehiridir. Belediyeleri, genel oy ve seçimle kazanılmış beş yıllık bir lütuf gören belediye seçilmişlerine bir program sunan, bu programın uygulanmasını bekleyen, gündelik ve kentsel taleplerini bütçeye bağlayan, aşağıdan yukarıya bir belediyecilik aynı zamanda halkın iktidarlaşmasının da yolunu açıyor.
Tam bu noktada, ekolojik haklar perspektifiyle yerel yönetimleri programlayabileceğimiz bir hat ortaya çıkıyor. Stratejik planlama süreçlerine katılım, yurttaşların bütçesini yönetme hakkının en başında yer alıyor. Ancak, bu sadece bir başlangıç. Belediyeler, mevcut temsil krizi ve borç batağından ancak yetkileri halk meclislerine doğru devreden fiilî bir doğrudan demokrasi mekanizmasıyla çıkabilir. Tasarruf, borç yönetme pratikleri kısmi çözümlerdir. Asıl çözüm, yerel yönetimleri halk meclisleri olarak çalıştırılabilir, halkın çıkarları ekseninde kamucu bir yaklaşımla programlanabilir kılmaktır. Yerel yönetimler altında kurulacak mahallî ve konu odaklı meclisler, halkın programının oluşturulması ve uygulanması için güçlü birer yerel yönetim mekanizması hâline gelebilir. Buralarda, yasal boyutuyla katılımcı bir yönetim biçimi inşa edilerek yönetim piramidi tersine çevrilebilir. Bu amaçla, toplumsal güçlerin kendi taban inisiyatiflerini örgütlemesi ve bu örgütlenme çerçevesinde kendi haklarını ve taleplerini ifade edecek programlar oluşturması elzem. Bu programın ekolojik hakları temel alması gerektiği açık. Doğa ve emek arasındaki ilişkiyi yeniden kuran; tarımı, gıdayı, çevreyi, mekânı bu ilişki ekseninde tarifleyen bu program, aynı zamanda doğrudan demokrasinin de temelini oluşturacaktır.