Murat Uyurkulak: “Söz”ün bu kadar pervasızca “suç” sayıldığı bir dönemi, en azından kendi ömrüm dahilinde görmedim. “Söz”e sahip çıkmamızın hayati önemde olduğu bir zaman bu
11 Şubat 2016 13:00
Murat Uyurkulak’ın uzun zamandır beklenen üçüncü romanı Merhume, 8 şubat itibariyle okura emanet. Uyurkulak ile Merhume, suç, hesaplaşmak, unutmak, iyilik ve kötülük üzerine konuştuk. Söz, Murat Uyurkulak'ta...
Merhume, Tol ve Har romanlarınızla uğradığı duraklar –yoksul mahalleler, meyhaneler, randevu evleri vs-, perdelenmiş intikam, parçalanmış hikâyelerin zamanla bütünleşmesi gibi belirli noktalarda benzerlik gösterirken, diğer romanlarda önemli bir yer kaplayan yol temasının bulunmaması gibi bazı noktalarda ayrışıyor. Bir yandan da, öykülerinizden gelen temalar, hikâyeler ve cümleler var. Siz, bir intikam, bir kıyamet ve bir cinayet romanı arasında nasıl bir üçleme izleği görüyorsunuz?
Aslında iki baş kahramanın ölümlerine kadar parça parça anlatılan hikâyeleri bir tür “yolculuk” gibi okunabilir. Nerelerde kırıldıkları, hangi noktalarda yara aldıkları, ölümün eşiğine nasıl cehennemi bir güzergâhtan geçerek vardıkları... Üç romanı kesen bir güzergâhtan da söz edilebilir belki. Mazlumluk, mahrumiyet, baskın ve zalim çoğunluğun karşısında hayatta kalma stratejileri, unutuş, hatırlama, direniş, yenilgi... Bunlar etrafında dönüp durdum sanırım hep. Hayatın bana öğrettiği buydu. Şöyle bir rahat nefes alıp yaşayamadığın bir hayat, her daim yaralayan, savuran, deşen, ürküten bir hayat. O hayatların sahiplerinden başkası ilgimi pek çekmedi.
Gerek Tol’da gerekse Har’da belirli bir dönemin ve faili malûm yaraların izini sürüyordunuz. Merhume ise, bildiğimiz kadarıyla en az on üç “askerî ihtilal” yaşamış, en az üç Gezi İsyanı görmüş, lüferin neslinin tükendiği, Göztepe ile Real Madrid’in Şampiyonlar Ligi finali oynadığı bir döneme taşıyor okuru. Burada zamanı geniş tutmanızın sebebi neydi? Romanın mesele edindiği sorunlardan mı kaynaklanıyor?
Düz bir çizgide anlatmak; tarihsel bilgiye, siyasi yargılara, geleneksel uğraklara mutlak bir sadakatle yazmak üzerimde felç edici bir tesir yaratıyor sanırım. Biraz da yazarken eğlenmek, haz duymak, özgürlüğün coşkusunu hissetmek derdindeyim. Tol’da naçizane “şahsi” bir tarih okumasının özgürleştiriciliğine yaslanmaya çalışmıştım. Har’da aynı sebeple belki fantastik diye nitelenebilecek bir zemin oluşturmak niyetim vardı. Merhume’de ise o özgürlüğü, dönemi, zamanı, tarihsel referansları belli oranda belirsizleştirmekte, muğlaklaştırmakta aradım galiba.
Merhume, bir bakıma, erkekliğin hastalıklarını, erkeklerin hayatı kendilerine ve herkese zindan etmelerini anlatıyor. Kitapta da yankısını bulan Edward Said alıntısından devam edelim: “Hesaplaşmak zalimin lüksüdür” ve sizin de erkeklikle yüzleştiğiniz öne sürülebilir, sanıyorum. 2014’te Said alıntısını yinelediğiniz “Lüks” başlıklı yazınızda da “Zalimler asla dürüst olmadılar, olmayacaklar” diyor ve zalimin yüzleşmeye ancak mecbur bırakılacağını söylüyordunuz. Dolayısıyla, şimdi bu romanın “dürüst” olduğunu söyleyebilir miyiz?
“Hesaplaşmak” geçici bir ferahlamanın ardından önceki konumuna geri dönme ihtimalini barındırıyor diye düşünüyorum. Belli bir anda sarsıldığını ve itirafa mecbur kaldığını bir süre sonra unutabiliyorsun, aynı yerden devam ediyorsun. Aslolan dönüşmek, gerçek bir dönüşüm yaşamak gibi geliyor bana. Said’in sözünden ilhamla devam edersek, İsrail’in tarihinde soruşturduğu, sorumlularını yargıladığı katliamlar oldu. Ama bu, Gazze’yi dört bir taraftan kuşatıp bombalarla dümdüz etmesine, çoluk çocuk demeden binlerce insanı katletmesine engel olmadı. Yani hesaplaşmak yetmez. İsraillilerle Filistinlilerin eşit yurttaşlar olarak bir arada yaşadığı, mültecilerin geri döndüğü bir ülkeye dönüşmek icap eder. İşte zalim o dönüşüme ancak “mecbur bırakılabilir”. Hiçbir zulüm mekanizması kendi rızasıyla gücünden feragat etmez. Merhume’nin dürüst olup olmadığına gelince, bilmiyorum. Bir romanın “dürüstlük” terazisine vurulup vurulamayacağından da emin değilim. Tek bildiğim, anlatırken kendi içimde mevcut olan arızalardan, arazlardan, çelişkilerden kaçmama gayretinde olduğum. Ne kadar yapabildim bilmiyorum.
Peki, bugün bu yüzleşmeye sizi “mecbur bırakan” neydi?
Bana ne kadar yalancı, korkak, sinsi, içten pazarlıklı olduğumu kuvvetle hissettiren şahsi hikâyeler. Ve o hikâyeler dahilinde canını yaktığım insanlar...
2011’de verdiğiniz bir söyleşide, Merhume’ye bir antikahraman olarak gireceğinizi, hatta ikinci bölümün isminin “Murat Uyurkulak Merhume’nin ikinci bölümünü yazıyor” olacağını söylemişsiniz. Romanda ikinci bölümü size benzetmeden edemediğimiz, “eski yazar, yeni ayyaş” Yusuf Sertoğlu yazıyor. Neden?
Hayat değiştikçe, Türkiye ve dünya değiştikçe, ben değiştikçe roman da değişti. Çok bölüm attım, hiç hesapta olmayan bazı bölümler ekledim. Murat Uyurkulak olarak romana dahil olma fikrinden çabuk vazgeçtim. Bunun metinde bir kuvvetten ziyade, zayıflığa yol açacağını düşündüm. Yusuf Sertoğlu ile benim aramda tabii ki benzerlikler var. Ama şu da var ki, ben onun anlattığı her şeyi yaşamış değilim. Yusuf Sertoğlu’nu daha genel bir erkeklik simgesi olarak kurmaya gayret ettim.
Roman, “Bir gün, öyle bir an geldi ki, kötü biri olmaya karar verdim” cümlesiyle başlıyor. Devamında ise “İyilik insanın fiyatını arttırmasından ibaret bir şey” tanımı geliyor. İyilik ve kötülük üzerine görüşlerinizi sormak istiyorum. Mesela, karar vererek iyi olabilir mi kişi?
İyilik ve kötülük gibi kavramları mevcut düzen dahilinde hakkıyla tartışıp bir yerlere oturtabileceğimizi sanmıyorum. Kapitalizmin hâkimiyetindeki bir dünyada, rekabetin, hırsın, bencilliğin, vahşi bir hayatta kalma savaşının pompalandığı bir dünyada kimse mutlak bir iyilik ve kötülük iddiasında bulunamaz. Günde on beş saat leş gibi bir atölyede çalışıp, tıklım tıklım toplu taşıma araçlarında bitik halde evine dönen bir insandan bekleyebileceğimiz iyiliğin düzeyi ne olabilir? İyi olma kararı ancak hayatın belli vaatler, umutlar, sevinçler sunabilmesi durumunda verilebilir. Yarının bugünden daha beter olacağını biliyorsanız, uyumadan önce “ben artık iyi olacağım” andı içmenizin bir anlamı yoktur. Sizi ne yapar eder, yine kötülüğe iterler. İyilikle kötülük arasındaki savaşın siyasi bir zemini olduğuna inanıyorum. İyilik ancak toplu bir başkaldırının, kitlesel bir direnişin insanlarda hasıl ettiği güven, dayanışma ve umut hissiyle mümkün olabilir. Örnek için 10 günlük Gezi komününe bakabilirsiniz.
Romandaki bazı kişileri, mekânları önceki yazdıklarınızdan tanıyoruz. “Zaten her şey, hep, her daim, fena halde tekrar” mı?
Bir yanıyla öyle, ama bir yanında da o vahim, sıkıcı, umutsuzlaştırıcı tekrarı kırma mücadelesi var.
Biz sizin de zaman zaman ipuçları vermenizden, Merhume’nin bir polisiye olacağını bekliyorduk. Fakat romanda polisiye hikâyenin fragmanlar arasında arkada bırakıldığını görüyoruz. Romanda geçtiği gibi “Burası cinnet diyarı. Tak bıçağı, çek tetiği, vur sopayı. Her şey iki saniyede olup biter. Ne plan ne program ne entrika ne de sabır var. Bizim katilimiz bile tembel” mi? Böyle bir diyarda polisiye farklı bir düzlemde mi işler?
Adına yakışır bir polisiye roman yazabilmek, o zekâya, o ustalığa sahip olabilmek isterdim. Merhume’de hayatları yıllar içinde cehenneme çevrilen ve “yavaş yavaş işlenen” bir cinayete kurban giden insanları anlatırken polisiyenin imkânlarını kullanmaya, polisiyenin hızlı, dinamik temposuna yaslanmaya çalıştım. Umarım becerebilmişimdir. Müzakere ve özeleştiri geleneğinin zayıf olduğu, hazla netameli ilişki kuran toplumlarda cinayetin bir patlama halinde tezahür etmesi söz konusu. İncelikten, zekâdan ve “mühendislikten” uzak bir katil portresi... Ama öte yandan katilleri sabırsız ve kabayken, polisiye edebiyatı güçlü bir diyar burası.
Peki, sizce suçun norm hâline geldiği toplumlarda “suç” romanı veya “suç”u merkeze alan bir roman neyi işler? Biz, sokağa çıkınca, bir bildiri imzalayınca, bir tweet atınca suçlu olabileceğimiz bir ülkedeyiz ya bugün, o zaman “suç” ne oluyor, “suçlu” kim oluyor? Dönüşüyor mu bunlar?
Bu ülkede “söz” her zaman tehlikeli sayıldı. Ama bu kadar pervasızca “suç” sayıldığı bir dönemi, en azından kendi ömrüm dahilinde görmedim. “Söz”e sahip çıkmamızın hayati önemde olduğu bir zaman bu. Neticede her şey sözle başlar, sözde biter. Cümlelerimizi tavizsiz ve korkusuz şekilde kurmaya devam etmemiz gerekir. Size “suç” isnat etmeleri bir anlam ifade etmez, siz kendinizi “suçlu” olarak görmeye başlarsanız, işte orada insanlık ve umut biter.
Merhume’nin öne çıkan özelliklerinden biri, karakterlerin toplumsal cinsiyet rollerinin sınırlarından azade bir şekilde cinselliklerini ve duygularını yaşamaları olarak gösterilebilir sanıyorum. Siz, “Kuş Yuvası”nda “Türkiye’de kasıklarında kuş ötenler, ancak zengin iseler kabul görürler. Yoksulların kasıkları kuşlara yasaktır” diyordunuz. Merhume’de gördüğümüz nisbî özgürlük, romanın belirsiz bir gelecekte geçmesiyle ilgili bir umut mu?
Öyle diyebiliriz sanırım.
Dil içinde kendinize has yeni bir alan açtığınız kabul ediliyor. Kitaplarınız üzerine yazılar da ekseri konunun öneminden bahsettikten sonra bütün enerjisini kitabın diline, konuyu nasıl dile getirdiğine ayırıyor. Kemal Varol, Har üzerine bir yazısında “Şiirselliğinden ötürü Tol’a gösterilen ilginin tam da romanın yeterince çözümlenememesi sorununu yarattığını düşünüyorum” yorumunda bulunmuştu. Siz bunu bir tehlike olarak görüyor musunuz?
Bu konuda tatmin edici bir değerlendirme yapabilecek durumda değilim. Yazı mesaisi bir şeyleri koklamak, sezmek, hissetmek gibi gelişiyor bende. Daimi bir tedirginliği ve özgüven krizini de beraberinde getiriyor bu yüzden. Bildiklerimden çok daha fazla bilmediklerim olduğunu bilmenin karın ağrısı eşlik ediyor. Yazdıklarımın ne olduğunu veya olamadığını ben de başkalarından öğreniyorum.
Diğer romanlarınız gibi, Merhume de kolektif unutkanlık ve hatırlamanın önemine değiniyor. Fakat, Har’da gördüğümüz gibi varlığını unutarak, unutturarak kuran ülke vurgusu, Merhume’de “Mevzubahis unutkanlık her toplumun tutkalı, her milletin şuuru, her memleketin kurtuluş umududur”a dönüşüyor. Aksi mümkün mü?
Orada haz arayışına ve bunun ahlakî sınırlarla imkânsızlaştırılmasına dair bir unutkanlıktan söz ediliyor. Koca bir ömrü hazzın uzağında geçirmek zorunda bırakılan insanların çaresiz unutkanlığı ya da belki bir çare gibi sarıldığı unutkanlığı... Aksi elbette mümkün. Sınırların, sınıfların, yoksulluğun, baskının, eşitsizliğin, muhafazakârlığın olmadığı bir dünyada özgürce yaşayan insanlar, niye unutmaya ihtiyaç duysun?
Kitapta Mahmut Temizyürek’ten Ersan Üldes’e, Ömer Türkeş’ten Ahmet Ümit’e pek çok isme “merhum” denilerek zamanı meçhul kılma vurgusu güçleniyor. Gördüğümüz bir istisna, Nurdan Gürbilek’e “merhum” denmiyor. Neden?
Kitapta sadece erkeklere merhum deniyor. Kitabın ismi dışında “merhume” kelimesi hiç geçmiyor ve kadınlar ölü olarak anılmıyor. Bir tek Hamiyet Yüceses, gerçekten yaşamadığı için, o da “rahmetli” diye geçiyor. Bütün bunlar bir yana, Nurdan Gürbilek’i “rahmetli” veya “merhume” olarak anmayı istemezdim zaten. O hep yaşasın, ömrü uzun olsun.
“Bir Türk dünyaya bedeldir, her Kürt rüyaya kederdir.” Bu cümleyi biraz açmanızı istesek…
Mevcut manzaranın kahrediciliği karşısında içimden, “Barış, hemen şimdi!” demek dışında bir şey gelmiyor. Ama şunu da eklemek isterim: Kürt halkı, bir halk olmaktan kaynaklanan siyasî ve kültürel haklarına kavuşmadıkça, o haklar anayasal güvence altına alınmadıkça “her Kürt her daim rüyaya keder” olacak. Ve biz kardeşlerimizin, evlatlarımızın, sevdiklerimizin birbirlerine kurşun sıktığı bir ülkede yaşamaya devam edeceğiz.
2003’te İrfan Aktan’a verdiğiniz söyleşide “Ben yazar değilim. Kendimi öyle hissetmiyorum. Bir iş gibi ya da çalışma konusu gibi görmüyorum yazmayı” demiştiniz. Üç roman ve bir öykü kitabından sonra, görüşlerinizde bir değişiklik var mı?
Hayır yok.
Yine 2003’te Berat Günçıkan’ın Tol üzerine “Bu kitap sizi yatıştırdı mı” sorusuna “Hayır aksine. Artık daha sert bir politika lazım” demiştiniz. Zamanla öfkenizin, kininizin daha kristalleştiğini düşünüyor musunuz?
Yaş almaktan, yaş alırken memlekette ve dünyada zulmün, adaletsizliğin, insaniyetsizliğin bir gıdım azalmak şöyle dursun, daha da artmasından kaynaklı bir tür yorgunluk hissediyorum zaman zaman. Ama Allah’tan çabuk geçiyor, öfke tekrar yatağına yerleşiyor.
Romanda “Başarılı bir edebiyat eseri nasıl olmalı da olmalı” sorusunun yanıtını da arıyorsunuz. Biz kitapta tekrarlanan başka bir vurguyu soracağız: “Hal böyleyken biz oturup kitap yazalım yine, ne lüzum varsa.” Bu ülke böyleyken, insan böyleyken “onca kelime, onca sayfa, onca kitabın ne faydası var”? Bu sorulara net cevaplarınız var mı?
Hayır yok. Hiç de olamayacak galiba.
Har’da olduğu gibi, Merhume’de de kendi yazma sürecinizin parodisini yapıyorsunuz. Hatta kitabın da eleştirisini yapıyorsunuz. Bir yandan da, “benim gibi arafta, her nedense fena paniklemiş, sabırsız, kelimeleri usturubuyla değil, bir an önce evire çevire düzmeyi” isteyen, “aceleci ve sabırsız” bir yazar çıkıyor karşımıza. Böyle mi yazıyorsunuz?
Nurdan Gürbilek’in bir yazısında vardı sanırım, Yusuf Atılgan veya Oğuz Atay’la ilgili olarak. Yarışmaya gönderilen bir dosya var. Yazar, daha sonuç belli olmadan verdiği bir röportajda kendi kitabını eleştiriyor, “zaten kazanamaz” mealinde bir şey söylüyor. Har ve Merhume’deki mevzular da, hikâyenin organik birer parçası olmalarının yanı sıra, bir tür “ön alma” çabası galiba. Özgüven eksikliğinden kaynaklı bir “yaranma” veya “peşinen af dileme” gayreti.
Kitapta eleştirmen “acizin kıçını var gücünle tekmele, güçlünün kıçından sakın ola ayrılma” düsturunu benimsemiş kişiler, edebiyatçı ise “herkesten nezaket, şefkat ve alaka bekleyen koca çocuklar” olarak tanımlanıyor. Ülkenin edebiyat iklimini, yazarlarını, eleştirmenlerini sorsam...
Bunlar kitapta, edebiyat eleştirisi mesaisiyle iştigal eden bir kahramanın sözleri. Ben o kadar kesin ve genelleyici bir yargıya varamam. Piyasanın kirleticiliğinden hiçbir alan muaf değildir, sadece bunu söyleyebilirim.
Uzun bir dönem sonra yayınevi değiştirdiniz. Editörleriniz değişti. Bunun romana nasıl bir etkisi oldu? Çalışma sürecinizde değişiklik oldu mu?
Süreçte bir değişiklik yok. Nasıl bir etkisi olduğunu ise okuyanlar söyleyecek.
Gezi sonrasında “ümit beslememek elde değil” minvalinde bir açıklamanız olmuştu. Bugün, ülke ahvali… Nereye gidiyoruz?
Ben her şeye rağmen Gezi’nin doğurduğu umudu hâlâ hissedenlerdenim. Gezi zamanı oluşan “Kürtlerin ne yaşadığını şimdi anlıyoruz” ikliminin, o ruh halinin hayati önem taşıdığına inanıyorum. O bahar ve kardeşlik iklimini sürdürebilirsek, çoğaltabilirsek daha iyi bir yere gitme ihtimalimiz var. Aksi takdirde gidişat hiç iç açıcı görünmüyor.