İpte yürü

Yılların hayhuyu içinde üzerimize yığılan duyarsızlık toprağından silkinmek ve bir ilk adım atarak ipe yeniden çıkmak zamanı. İmkânsızlıklar, sıkışmış gündelik gerçekliğimizin dar alanında ışık almayan köşelerden ibaret sadece. Bir şeyler yapabiliriz...

11 Şubat 2016 02:00

Yaşamın yeryüzü ile gökyüzü arasında bir ip gibi gerilerek salındığı uçurumlu zamanlarda, insanlar, biz insanlar, sığınaklara saklanarak ve daha derinlere sıvışarak bir atalet koridorunda panikle bekliyoruz. Felç olmuş bedenlerle söz ve düşünce oyunlarının güvenli ağlarında bir canlılık simülasyonu oluşturmaya debelenerek yaşamın geçmesine bileniyoruz.

Dünyanın gürültüsünü teğet geçen ince bir ip gibi hayatımız. Rüzgâra ve sise teslim, bulantı imgeleriyle kuşatılmış zihni çağıran bir incelikli ip. Gerilmiş, yılları yıllara bağlayan görünmez bir gözüpeklik aurasıyla donanmışcasına uzanmakta. İkiz kulelerin silik gölgeleri arasına monte edilmişcesine parlamakta. Küçük kıpırtılar uyandırarak kalpte, olasılıkların frekansıyla titreşmekte.

Bu güvensiz, sorunlu, kasvetli, korkutucu ve anlayışsız günler geçsin artık. İpin soğuk diriliğine ayak basmamız gerekmeden bu ömür dilimi tükenerek tiksinç yüzyıl değişsin, can acıtan tüm gerçeklikler evrimleşsin ve daha güzel bir dünya küllerinden doğarak ayaklarımıza serilsin istiyoruz. An ipte yürüme anı değil diyoruz, an saklanma, gizlenme, söylenme, eşelenme, dövünme, şikâyetlenme anı. An, korkunun karlardaki ılık bir uyku gibi bedenimize sirayet etmesine izin vererek, ileti türbülanslarında kendimizden vazgeçme anı.

Dikte edilenlerin yitik etkilere dönüşerek havanın sert rüzgârlarına karıştığı bu çağın ayazında ipe ayak basmak akıl işi değil. Çünkü akıl eski masalların uzaylara uzadığı yeni insansızlıkta kaybolmuş. Ve akıl, uyanmak istemeyen kuralsızlık kütlesine ulaşmaktan aciz. Bakın bayım bu zannettiğiniz yalan ve bakın hanımefendi anlatılanlar eskidi diye feryat ediyor akıl, fakat açacak yeni kapılara ulaşamıyor.

İpte yürümek akla uygun değil, bilinmezliklere sürüklenerek kendinden geçmek mantıklı mı, biraz daha beklemeli, bekleyerek demlenmeli şimdi, temizlenene kadar dünya, insanlar sevgi dolu bedenleriyle birbirlerine sarılıncaya, tüm önyargılar çöp ateşlerinde korlaşıncaya, yaşamak anlamlı ve güzel duyuşuna yeniden kavuşuncaya dek. Bir battaniyeye sarınıp, sayısal eğlenceliklere gömülmek ve sabretmek, yutkunarak, küçük ve özenli jestlerle özel hissederek kendini, sağda ve solda ne varsa lânetleyerek, ucuz çaresizlikleri epik mücadelelermiş gibi göğüslemek. Öyle mi. Şu an bu zaman mı. İpin gerginliğinden sıçrayan keskin günışıkları bıçaklaşarak dağlarken şehri, şu an kaybolmanın ve imkânsızca ilişkiyi kesme ülküsüyle tahrik olmanın zamanı mı.

Kayıp insancık, bugün içine doğduğun kısıtlı ve bozuk gerçekliğin etken bir ögesi olduğunu unutmuş gibisin, devasa ellerle kurulan eğlence parkının biletli müşterisi değilsin sen, sen de benim gibi, etten ve kandan, kırılgan fakat bilinçle parlayan bir küçük kıvılcımsın, gecenin telveli patikalarında benim yanımda, yamacımda, önümde, arkamda, engebelerin debdebesinde daireler çizerek dairelere ulaşan, olduğu yerde sürüklenmeyi seçmiş bir potansiyel atomik parıltısın sen.

Bu canlılığın içinden bir adım, bir adım daha atamayacak mısın yüksekliği yarıp geçen sert çelik ipin üzerinde. Hazır değil misin yeni çağın korkunç ve karanlık yalnızlığında, ay ve güneşin döngüsünden birkaç ışıltı kırpmaya. Biraz duralım mı diyorsun, nefes alamıyoruz değil mi, şaşırıyoruz, tiksiniyoruz, iğreniyoruz, ezbere ve ezbere oynadığımız o tatminkâr rollerin repliklerinden naçar alıntılarla geçiştirmeye çalışıyoruz günü. Dursa biraz dünya, bu yalandan kimliğimize iki göz ve bir ağız deliği açarak biraz soluklansak, izlesek etrafı ve korkunun pususunda bir aslan gibi kükresek. Yaşıyormuş gibi yaparak, varolmanın risk dolu sonsuzluğunu gözetlesek. Şehirlerin, binaların, kurumların, sistemlerin ve kuralların üzerini çizen ipin, bizi yaşama bağlamak için köprü görevini yerine getirmeye gönüllü olduğunu farketsek. Bugün ya da yarın değil diyerek cesâretsizliğe uydurduğumuz kılıfların ötesinde, boşluğun çağrıştırdığı özgürlüğün ipteki salınımına bakabilsek.

Yaratıcılık: Kusursuz Suç, Philippe Petit, Çev: Volkan Atmaca, Everest YayınlarıBelki başlayacak bir yer yok. Belki sadece şu an var. Sadece gerili ip. Sorunlar. Çözümsüz görünen binlerce minik meseleden oluşan bitimsiz bir dert akışının ortasında, belki de sadece ipe ilk adımı attığımız an var. İkinci adımın yeni bir birinci adım, üçüncü adımın yeniden birinci adım olduğu an. Sadece ilerlemek için ayak parmaklarımızı dengeler yaratarak iple temas ettirdiğimiz, ipe sarılmadan, tutunmadan, sadece adımlar yerleştirerek boşluğun içinde ileriye hareket ettiğimiz zaman kesiği. Belki sadece bu an var. Bu adım. Bu küçük kıpırtı. Bu anın canlılığında yolunu bulan atılım. Ve ipe çıkıp yürümeye başlamak için hazır olmayı bekleyerek geçen hayal değil, şimdi burada hazır hissetmesek de, ipe adım attığımız gerçeklik. Tehlikenin, belirsizliğin, kestirilemez geleceğin içine kendimizi bıraktığımız ve ne pahasına olursa olsun hazırmış gibi ileriye meylettiğimiz bir uzun an.

1974 yılında New York şehrinde ikiz kulelere gizlice tırmanan bir adam ile yolun elbet kesişeceği bu risk dolu anın içinde nasıl sorusu yok. İlerlemek var. Rezil olmak, yenilmek, düşmek, yok olmaktan öte, kendimizce anlamlı biçimde devam etmek var. Güzelim dünyanın kötücül manzarasına bakarken şimdi, Yaratıcılık: Kusursuz Suç adlı kitabı, leziz bir cesâret iksiri gibi içmek var. Devam etmek için biraz daha ilham çalmak, ipe adım atabilmek için cesur birilerinden el almak var. Düşme korkusunu geride bırakabilmiş, “iki portakal gördüm mü hokkabazlık yaparım, iki kule gördüm mü, yürürüm” diyerek kendini öne atmış bir Fransızın tavsiyelerine kulak vermek.

Gökdelenlerin üzerinde titreşen ipe bakmak, kitabı açmak ve cümleleri fısıltılarla havaya üfürmek. Kelimeleri rüzgâra haykırarak aheste aheste okumak Philippe Petit’nin kitabını. Kendini “her defada bir kum tanesi” olayının ustası ilan eden adamın imkânsızlık denemesinden kopya çekerek, gündelik kakofoniyi sessiz bir mektup bıçağıyla aralayan kitabın özgün hareketine kapılmak. Okumak. Ama ipte yürümek için okumak. İpte yürür gibi okumak. Ve bitirmeyi beklemeden parça parça okumak hayatı. Esinlerle dolup taşma emeliyle göz gezdirmek sözcüklere. İpten kaçmak için değil ama korkunun derinleşen kuyusundan çıkmak için dikkat vermek söylenenlere.

“Sezgi, saniyeler içerisinde dağları şekillendirip yerinden oynatabilecek emsalsiz bir kuvvet. Etkinliğin temelinde, kişiliğinizin derinlerine kök salmış olması yatar, bu nedenle daima size uyar ve sizin doğal yatkınlığınıza uyduğu için de hiç çaba gerektirmeden elde edilir ve çalıştırılır.”

“Okullarımızda müfredata bir de hatalar dersi eklemek çok akıllıca olmaz mıydı? ‘Pekala, salı günü hepinize hata yapmayı öğretmek istiyorum; onlardan öğreneceklerimiz var. Numara yok, daha önce yapmış olduğunuz hatalarla gelmeyin.”

“Yasadışı bir ip cambazlığı yürüyüşü sırasında tek bir şeyden korkarım, o da korkunun kendisi. Günün birinde ip cambazlığını bırakmak zorunda kalacağımı düşlemekten korkarım, tıpkı onca boğa güreşçisinin arenayı terk edişi gibi, sırf gökyüzünde yürümekten korktuğum için. Bunun dışında, fazlasıyla meşgulüm.”

İp Cambazı, Philippe Petit, Çev: İsmail Yerguz, Sel YayıncılıkSatırları satırlara ekleyerek, ipe doğru hareketlenmek. Yıllar önce yayımlanmış İp Cambazı kitabındaki fotoğraflara göz atarak olasılıklarla tazelenmek. Milyarlarca insanın arasında, kendi küçük yaşantımızın aşılması imkânsız görünen kesif boşluğundaki incecik çizgiye dikkatlice uzanmak. Şehrin, ülkenin ve dünyanın üzerine bir tel gerip içimizde saklı kalan özlemlerin peşine doğru o ilk adımı kondurmak.

Şimdi tam zamanı. Yılların hayhuyu içinde üzerimize yığılan duyarsızlık toprağından silkinmek ve bir ilk adım atarak ipe yeniden çıkmak zamanı. İmkânsızlıklar, sıkışmış gündelik gerçekliğimizin dar alanında ışık almayan köşelerden ibaret sadece. Bir şeyler yapabiliriz. Bedeni ve zihni, sevgiyi ve aşkı, ateşi ve tutkuyu tekrar canlandıracak ufak bir şeyler mutlaka vardır. Philippe Petit’nin tehlikeyi yoldaş edinmesinden çalacağımız bir kıvılcım olmak zorunda.

Harap olmayı bırak artık, gerçek zannettiğin söz yığınlarını terket. Kendini inandırmak istediğin o sefil ve zavallı şey değilsin sen. Biraz daha fazlasısın. Ayağa kalkmana ve ileri gitmene yetecek kadar fazlasısın kesinlikle. Yenilmiş olduğunu düşünmeyi bırakırsan seni yenemeyeceklerini anlamalısın artık. Unutulmuş gözlerle etrafa bakıp yardım aramayı bırak, esinlen, gözlerini kapat ve ipte yürü.

“Nesi var duyularımızın?
Onları beşle sınırlandırdık.
Hepsini eşit şekilde; seyrek kullanıyoruz.
Onları nadiren tam olarak çalıştırıyoruz.
Onları neredeyse hiç birleştirmiyoruz.
İşte sorun bu.”

 

Ana görsel: 1974 yılında New York’taki İkiz Kuleler arasında yürüyen ip cambazı Philippe Petit.