Bir yalan, sırf tarihî heybeti var veya bizi büyüleyecek kadar yaşlı diye doğruluk statüsü kazanamaz. Israrla bizden önceki yalanları sürdürerek dürüst kalacağımıza inanırsak, ahlâksızlığı ahlâk edinmiş bir etik anlayışımız var demektir
06 Eylül 2018 14:30
Bir kasabın buzağıyı alıp götürmesi,
Zavallıyı bağlayıp direndiğinde dövmesi,
Hayvancığı ite kaka kanlı mezbahaya yollaması gibi,
Vicdanları hiç sızlamadan götürdüler onu da buradan;
Oraya buraya koşup, masum yavrusunun ardından bakan
Ama yavrusu için gözyaşı dökmekten başka
Elinden bir şey gelmeyen bir ana gibi
Ağlıyorum...
William Shakespeare, VI. Henry, II. Kısım, III. Perde
İnsan: Olduğunu sandığı şeyi büyük bir esriklik içinde düşünmekten, olması gereken şeyi gözden kaçıran bir hayvan. En önde gelen uğraşı diğer hayvanları ve kendi türünü öldürmektir.
Ambrose Bierce, Şeytanın Sözlüğü
Tanrı, Âdem’den sadece yarattığı diğer hayvanları adlandırmasını istemişti.1 Âdem de böyle yapmış ve önünden geçen hayvanlara adlar vermişti. Ama adlandırmak, tasnif etmekti ve dil, yeryüzünü adlandırarak bir dünyaya dönüştürüyordu. Her adlandırma bölüyordu: ben ve öteki, insan ve hayvan, kültür ve doğa. Adlandırma kudreti insana adlandırdıkları üzerinde tahakküm etme imkânı sağlıyordu. O nedenle Tanrı, Âdem’den sadece hayvanları adlandırmasını istemiş ve Âdem de kendisinden istenileni eksiksizce yerine getirmiş olsa dahi, o günden sonra her hayvan, adıyla birlikte ad-veren-insan-efendisinin kültür alanında kendisine uygun gördüğü tasnifin içindeki yerini de aldı: evcil hayvan, besi hayvanı, av hayvanı, laboratuvar hayvanı, kafes hayvanı, kümes hayvanı, sirk hayvanı ve binlerce yıl sonra bugün, dünya hem lafzî hem de metaforik mânâda çöle dönerken insan dilinin en yeni icadı nesli tükenen hayvan.
Hakikat diye gördüğümüz bu gerçeklik, hakikaten de gerçek midir peki? Yoksa Nietzsche’nin dikkatimizi çektiği gibi bu sadece illüzyon olduğunu unuttuğumuz bir illüzyon mudur? Aslında doğal olduğuna inandığımız bu antropomorfizm ve antroposentrizm, uzun bir kullanım süresini müteakiben sabitleşen, olguya dönüşen eski metaforların tortusundan başka bir şey değildir. Eğer bu illüzyonların hakikat ve insanın ayrıcalığının doğal olduğuna inanmaya devam edeceksek, dürüstlüğümüz, konvansiyona uymayı sürdürerek yalan söylemekten ibaret olacaktır. Fakat bir yalan, sırf tarihî heybeti var veya bizi büyüleyecek kadar yaşlı diye doğruluk statüsü kazanamaz. Israrla bizden önceki yalanları sürdürerek dürüst kalacağımıza inanırsak, ahlâksızlığı ahlâk edinmiş bir etik anlayışımız var demektir. O vakit dünyanın çölleşmesinin asıl müsebbibi; teknolojiden, kapitalizmden, globalleşmeden, tüketimden, bilim ve akıldan, kâr hırsından ve moderniteden önce diğer her şeyi mümkün kılan bu tarihî illüzyon-hakikat-etiğidir.
Bu illüzyon-hakikat-etiğine göre insan, hayvandan üstün, akıl sahibi bir canlıdır. Hatta insanı diğer bütün canlılardan üstün kılan da biraz bu kendini tanımlama ayrıcalığıdır: homo sapiens, homo ludens, zoon politikon, homo faber. Ama bu tanım, dilin başka tanımları gibi, hiç de mutlak ve kesin değildir. Anayasa ve insan hakları tartışmalarının hız kazandığı ve yeni bir sosyal mukaveleye ihtiyaç duyulduğu 17’nci yüzyılda, hakları olan insan tanımı nedense sadece beyaz, Hıristiyan ve Avrupalı olanları kapsıyordu.2 Locke gibi bir özgürlük filozofu bu sayede hem köle ticareti yapabilip hem de doğal haklardan bahsedebiliyor ve bunda bir beis görmediği gibi, teorisiyle pratiği arasında herhangi bir açmaza da düşmüyordu. Böylece insan denen yüce varlığa asla reva görülemeyecek zulümler, hayvanla bir tutulan “zencilere” veya yerlilere reva görülebiliyordu. Çünkü dil, adlandırarak ve tasnif ederek her türlü sömürünün üzerine inşa edilebileceği zemini önceden düzler. Köleliği, sömürüyü ve zulmü “doğal” kılan ahlâkın arkasında, kendisi hiç de “doğal” olmayan dil vardır. Dil her türlü saçmalığı hakikate dönüştürebilme kudretine sahiptir. “Doğal” olmayan dilin bu “doğal” işleyişi sayesinde, maalesef topluma mal olmuş her türlü saçmalık derhal hakikat statüsü kazanır; çünkü herkesin üzerinde uzlaştığı hakikat-saçmalıkların, çoğunluğun ahlâksızlığını örtbas etmek gibi bir faydası vardır.
Bu sefil illüzyon-hakikat etiğinin ipliğini pazara çıkarmak için, gelin daha yakınlarda kendi hayatına son veren bir televizyon starı aşçının kaleme aldığı şu satırlara bakalım:
Istakozlar için çift bölmeli bir buharlı fırın vardı ve orada bir seferde, yedi yüz ila dokuz yüz gramlık ıstakozların onlarcasını öldürürdük... Onları bölmelerin içine yakacak odun gibi istifledikten sonra fırının ağır metal kapaklarını kapatır ve düğmesini çevirerek içine buhar salardık.3
Şimdi de bu satırları, 1542’de Amerika kıtasındaki şahit olduğu yerli katliamını kayda geçiren Bartoloméo de las Casas’ın şu satırlarıyla beraber okumayı deneyelim:
İsa peygamberimizi ve on iki havariyi kutsamak ve saygılarını iletmek için uzun darağaçları kuruyorlardı. Ayakları yere neredeyse değecek şekilde on üç kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. Bazıları ise, bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. (...) Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri de aynıydı. Önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra onları ızgaraya bağlıyor, altlarına da hafif bir ateş yakıyorlardı. Yerliler bu korkunç işkenceler altında, çığlıklar atarak can veriyorlardı. (...) Yüksek çığlıklar attıkları için, subayın içi sızlamış veya uykusu bölünmüş olmalı ki boğulmalarını emretti. Onları yakan cellattan da kötü polis memuru, boğmak istemedi. Önce, gürültü yapmasınlar diye kendi elleriyle ağızlarına odun parçacıkları tıktı. Daha sonra istediği gibi yavaş yavaş kızarsınlar diye ateşi körükledi.4
Bourdain’in satırlarında söylemese de saklayamadığı bir keyif ve iştah varken, Casas’ın satırlarındaki gözyaşları ağzınızda tuzlu bir tat bırakır. Bunun dışında gerçekten iki yazarın anlattıkları arasında anlamlı bir fark var mıdır? Bourdain’in ifadesindeki “ıstakozlar” ile Casas’ın bahsettiği “yerliler”in yerine “Yahudiler,” “Boşnaklar,” “Filistinliler,” “Tutsiler,” gibi başka kurbanların adını yazsanız ne değişir? Peki “oğlaklar,” “kuzular,” “danalar” vb. ibareler koysanız anlam değişiyor mu hakikaten? Kötülük işte bu kadar sıradandır ve daima illüzyon-hakikat-etiği arkasında saklanır.
Bu soruların tümünü anlamsız bulan, canlıların yaşama hakkını merkeze alan ve insan-merkezciliği yerinden etmeye cüret eden vejetaryen ve veganların, illüzyon-hakikat-etiğinin gönüllü savunucusu olan normal ve iyi vatandaşlarca “deli” muamelesi görmesinin sebebi biraz da budur. Dokunduğumuz, giydiğimiz, yediğimiz ve içtiğimiz her şeyde başka bir canlının çektiği acıların, kanının ve gözyaşlarının olduğunu bize gösteren İsa’yı çarmıha geren aynı güruh, aynı iç huzuru ve imanla şimdi de can havliyle savunduğu ezberini korumak istiyor. Standart dil kullanımıyla terbiye edilmiş bu zihinler, dünyanın giderek yaşanmaz bir yer olduğundan şikayet eder, her türlü baskı ve sömürüye başkaldırıp devrime doğru yürüyüşe geçer, kendilerinden başka herkesi değişememekle ve tutuculukla suçlarken; asla müdahil olmadıklarından emin oldukları bir çarkın dönmesi için çalışırlar. Çünkü ne mutlu ki onlara her şeyi biliyorlar!
Peki ama bu sevgili her şeyi bilenler cemaati; okuyarak ve izleyerek öğrenip bildiklerinin ne kadarını idrak edebilmiştir! Bilmek, kabul etmektir; ama idrak etmek, şüphe etmek ve düşünmek demektir. Bugün bir sosyal medya lakırdısı olmanın ötesinde vejetaryenlik/veganlık asla bir bilgi meselesi değildir; o nedenle proteinin nereden alınacağı, B12 vitamini eksikliğinin nasıl giderileceği, ileride sağlık problemlerinin kaçınılmaz olarak yaşanacağı gibi tartışmaların lehinde ve aleyhinde kullanılan her argüman gönül rahatlığıyla geri dönüşüm kutusuna atılmalıdır. Vejetaryenlik/veganlık, dünyayla başka türlü bir ilişki kurma ve hayatı endüstriyel değil de daha otantik bir tecrübe etme tarzı olarak bir idrak meselesidir. Mesele bu yönüyle bizi, varoluşumuz üzerine düşünmeye sevk eder.
Düşündüğümüz veya düşünmeye niyet ettiğimiz zaman, büyükbaş hayvancılığın, termik santral inşasından daha beter bir kıyamet alâmeti olduğunu fark edebiliriz. Tavuk çiftliklerini belki biliriz ama ancak endüstriyel üretimin işleyişini idrak ettiğimizde doğal dünyanın, tarihinde ilk defa doğal olmaktan bu kadar uzak düştüğünü kavrarız. İdrak ederiz ki dünya hakikaten beşten büyüktür; ama ne o beş ne de o beşten daha büyük olanlar, hiçbir bilim insanı, hiçbir Nobelli yazar, çağa meydan okuyan hiçbir filozof, hiçbir cemaat, hiçbir büyük devlet adamı, hiçbir lider, hiçbir Don Kişot, hiçbir peygamber, hiçbir uluslararası komite veya örgüt, hiçbir din, hiçbir kitap ve maalesef hiçbir Tanrı artık bizi kurtaramaz. Simmel’in yüz sene evvel söylediği gibi insanlık kendi yarattığı formlara yenik düşmüştür. Hızlanmış çağımız üzerinde hiçbirimizin hakimiyeti yok.
Çağımızı kontrol edemediğimizin bilgisi, standart hayatları sürdürmenin asıl motivasyonudur. Nasılsa bir şey değişmeyecektir. O zaman tüketmeye devam edebiliriz. Ama çağı ve çağın dayattığı tek tip yaşama mecburiyetini idrak etmek, oyunu oynamayı reddetmektir. İsa’ya ve Don Kişot’a gülen bütün “ahlâk bekçilerine” rağmen oyun oynamayı reddetmek; hızlanan bir çağda yavaşlamayı göze almak, bütün bilgiçlerce cahil yerine konmak, sürüye rağmen kendin olmak, büyüyen çöle karşı oturup küçülen vahayı muhafaza etmek ve ezberleri tekrar etmek yerine tefekküre dalmak demektir.
Bunları bütün hayvansal gıda tüketenleri suçlamak ve bütün hayvansal gıda tüketmeyenleri de mütefekkir ilan etmek için yazmıyorum. Böylesi, hayatı toptan ıskalayan basbayağı kör bir özcülük olur. Dünyayı çöl olmaktan kurtarmanın, toplumsal hayatın ritmini daha yavaşlatmanın ve doğayla daha otantik ve sahih bir ilişki kurabilmenin biricik imkânını, sadece veganlık felsefesinde bir potansiyel olarak görüyorum. Bu potansiyeli veganlıkta göremeyen pek çok vegan olabilir. Fakat bu yine de, veganlığın bizi çağın illüzyon-hakikat-etiğinin esaretinden azat etme potansiyeline halel getirmez.
Bilmek, bilinenin egemenliğiyle sınırlanmaktır; oysa idrak etmek yeni ve farklı bir tecrübeye yüzünü dönebilmektir. İllüzyon-hakikat-etiğinin düzleminden, pazar yerinin kalabalığından derinlere, de profundis’e çekilmek, eylemlerimiz ve eylemlerimizin gerekçeleri üzerine düşünmek; çöl daha da büyümesin diye kaygılanmak demektir.
Nietzsche, Torino’daki o atın boynuna sarılıp ağladığı gün, belki zannedildiği gibi çıldırmamıştır; duyup da duymazdan geldiğimizi, görüp de görmezden geldiğimizi, anlayıp da anlamazdan geldiğimizi o gün idrak ederek gerçekten bir üst-insan da olmuş olabilir. Delilik, hiç beklemediğimiz bir anda şifa olabilir bütün yaralarımıza. Bu nedenle akılla dünyayı çöle çevirenlerin arasında umut, hâlâ yel değirmenlerine saldıranların ve kırbaçlanan atın boynuna sarılanların attığı çığlıktadır. Bu çığlık, çölde haykıran sestir5; bu ses Yeşaya’dır.6 O halde çığlığın haykırdığı şey, genel kabullere meydan okumak pahasına da olsa bizi ancak sorumluluğun, terbiye ve ıslah olmamızın kurtaracağıdır.