Bir fragmanlar kakafonisi olan Ankara’nın toplulukları, birbirini hakir göredursun, iktidar savaşında Yenişehir’i ele geçirenler de dâhil kimse bu çatışmadan elinde mekânsal bir zaferle ayrılamadı...
07 Eylül 2017 14:24
“Hatice Hanım, her sokağa çıkışında
bu kanun bozucularını tespit eder,
onları kendince cezalandırırdı…”1
Sevgi Soysal’ın birbirine teğet geçen hayatlardan fragmanlar sunduğu, ruhanî uzaklıkların mekânsal yakınlıklarda nasıl peyda olduğunu, Cumhuriyet’in yapılandırdığı öznellikler(!) içerisinde eyleyen karakterlerin derinlikli ve kendilerini buldukları inşa sürecinin bir yansımasını aktaran analizlerini görürüz. Habersizce içinde bulundukları tahakkümün ya faili ya da kurbanı oldukları romanı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde bize bir öğle vakti kadar süre tanır; ancak bu kısa sürede bize topluma, onu yaratan bireylere ve dâhilinde eyledikleri mekânlar üzerine edebî bir atılımın yanı sıra politik- mekânsal bir analoji de sunar. Daracık bir meydanda yeni yetmeleri, caka satma peşindeki yoksulları, düzenin kurallarına uyarak sınıf atlayanları, hepsine bu imkânları cumhuriyet ideoloji sayesinde sunan düzen koruyucularını ve düzende bulduğu çatlaklardan dışarı sızmaya çalışanları görürüz. Üstelik bunların hepsine sahne olan yer, ulus- devletin proje semti, pilot bölgesi, gerçekleştirmek isteyip sonunda kendini dönüştürmediklerine teslim eden yegâne göz bebeği, tek kamusal alanı Yenişehir’dir.
Ne var ki, tuhaf olan nokta, hepsi birbirini güdümleyen karakterler çatışma içinde oldukları kadar, başlarına da buyruklardır. Varoluş krizleri ve varolamayışları sadece gündelik hayattaki tahakkümleri ve başkaldırışları üzerinden değil, mekânlara hâkimiyetlerinin dolayımları ve terk edişleri aracılığıyla da görünür kılınır.
Soysal “İlk sandviççi Büyük Sinema’nın yanındaki dar pasajda açılmıştı” diyor. Sandviçin sandviç oluşu, gündelik hayatımızda hâlihazırda bulunan yiyeceklerin ekmeğin arasına girmesiyle bir pop kültür ürünü hâline gelen bu yiyecek açık ki sadece yeme alışkanlıklarımızı değil, aynı zamanda buluşma mekânlarında da bir değişiklik yarattı. Günümüzde içinde adı sebebiyle dâhil olduğu sınıflandırmanın neredeyse tüm özelliklerini yitirmiş olan bulvarın sokaklarını da bu sandviçler işgal ediyordu artık ve sadece Yenişehir değil, “Ulus, Cebebi, Maltepe… hatta Altındağ’a, Telsizler’e bile yayılmıştı…” 2 Ahmet ve Şükran, hakları olduğunu düşündüğü bu yenilenme, modernleşme, özgürleşme ve nihayetinde kendine has olma hâllerinin en önemli adımlarını şüphesiz ki çocukluklarının yasaklı semti Kızılay’da, artık kendilerine alan yaratabilecekleri küçük kulübeler olan sandviççilerde atıyordu (Aşkın eminsiz adımlarının atıldığı ve bahsettiğimiz kültürel değişimle kimliklerini yitiren bu mekânlardan biri olan muhallebicilere dair benzer bir analoji Muhallebici’nin Oğlu adlı TV filminde de görülebilir). Sandviççilerin açılması, Kızılay’da kendine yer bulamayan, mekânları belli açılardan dönüştüremedikleri için kendilerine farklı alanlar açma gereksiniminde olup, bu elde edemeyişin hırsını taşıyan alt sınıf mensupları bireylerce parsellendi. Ahmet’in cinselliğini hiçbir açıdan şeffaf ve göz önünde yaşayamayacağı Samanpazarı’ndaki aile evinin yerini Büyük Market’in deposu aldı. İstedikleri gerçek mekânlar ve bu mekânlarda yapmak istediklerini gerçekleştiremeyince kullanılmayan, hor görülen alanlar taleplerin farklı şekilde tatmin edilmesi için işe koşuldu; “Kızılay’daki, Yenişehir’deki, başka işe yaramayacak bütün dükkân boşlukları, apartman dehlizleri, kömürlük artıkları sandviççi oldu.” Romanın bahşettiği kurgusal tanıklık, Nurdan Gürbilek’in “1980’lerin Kültürel İklimi” makalesinde açımladığı görüngünün bir prototipi, belki ayak sesleri, ama yükselişi kesinlikle önlemez çığırtkanlarıydı. Gürbilek der ki:
“Böylece 80’lerde, Türkiye’de ilk kez yaygın olarak tüketilebilecek bir ‘pop tarih’ kuruldu. Bunu mümkün kılan şey, imgeleri tarihsel yükünden kurtaran, geçmişi bir alıntıdan ibaret kılan, tümüyle keyfi ve nedensiz bir dilin çeşitli alanlarda yaşar kılınabilmesiydi.”3
Öte yandan, mekândaki tek çatışmanın Gürbilek’in “bastırılan” ve “geri dönen” diye tanımladığı ikilik arasında değil, bastırılanlar arasında kimin geri döneceğine dair çekişmenin de baş gösterdiği söylenebilir. Zira, tüm kurgunun geçtiği öğle vakti, henüz siyasal iklimdeki gerilimin tavan yaptığı ve nihayetinde askerî darbenin gerçekleştiği ve darbe koşulları ve palazlanmasıyla geri dönenin belli olmadığı dönemdedir. Genelde Ulus Hali civarında görülen işportacıların, bu dükkânların sürüklediği alt sınıf mensupların, akabinde Bulvar kaldırımlarını işgal edişi, Hatice Hanımların yanında iktidarı onların elinden yavaşça çekip almakta olan Ahmet'lerin de sinirini bozuyordu. Çünkü Ahmet’ler kendileri olarak değil, yenmek istedikleri olarak güç sağlamak, ezenleri olup kendilerinin ezebilecekleri yeni bir sınıf yaratma arzusuydu. Yerleşik hayata geçmiş sandviççi, market gibi yeni özel sektör “kurumlarının” bileşenleri, bu yurtsuz, göçebe, işini sırtında taşıyıp istediği yeri dükkânına çevirenlerin başını çok büyümeden ezmek istiyordu. Göçün en büyük sorunu kimin Yenişehir’de nereyi kapacağıydı.
Romanın öteki yüzünde Mevhibe Hanım ile Olcay arasında süren çatışmaysa basit bir anne- kız tartışması olmanın çok ötesinde, kuşak çatışmasının hızla politik- kültürel anlaşmazlıkların serimlendiği bir boyuttadır. Alt sınıfa gösterdiği her meyilde – babaannesinin düşler dünyası, Rüstem Efendi'nin pantolon paçası –bu sınıfsal karşılaşmanın yasağını çiğneyen Olcay sert şekilde cezasını alır. Babaannesinin düşsel mekânlarından mahrum bırakılınca umudu Rüstem Efendi'nin paçalarında bulan Olcay sandık odasında soluğu alır. Sandık odası Olcay'ın sandviç dükkânı gibidir; kullanılmayan, hor görülen her bir metrekare, cumhuriyet rejiminin artığıyken, rejime ayak uyduramayanlara bir ceza alanı, özel bir hapishane görevi görür. Ne var ki, apartman dehlizleri ve sandık odası, cumhuriyete ayak uyduramayan Ahmet ve Olcay'a hibe edilen mekânlarken, Ahmet gibiler bunu bir “geri dönüş”, Olcay ise ait olduğu sınıftan kopuş, sınıfsızlığa ve aidiyet kuramamaya atılan ilk adım olarak kullanır. Nitekim Olcay, Ali'yle yine de ait olamayacağı ama kendini gerçekleştirme ihtimalinin olduğuna inandığı bir dönüşüm yaşayacak ve sınıfının hükmettiği Kızılay'dan dışarı adımlarını atmaya bu şekilde başlayacaktır.
Çünkü denebilir ki, Olcay aslında hep Kafdağı'ndaydı ve hem uzamsal hem de alegorik açıdan mekânsal sınırlarının daima farkındaydı. Olcay'a göre bir çocuğun balonla uçması, uçarak mutlu olabileceği yerlere gitmesi mümkündü. Kafdağı'nın ardına giden yoksul çocuklar “mahkûm olmuyor, onlar prenses, prens, kral oluyordu.” Lakin -Hatice Hanım'ın mevkidaşı ve ırak yoldaşı– Mevhibe Hanım'a göre “değişmezliği temsil eden” güçlü semboller, bu sembollerin değişmezliğinin savunucusu ve koruyucusu güçlü neferleri vardı ve kendisi de bunlardan biriydi. Değişim kavranması güç ve asla tercih edilmezdir ona göre; öyle ki kocası Salih Bey'in Samanpazarı'nda varoşlardan yükselip profesör oluşunu “istisnai” görür, ancak böyle iyi örneklerde değişimi makul kabul edebilir. Böylesi bir statü değişimi ancak Salih Bey gibi kurallara uyan insanlar için söz konusu olabilir. Değişim ancak düzeni devam ettirmek için işe koşulursa anlamlı ve gereklidir. Zaten banyonun yenilenmesi, fayansların değişmesi de ancak Salih Bey’in eve getirdiği akademik misafirlere duyulan bir mahcubiyetle, Mevhibe Hanım ve Salih Bey’in kurduğu düzenin iyileştirilmesi için gündeme gelir. Yoksa babası gibi “demir pençe” politikacılardan oluşan bu demir pençe sisteminin, “değişmez güçte bir hükümetin, sağlam temelli bir devletin kulu” olamayacak herhangi biri –Olcay da dâhil olmak üzere– sadece sessiz kalmalı ve kendine söyleneni uygulamalıdır. Tıpkı babasından kalan eşyalarıyla salonunu donatması, onları canı pahasına koruması ve konumlarını devam ettirmelerini sağlaması gibi.
Mevhibe ve Hatice Hanımların dikte ettikleri bu kurulu düzenin mekânsal yansımaları aslında oldukça açık. Hatice Hanım kamusal alanın tertibinin, düzenin mükemmeliyetinin ve artık unutulmaya yüz tutmuş bir korku ikliminin son muktedir temsilcilerindendir. Mevhibe Hanım ise babasından üvey annesine, ondan da kendisine yadigâr kalan bu düzen “vekilliğini” özel alanda uygular, edimselleştirir ve kemikleştirir. Tek sorun artık giderek ya politikleşen ya da politik bir tutumun reddiyle “geri dönenlerin” başıboşluğu, başına buyrukluğu ve çokbaşlılığıdır. Nilüfer Göle, Modern ve Mahrem kitabında cumhuriyet ideolojisine dair “Kemalizm, devletin yapısını değiştirmenin ötesinde... gündelik aile hayatına nüfuz etmekte olan medeniyet değiştirmenin en bilinçli ifadesidir” der. Yalnız bu nüfuz gündelik aile hayatına dâhil olmakla kalmaz; medeniyet değişimi aynı zamanda aile hayatının büyüyüp daha makro bir yapıya dönüşmesine, ev hayatında kurulabilecek olan iktidarın apartmana, oradan da tüm bir semte yayılmasıyla tüm kenti dönüştürür.
Oysa Olcay, sevgisizlik duvarıyla çok erken yaşlarda karşılaştığı hâlde, bunun yıkımının imkânıyla hayli geç tanışır; çocukluğunun daha önce bahsettiğimiz travmaları, ona sevgisizlik duvarları örerken, duvarın aşılması ihtimaliyle ağabeyi Doğan sayesinde İstanbul’da tanışır. Yenişehir’e Mevhibe ve Hatice gibiler aracılığıyla örülen bu görünmez ama bir o kadar da sağlam duvarın aşılabileceğinin farkına ilk olarak böyle varır. Soysal’ın başlığında belirttiği gibi, “Olcay bacaklarını dener.” Hâlbuki, Yenişehir’in duvarları Ahmet’ler tarafından çoktan aşılmış, ancak yıkıntıları kalmıştır. İktidarın yeni bir dişlisi olmak üzere yetiştirilen Olcay ise dişliden kaçar, sistemi reddetme peşindedir ve Kızılay'ı terk eder. Samanpazarı'nın da ilerisine geçerek Dışkapı'ya varır. Artık kendi Kafdağı'ndadır. Babası Salih Bey’in kurallara uyarak, Ahmet’inse yalın sınıf atlama isteğiyle terk ettiği Samanpazarı’nın çok ötesine geçmiştir. Bilinçsizce, bir iktidar alanı olduğu akıllarına işlenen Kızılay işgal edilmiştir.
Bu mekânsal sorunun, yani cumhuriyetin yek mekânlığının ve genişleyemeyeşinin ayrımına varan ve durumun sorunlarına dair eyleme geçen tek karakter olan Olcay, mekânsal temsil ve alegorinin sunulduğu tek karakterdir. Diğer karakterler bulundukları mekânları ya dönüştüremez –aslında mekânların dönüşümünü engelleyemez– ya da dönüşümü dönüşüm için gerçekleştirmez. Salt bireysel imkânsızlıklar aracılığıyla dâhil oldukları ve tesir ettikleri mekanlar onlar için eylemin bir parçası değildir. Olcay ise duvarları, Kafdağı, İstanbul'u ve Dışkapı'sıyla Olcay olur.
Cumhuriyet ideolojisinin savunucuları Hatice ve Mevhibe Hanımların yarattığı öfke ve başkaldırı, aslında özel alanla kamusal alanın uzun süre boyunca ayrı tutulamaz kılınışıyla meydana çıkar. Hatice Hanım’ın inatla kendi bildiği düzene, geleneğin yarattığı saygı iklimi bağlamında oluşturmaya çalıştığı düzen, eviyle sokak ya da market arasında bir ayrım, bir davranış değişikliği gütmekten alıkoyar onu. Çünkü gelenek, bağlam ve içerikten bağımsız olarak her yerde uygulanabilir, geçerliliğini koruyabilir. Mevhibe Hanım’ın gücü ve yetkinliğiyse Hatice Hanım’ınkinden daha kapsamlıdır; vekil kızı olmasıyla mekânsal tahakkümü daha ileridir, çünkü o sadece geleneğin değil, geleneği kuran devletin, bu sebeple onun en büyük uygulayıcısı, yasamasının yanı sıra yargısı ve yürütmesini de tekelinde bulunduran devlet soyundandır. Hatice Hanım’ın zamanında daha da geniş olan yetkinliği, artık emekli bir öğretmen olarak giderek solar ve sonunda Fikriye’den çok da öteye geçemez. Oysa Mevhibe Hanım’ın elinde evi ve apartmanı durur hâlâ. Kaybı henüz tam olarak gerçekleşmemiş, özel alanının sınırları henüz kamusal alandan tamamıyla çekilmemiştir. Yine de hanesinden kayıplar vermenin eşiğindedir. Çünkü tahakkümünün reddi, özel alanına kadar sızmayı başarmıştır. Dahası, eskide hâkim oldukları kamusal alanın sınırları ani bir tutulmayla geri çekilmiştir. Yenişehir’de artık yaşlılara çarparak yürüyen gençler, hatta semtin ideoloji neferleri tarafından yetiştirilmesine karşın oradan kaçan gençler vardır.
Mevhibe Hanım’ın bahçesindeki kavağın yıkılışı ve kurbanın bir kez daha düzen içinde isimsiz ve boyun eğen Mevlüt Efendi oluşu, sistemin acımasızlığının, geçişkensizliğinin, izin dâhilindeki mekânsal geçişkenlik ve karşılaşmaların ancak sistemin ilerleyişi için olduğunu bir kez daha gösterir. Bahçedeki Kavak’ın yıkılışı, Furrer’e göre “devrim ve değişimin bir sembolü”dür. Ne var ki, Furrer’in atfettiği olumlayıcı anlamın dışında, sisteme dair olumsuzlayıcı açılımları da taşır. Olcay’ın duvarları aşması, sistemin devamı için içeri alınan sistemin tebaası aynı zamanda sistemin kendisi için bir yıkım da başlatır; yani, olumsuzlama gücünü sistemin içine sokar. Soysal’ın “çürük köklü” ve “özsuyunu tümüyle tüketmiş” kavağı, mekânın ve sistemin bozumu, yürürlükteki yanlışların imgesi, pasif bir direniş olarak yıkılışın ve etkin müdahaleler olarak yıkımın sözüdür. Artık sokak, kanun koyucuların sözünü dinlememekte, dinlediklerinde bile ne yaparlarsa yapsınlar ancak onun aleyhine eyleyebilmektedir.
Bir fragmanlar kakafonisi olan Ankara’nın toplulukları, birbirini hakir göredursun, iktidar savaşında Yenişehir’i ele geçirenler de dâhil kimse bu çatışmadan elinde mekânsal bir zaferle ayrılamadı tam olarak. Yenişehir 70’lere kadar süren kısa soluklu yükselişini, herhangi bir iktidara boyun eğmeyip özerkliğini kazanma umudunu yitirdiği üzere, kamusal alan hayalinin yittiği bir diğer anıdan ibarettir. Tıpkı sallanıp devrilen kavak gibi, kitabın erişiminin ötesinde bir zamanda, Mevhibe Hanım’ın apartmanı yıkıldı. Geriye ait olamamak ilkesiyle yapılan eğreti mimarilerin kirliliği, çözümsüzlüğü kaldı.