Aleksiyeviç hepsi birbiriyle bağlantılı insan hayatlarının tekilliğine inanıyor, fısıltıları topluyor, onlara bir biçim, mümtaz bir üslup kazandırıyor. Nihai ürün bir kurgu değil, özgün bir anlatı; gerçek insanların gerçek hikâyeleri
22 Eylül 2016 13:05
İhtiyar işçi emeklisi Marina Tihonovna, televizyonun karşısında her zamanki yerine kurulmuş otururken, yan bahçeden yükselen alışılmadık seslerle irkildi: acı çeken bir adamdan yükselen iniltiler, gençten bir çocuğun çığlıkları, feryatlar. Kendisi gibi emekli olan iyi huylu komşusu 63 yaşındaki Aleksandr Porfiryeviç (Saşka) bahçede, yerde yatıyordu. Mobilya fabrikasındaki otuz yıllık çalışmasının ardından emekliye sevk edilen Saşka, o sabah salatalık bostanında başına aseton döküp kendini ateşe vermişti. Evinde bir not bulundu: “Torunları iyi yetiştirin. Hoşça kalın.” Komşusundan hep sevgi ve özlemle bahseden Marina Tihonovna yıllar sonra bile şaşkınlık içindeydi: “Yabancı bir genç... öğrenci... yanından geçiyormuş, bakmış; adam yanıyor! Oturmuş bostanda, kamburu çıkmış ve öylece yanıyor. Duman çıkarıyor. Susuyor! Sonra bize şöyle dedi: ‘Susmuş, yanıyor.’ Canlı bir adam... Sabahleyin oğlu kapımı çaldı: ‘Babam öldü.’ Tabutta yatıyordu... Onun elleri mahirdi! Her iş gelirdi elinden. Marangozluk da, taş ustalığı da. Herkeste onun bir hatırası kaldı; birinde masa, birinde kitap rafı... Etajerler...”
Sessizce yaşayıp sessizce ölen maharetli Saşka’nın korkunç intiharı, post-Sovyet dönemde yaşanan toplumsal travmanın en çarpıcı örneklerinden biri. Svetlana Aleksiyeviç’in kitapları, Saşka’nın eski yurttaşlarının sayısız anlatısıyla dolu: zaferi ve yenilgiyi yakından tanıyan bir yüzyılın, –Osman Akınhay’ın Jorge Semprun’dan alıntıladığı gibi– “şafağında verdiği sözleri tan vaktinde tutamamış bir yüzyılın” evlatlarının anlatıları bunlar. Geçtiğimiz yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Svetlana Aleksiyeviç’in sözlü tarih anlatısı İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu, Sabri Gürses’in titiz çevirisiyle ve Kafka Kitap etiketiyle bu hafta yayınlanıyor.[1] İkinci El Zaman’ı iki gün gibi kısa bir sürede, keder ve biraz da haşyetle okudum; hem böyle sarsıcı bir eser beklemiyordum hem de, muhtemelen, sıradan insan hikâyelerinin ihtişamına, olağan görünendeki olağanüstünün göz alıcı etkisine epey zamandır uzak kalmıştım.
Svetlana Aleksiyeviç’i yıkıntıların arasında dolaşan incelikli bir gözlemci olarak hayal ediyorum; diğer hikâyelere, oluşlara ve ruhlara değen eşsiz bir ruh olarak. Aleksiyeviç, tarihin büyük gelgitleriyle bitap düşmüş eski Sovyet yurttaşına, vaktiyle muhkem görünen Anavatanın enkazının başında şaşkınlıkla dikilen sıradan insanlara kulak veriyor; hepsi birbiriyle bağlantılı insan hayatlarının tekilliğine inanıyor, fısıltıları topluyor, onlara bir biçim, mümtaz bir üslup kazandırıyor. Nihai ürün bir kurgu değil, özgün bir anlatı; gerçek insanların gerçek hikâyeleri.
Nobel Komitesi, Aleksiyeviç’in –çok yerinde bir ifadeyle– “duyguların ve ruhun tarihini” yazdığını, “yeni bir edebi tür” yarattığını ifade etmişti. Aleksiyeviç de, ödülünü alırken “söz”e yönelik tutkusundan bahsetmişti: “İnsan hayatının, edebiyata kazandıramadığımız sözlü bir kısmı var. Henüz değer biçmediğimiz, bizi şaşırtmayan, kendine hayran bıraktırmayan bir yan bu. Beni ise büyüleyen ve kendine esir eden şey. İnsanın konuşmasını seviyorum. Tek başına bir insan sesini seviyorum. En büyük aşkım, en büyük tutkum bu.”[2]
Belaruslu yazar anlattığı şeylerin bir parçası aynı zamanda. Bir gözlemci olduğu doğru, ama soğukkanlı, tarafsız, mesafeli bir gözlemci değil o. Duyguların katı yürekli vakanüvisi de değil; daha çok, sizi dinlemeye hazır bir kız kardeş gibi. Kahramanlarıyla birlikte gözyaşı döküyor (ikimiz de ağlıyoruz), kalkıp gitmeye yelteniyor, başını öte yana çeviriyor… Aleksiyeviç kahramanlarıyla (bir romanın kurgusal kahramanları değiller, yine de onlardan böyle bahsetmem gerek) mesafesini korumuyor; özellikle yapıyor bunu. Ama bu mesafesizlik, onları konuşturmak için izlediği bir yöntemden mi ibaret? Ama hayır, sesi onların sesine karışıyor; çünkü bu tarihin bir tanığı, öznesi, katılımcısı ve çıkıntısı. Sosyalist Anavatanda doğmuş, ikisi de öğretmen olan inançlı komünist ebeveynlerinin yurtsever terbiyesiyle büyümüş; gazetecilik yapmış, güler yüzlü bir sosyalizme inanmış, adalet ve kardeşlik için ter dökmüş. Bir piyonerka, komsomolka, ardından parti üyesi. Ancak sonrası hayal kırıklığı; Afganistan savaşı, Çernobil sonrası karartma, gazetecilik faaliyetlerinin engellenmesi, sansür komisyonu… Taltif edilmiş, sonra aşağılanmış. Bütün bir komünist ütopyadan vazgeçtiğini açıklarken, babasının gözyaşlarına boğulduğunu söylüyor.
Hayır, bu tanıdık bir hikâye. Aleksiyeviç’in yaşamı, teorilerle açıklanabilecek ama sağaltılamayacak bir hayal kırıklığının, Sovyet yurttaşlarını olduğu kadar “dışarıdaki” bütün bir devrimciler kuşağını yarıp geçen hüsranın bir parçası. Anlatının bir yanında Aleksiyeviç var, diğer yanında ölümünü anlattığı Timeryan Zinatov. Zinatov bir savaş gazisi, Tatar milliyetinden inançlı bir komünist, ‘41 yılında Almanlara karşı savunduğu Brest Kalesi’nde yaralı halde esir düşmüş. Kalenin bodrumuna süngüsüyle yazdığı yazı halen orada duruyor: “Ölüyorum, ama teslim de olmuyorum. Elveda Vatanım!” Toplama kampından firar etmiş, tekrar Kızıl Ordu’ya katılmış, Berlin’de sokak sokak çarpışmış. Sovyetlerin yıkılmasının ardından komünistlere yönelen küfür ve aşağılanmaları gururuna yediremiyor, inandığı bütün değerlerin yok sayılmasına öfkeleniyor ve kanıyla savunduğu Brest Kalesi’nin yanında yük treninin altına atlayarak intihar ediyor. Geride iç burkan bir mektup bırakarak. Zinatov’un intiharı, eski Sovyet ülkelerinde bir salgın gibi yayılan sayısız intihardan yalnızca biri. Müntehirler umudun yitimini, dünyanın mevcut halini, sefaleti protesto ediyor; onlara bütün hayatlarının bir yalan üzerine kurulu olduğu, korkunç bir hatadan, bir yanlış anlamadan ibaret olduğu söylenmiş. Ölüm: bazen tek çıkış yolu.
Sovyetler kanlı yirminci yüzyılın neredeyse bütün yükünü omuzladı. Yıkılan bir imparatorluğun yerine inşa edilen bir birlik, geri kalmış köylü toplumu, kanlı iç savaş ve kıtlık yılları, sanayileşme hamleleri, ‘36 yargılamaları, 30 milyona yakın Sovyet yurttaşının ölümüyle sonlanan bir dünya savaşı, dünya devriminin Mekke’si haline geliş, soğuk savaş ve uluslararası gerilimler; Sovyet uygarlığı, bir ülkenin kaldırabileceğinden çok daha fazlasını 70 yıla sığdırdı. Belki de bu yüzden söz konusu uygarlığa soğukkanlılıkla yaklaşmakta zorlanıyoruz: oysa Sovyetler ne gulaglardan ibaret ne holodomordan; uzay araştırmaları, bilimsel ilerleme, enternasyonalist kardeşlik ve sınıfsız bir dünya ideali de orada, iç istihbarat ağlarının yıldırıcı istibdadı da. Ne “yeni insan” var orada ne de bütünüyle “eski insan”. Kahramanlar kadar bürokratların da tarihi bu, umut kadar hüsranın da, fedakârlık kadar yenilginin de. Çinli bir devrimcinin, Fransız Devrimi’nden 150 yıl sonra “henüz Fransız Devrimi’nden konuşmak için çok erken,” demesi geliyor aklıma; belki de Sovyetler hakkında konuşmak için çok erken.
Ama meselemiz Sovyetlerden ziyade, biraz da istihzayla anılan homo-sovieticus; onun trajedisi. Gorbaçov’un Perestroyka ve Glasnostuyla yeşeren umutlar, dağılma ve bozgunla, kapitalizmin ve paranın mutlak hükümranlığıyla bitti. Artık her şey parayla ölçülür oldu. Hayal kırıklığı. 1922’den beri parti üyesi olan ihtiyar Vasili Petroviç’in büyük bir kederle yazarımıza söylediği gibi: “Dükkânlar salam dolu, ama mutlu insan yok. Alev alev gözlerle bakan kimse görmüyorum.” GKÇP’nin darbe girişimi, dağılma sonrası karmaşa ve kriz, mafyatik bir kapitalizmin hızlı inşası, Yeltsinler, piyasacı Gaydarlar; bütün bunlar, bazı yurttaşlar için Anavatan savunmasının kanlı günlerinden bile beter görünüyordu.
Kimisi yeni dönemi, Ostrovski’nin biraz gerçekdışı Korçagin’inden, Gogol’ün ölü canlar toplayan uyanık ve realist Çiçikov’una ya da Çernişevski’nin prototip Pavlovna’sından Pelevin’in P Kuşağı’na acı verici bir ricat olarak yorumlamakta ısrarcı olabilir; ama bazıları, en kötü cehennemi bile Sovyet yaşamına yeğ görüyor. “Biznes”in büyüsü yeni kuşakları sarıp sarmalamış, yabancı bir dünyaya ait sayılan eski kuşaklar sistemin dışına itilmiş. İnsanlar birbirini kurşunluyor, kiliselere gidiyor, meydanlara doluşuyor (elde bazen Stalin’in resmi, bazen maktul Çar’ın portresi), intihar ediyor ya da soluksuz kalana kadar votka içiyor. İşte bu, yeni vatan.
İsimsiz bir yurttaşın Aleksiyeviç’e söylediği gibi: “Önce arkadaşlığımız kayboldu... Herkesin birtakım işleri çıktı; para kazanmak gerekliydi. Daha önce bu paralar bizim neyimize gerek diye düşünürdük... Bizim üzerimizde hiçbir güçleri yok gibiydi... Kitap kurdu kızlar ve oğlanlar... Oda bitkileri... Beklediğimiz yeni hayata uyumlu olmadığımız ortaya çıkmıştı. Başka bir şey bekliyorduk biz, bunu değil. Bir yığın romantik kitap okumuştuk, ama hayat bizi tekme tokat başka yöne fırlattı.”
Aleksiyeviç’in kahramanları (onlardan “kahraman” olarak bahsetmekte ısrarcı davrandığımı görüyorsunuz) sürekli acılardan ve hayal kırıklıklarından bahsediyor; anonim sesin sahibi, bunun Rus ruhu için “bir kavrama biçimi” olduğunu öne sürüyor. Pek çok çatallı yola sahip insan hakikatlerini bir biçime indirgemek zor; ama anonim ses haksız sayılmaz. Aksi halde, âşıklarla müntehirlerin neden aynı yolu izlediğini açıklamakta zorlanırız. Aleksiyeviç’in peşine düştüğü kahramanlardan Elena Razduyeva, kocasını ve üç çocuğunu terk edip müebbetlik bir katilin yoluna kendini adıyor örneğin. O yolda mahvoluyor. Gerçi, en azından modern edebiyat bağlamında, aşkta irrasyonel davranışın hazzına Dostoyevski’den beri aşinayız. Ya da şairliğinin hakkını vermek için 14 yaşında kendini asan genç şair İgor Poglazov’u düşünelim: yaşadığımız piyasa çağına onun çocuksu romantizmini yakıştıramıyoruz.
Aleksiyeviç kederle aktarıyor hikâyelerini, ama sesinde hiç öfke yok, intikam isteği de yok. Ona yakın ya da uzak olmalarını umursamıyor, insanlarını seviyor. Bize taşıdığı kahramanları, onların imgelerini bu yüzden sevdim.
Yine de, her kitaptan geriye yalnızca bir imge kalır: benim payıma Saşka düştü. Düşünüyorum ki, keşke bunlar birer kurgu olsaydı ve Saşka huzur içinde yaşayıp ölseydi. Edebiyat bazen güzeldir; daha doğrusu bazı şeyleri edebiyat aracılığıyla güzelleştirme imkânına sahibiz. Ama yaşamın hakikati çoğunlukla korkunç oluyor. Maharetli, sakin, çalışkan Saşka. Perestroykayı, tarihi, sloganları, yenilgileri ve anlatıları aşan görüntüsü gözümden hiç gitmiyor; bostanda tek başına oturmuş, sessizce, kimseye yük olmadan, bir söğüt dalı gibi ağır ağır yanan ihtiyarcık. Marina Tihonovna’nın dediğine göre hep ağaçlardan bahsedermiş: “Çam güzel bir çay gibi kokar, akağaçtaysa neşeli bir koku vardır.” Kesinlikle öyle sevgili Saşka. Kesinlikle öyle.