Isahag Uygar Eskiciyan bir hâli anlatmakla yetinmiyor, eyleme döküyor...
21 Temmuz 2016 13:30
Isahag Uygar Eskiciyan anti-roman denilebilecek son kitabı Zift’te hem çok tanıdık hem de yepyeni bir şey yapıyor. Tanıdık ve ciddi bir 'geceye övgü’ haliyle, son dönem yerli edebiyatta pek rastlanmayan deneysel, parçalı, ‘yepyeni’ bir edebî üslubu birleştiriyor. Bir yandan gündüz karşısına ‘gece’yi, yeryüzünün karşısına ‘yeraltı’nı koyarak radikal, redde dayalı bir varoluşa çağrı yaparken, bir yandan da edebiyatı bu çağrı için ‘deneysel’ bir performans alanına dönüştürüyor. Okura yaptığı çağrıyı (geceye bürünmek, dünyanın mevcut hâlini karanlığa boğmak, yeraltına inmek, yani ‘zift’e ulaşmak) yazıda da bizzat uygulayarak, yeni bir edebiyat alanı yaratıyor. Şöyle de demek mümkün: Bu bir anlatı değil, edebiyata karşı duran edebî bir performans. Sayfalar metin değil, adeta kara ve radikal birer eylem parçası. Eskiciyan bir hâli anlatmakla yetinmiyor, eyleme döküyor. Eylemsel ve düşünsel çağrısı, dilsel eylemde karşılık buluyor. Mevcut hayata karşı yaptığı topyekûn yıkım çağrısını, bir ‘gerilla-yazar’ olarak yaptığı düzensiz saldırılarla edebiyata karşı da uyguluyor.
Önce Eskiciyan’ın ‘eylemsel ve düşünsel çağrı’sının ne olduğuna bakalım. Dünya hâline verip veriştiren, öfkeli bir ses, sayıklar gibi konuşarak okuru her şeyi bırakmaya, kendini kurtarıcı bir felakete (dünyanın mevcut hâlinin kararması) bırakmaya davet ediyor. Bir yeraltına inme çağrısı bu. Ama gündelik ve hafiften marjinal bir ‘yeraltı’ değil, şeylerin karardığı, epistemolojik ve ontolojik bir yeraltı. Felsefi anlamda yeraltı, dünyayı yöneten kötü aklın kararması, mevcut haliyle anlamın kararması. “Karaları toplayın, yürüyoruz, susmuyoruz, tüm renklere çalmaya geliyoruz karanlığı,” diyor metinde konuşan ses. Bu tehditkâr ton ve karanlığa, yeraltına yapılan çağrı ister istemez Yeraltından Notlar’ı akla getiriyor. Ama Dostoyevski’nin yeraltı adamının yeraltıyla kurduğu ikircikli ilişki, önce ‘yaşasın yeraltı’ diyip, sonra ‘kahrolsun yeraltı’na geçişi, bu metinde yok. Metnin sonuna kadar bu yeraltı çağrısı müthiş bir tutku ve kararlılıkla sürdürülüyor, zaten metnin kendisi de yavaş yavaş o ‘yeraltı’na, anlatıcının bahsettiği ‘büyük gece’ye dönüşüyor. O büyük gecenin kendisi oluyor.
Burada geceye yüklenen anlam radikal bir jesti içeriyor. Topyekûn bir reddiyeyi. İyi anlamda ‘genç’ bir öfke; dünyaya alışamamış ve alışmak da istemeyen bir bakış bu. “Benim gözlerim sizin ışıklarınıza kapalı / ben bir hayvanım / ben bir zenciyim" diyen ve ortalığı birbirine katıp, bir firar çizgisini benimseyen Rimbaud’yu akla getiriyor. Dünyanın ışıklarına gözlerini kapatma hareketini kitaptaki anlatıcı da sık sık tekrarlıyor. Hiçbir şey yoksa bile "gözkapaklarınızı deneyin" diyor okura, kendinizi karanlığa boğulun ki dünyadaki mevcut görme biçimlerinin dışına çıkıp, kendi varlığınızı kurmaya ilk adımı atın. Kendi felaketimizi kurmak, dünyanın dışına adım atmak politik bir göreve de dönüşüyor. Madem ki uygar dünya her hâlimizi ‘kimlikler’ üzerinden tanımlayıp, bize bir kimlik hapishanesi kuruyor, o zaman bir kararma bizi kurtaracaktır. Adlandırma ve kontrol mekanizmaları da böylece bertaraf edilebilir. “Büyük gece çıkacak ya da biz ineceğiz ona, sonra tüm kimliklerimiz ıslak toprak olacak… Artık isimlerimizle gösterilmeyeceğiz. Karanlık çöküyor. Az kaldı.”
Bu isimsizleşme, ad-dışı olma arzusu, tabii ki bir özgürleşme arzusu. Güya akılla yönetilen bir dünyada aklın dışına çıkıp, ‘delirmiş’ bir hali arzulamak da bu özgürlük arzusunun bir parçası. Zift’in anlatıcı sesi bir yerde açıkça şöyle diyor: “Bir deliye, bir taşa dönüşme arzusundayım. Evet, bu doğru.” Bu delilik propagandasına ‘taş’ın eşlik etmesi de önemli: sabit, durağan bir taş değil, her an dünyaya fırlatılabilecek bir taş. Bir çocuğun fırlatacağı taş da olabilir, bir delinin atacağı taş da. Ya da bir panzere karşı fırlatılan sembolik önemi büyük politik bir taş da. Ya da sıkıcı bir oturma odasının camına atılan bir taş. Mesela: “Eve varamıyoruz. Evler düşmanımız. Pahalı kanepelere gömülmek, toplumsal vicdan, oturma grupları.” Herkesin bildiği gibi, ev ‘iyi’ çocukların yeridir, dışarısıysa, ‘kötü’ çocukların. Oğuz Atay da yeni, ‘kötü’ bir nesil yetişmesini istiyordu: “Biliyor musunuz Albayım ne olmalı? Yeni bir gençlik yetişmeli: altı metre, dokuz metre, on iki metre boyunda. Her biri bir kattan hesap sormalı: Neden duvarınıza mısır püskülü astınız? Ha-ha.”
Burada gece ve gündüze yüklenen anlamların tersine çevrilmesiyle birlikte, birçok ‘demonik’ anlatı da olduğu gibi, iyi-kötü dengesi de sarsılıyor. Gecede, dipte, yeraltında kalanlar aslında dünyada öğretildiği gibi ‘dünyanın kötüleri’ değil, o kötülüklerden uzak duranlar olabiliyor. Yazar karanlığa yaptığı çağrıyla bu ihtimali de yineliyor: “İyi insanların kaldığı bir kuyu biliyorum. İyi insanların kaldığı bir dip.” Ve gece-karanlık övgüsünü (güya’) ‘aydınlık’ tarafta kalanlara alaycı bir ithamla bitiriyor: “Tenden çok elbiseyle ilgilenenler, gizden çok ilan edilenle ilgilenenler, terden çok suyla ilgilenenler sizi gayet iyi anlıyorum, karanlığa varamadınız. Benim için lanetli aydınlık.” Alın size gerçek yeraltı hissiyatı ve edebiyatı.
Eskiciyan’ın edebiyatı bir ‘yazı’ değil, eylem biçimine dönüştürdüğünü söylemiştim. Burada yeni, performatif bir yazma hâli var. Yazar bir yandan dünyaya dair bir ‘yıkım’ çağrısı yaparken, edebiyatı da yıkıyor, insanlara kendilerini ‘gece’den başlayarak sıfırdan kurmalarını söylerken kendini de bir yazar ve kişi olarak kurmaya çalışıyor. Tamamlanmış bir metin değil bu, akış hâlinde, sayfa sayfa oluşan bir metin. Bunu Deleuze’ün ‘oluş’ hali dediği şeyle açıklayabiliriz. Deleuze birçok şeyi olduğu gibi edebiyatı da akışlar, yoğunluklar ve ‘oluş’ üzerinden tanımlıyor. “Edebiyat ve Yaşam” adlı metninde şöyle diyor: “Yazmak, yaşanmış maddeye bir biçim (ifade biçimi) dayatmak değildir kuşkusuz. Edebiyat, Gombrowictz’in yaptığı ve söylediği gibi, daha ziyade biçimsizden ya da tamamlanmamışlıktan yanadır. Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman oluş halinde olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış maddeyi aşan bir oluş meselesidir…”
Zift’teki anlatıcı sesin kendini kurma çabası ve kendini dağıtma eğilimi, benzer bir isme sahip olduğu (ve muhtemelen de açık bir gönderme yaptığı) Gece’de Bilge Karasu’nun yazarı öldürüp, anlatıyı parçalamasına benziyor. Hatırlayalım, bir ‘büyük gece’ atmosferini anlatan Karasu da kontrol mekanizmalarından özgürleşmek ve yeni bir kontrol mekanizması kurmamak için anlatıcı kişiyi ve metnin omurgalarını ortadan kaldırıyor, sonlara doğru da bir ‘sayıklama’ metni ortaya koyuyordu. Bu sayıklamanın özgürlüğünü sahiplenmek demek. Dil ve düşünce kalıplarının hegemonyasını kırmak demek. Eskiciyan okurlar için kurduğu karanlık ütopyada (distopya değil) dilin de başka türlü olacağını, bir oluş ve akışa kapılacağını söylüyor: “İnsanlar ve şeylerin adını anmayacağız... her şey tahmin ettiğin gibi karmaşa. Düzgün ve kurallı cümle beklemek ihanet sayılacak.” Sonra da ekliyor: “Asla kurallı metinlerde ölmeyeceğiz.” Edebiyatı ve ‘edebiyatçıyı’ da da özgürleştiren bir oluş metni bu; yıkım esnasında kalan parçaları sunmakla yetiniyor ve bir yıkım peformansını bozacak ‘edebî metin’den bilerek uzak duruyor, sonlara doğru da açıkça şöyle diyor: “Az daha büyük geceye ihanetle yarışacak açıklayıcı anlatımlarla bir edebi metne girecektim. Haşa!”
Burada ‘edebî metin’ yerine sayıklamanın tercih edilmesi de Deleuze’ün aynı metinde edebiyata dair söylediklerini yansıtıyor. Önce Proust’a referansla ‘Dili savunmanın tek yolu dile saldırmaktır” dedikten sonra, edebiyatı bir ‘sabuklama’ ya da ‘sayıklama’ olarak tanımlıyor. Hâkim düşünce yapılarının dışına taşan bir sayıklama, özgürlük ihtimalini de barındırır, Deleuze’e göre. “Edebiyat… dilin öteki-oluşu… majör dilin bir minörleşmesi, onu alıp götüren bir sabuklama, egemen sistemden kaçan bir çadı çizgisi”dir diyor. Bu kaçış çizgisi, başka türlü bir dünyanın inşası için elzemdir. Zift de bunu yapıyor. Büyük gece yaklaşırken, dil ve hikaye de o kurtarıcı kıyametin etkisine giriyor, şöyle: “Çukurlar doldurulmayacak. Yarıklar kapatılmayacak. İlaçlar içilmeyecek. Zamirler serbest alacak. İsimler tek tek fotosenteze maruz kalacak… Gece için. Büyük gece için… Bağlantı eklem yerinden kopacak, öykü bütün duvarlarda, tavanlarda ve aralarında seslerle asılacak. Senin hakkından alfabe gelecek dünya.”
Özellikle de son cümle, (‘senin hakkında alfabe gelecek dünya’) dünyayı dille kuran (ve de yıkabilen) edebiyatın o acayip gücünü okura hissettiriyor ve yıkım projesini tamamlamış oluyor.
Metnin sonlarına doğru bu parçalanma ve yıkım hali iyiden iyiye görünürlük kazanıyor. Tuhaf bir ‘günlük’ bölümü var. Kelimeler ve anlamlar birbirine giriyor. Mesela gün adları yerine sayfaların başında nesne adlarını görüyoruz. Günlerin yerini ‘kapı,’ ‘iğne,’ ve ‘taş’ gibi nesneler alıyor. Rene Magritte’in o meşhur ‘Rüyaların Anahtarı’ tablosunda olduğu gibi. O tabloda mesela at resmi altında ‘kapı’ saat resmi altında ‘rüzgar’ yazar. Böylece olağan anlam kesintiye uğratılır. Gerçek denilen şey yerini rüyalardaki gerçeküstüne bırakır. Zift de bu gerçeküstü damara doğru ilerleyerek, eylemini gerçeküstücü bir yazma-eylemine dönüştürüyor. Gerçeği yıkma çağrısı da böylece nihayetine eriyor.
Kitabın gitgide karardığını söylemiştim. Sonlara doğru o kararmanın görsel hali de sunuluyor. Önce sayfalarda beliren karartı, son sayfayı fiziksel olarak kaplıyor. Maleviç’in anlamı soğuran o ‘Siyah Kare’sinin edebi versiyonu. Delilik ve edebiyat üstüne yazdığım bir yazıda, biri çıkıp Pollock’un resimde yaptığı şeyi edebiyatta yapsa, bunu okumaya hazır olmayabiliriz demiştim. Şimdi karşımızda en azından Magritte ve Maleviç’in yaptığını edebiyatla yapan bir metin var. Gerçek bir absürd-yeraltı metni. Hem de karanlık romantizmine saplanıp kalan değil, karanlık metaforu aracılığıyla daha hakiki ve açık uçlu bir hayata çağrı yapan bir yeraltı metni. Metinden bir çağrıyla bitireyim bu yazıyı:
“Gece olunuz, olabiliniz, ol
Karanlık olunuz, olabiliniz, ol
Mana düşsün!
Olunuz, olabiliniz, ol!”