Çağdaş İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Geoff Dyer, Zona’da sinemanın büyük yönetmeni Andrey Tarkovski’nin başyapıtı Stalker’ı plan plan analiz ediyor
Zona/ Bir Odaya Yapılan Bir Yolculuk Üzerine Bir Film Üzerine Bir Kitap, İngiliz romancı, deneme, inceleme ve eleştiri yazarı Geoff Dyer’ın, Rus yönetmen Tarkovski’nin 1979 tarihli başyapıtı Stalker’ı (İz Sürücü) konu alan bir inceleme kitabı– ya da yazarın deyimiyle, “özetin tersi”. Zira Dyer, bu görece kısa kitapta Stalker’ı plan plan analiz edip yanı sıra epey çeşitli başka konuları da irdeleme fırsatı buluyor.
Boris ve Arkadiy Strugatski’nin bilimkurgu romanı Yol Kenarında Piknik’ten oldukça serbest bir şekilde uyarlanan Stalker, belirsiz bir ülkede, belirsiz bir zamanda orta yaşlı üç erkeğin –Yazar, Profesör ve onlara kılavuzluk eden İz Sürücü–, dikenli tellerle çevrili yasak bölgeye, yani “Bölge”ye yolculuklarını anlatır (Zona Rusça “bölge” anlamına gelir). Askerlerin sıkı kontrolü altındaki bu gizemli alanın kalbinde bir Oda vardır ve bir rivayete göre, Oda’ya giren kişinin en derindeki arzusu gerçekleşecektir. Bölge’nin neden tecrit edildiği ve Oda’nın bu gücü nereden aldığı meçhuldür– filmin başlarında gelen jenerikte, “Bir çeşit meteor ya da uzaylı ziyareti neticesinde bir mucize meydana geldi: Bölge. Oraya birlikler gönderildi. Geri dönmediler. Çevresi dikenli teller ve polis kordonuyla kuşatıldı…” diye yazar. Bu belirsizlik, yönetmen Tarkovski’ye, inanç, varoluş, mutluluk, hayat mucizesi –ya da cefası– gibi birçok “derin” mevzuu işleme olanağı verir.
Farklı okumalara açık bir film
Kimilerince 20. yüzyıl sinemasının başyapıtlarından sayılan Sovyet yapımı Stalker, aynı zamanda tarihin en zor filmlerinden biridir. Hangi zamanda ve hangi ülkede geçtiğinin belirsiz olması, Dyer’ın sözleriyle, “yansıdığı ekranın ötesindeki dünyayla ne gibi bir ilişki kurduğu konusunda seyircileri merakta bırakması,” birçok farklı okumaya olanak verir. Örneğin vizyona girdiği dönemde, daha çok Sovyetler Birliği’ndeki rejimin bir tür alegorisi olarak yorumlanmıştı. Ancak Çernobil ve 11 Eylül gibi faciaların yaşandığı ama dahası, “Top Gear’ın yayın hakları(nın) tüm dünyaya satılmış olduğu” ve Sovyetlerden farklı olarak, “yönetmenin Ayna veya Stalker gibi filmler çekmesine imkân tanımayacak, Batı’ya özgü daha sinsi ve üstü kapalı bir sansür rejiminin” mutlak hâkimiyet kurduğu günümüzde, Tarkovski’nin yarattığı bu alan çok çeşitli yorumlara kapı aralar.
Zira filmin ilk yarım saatlik diliminde gelen, ağırlığıyla ünlü o benzersiz yolculuk sekansını anlatırken, Dyer fena halde o üçlüye eşlik etmek ihtiyacı içinde olduğunu yazar. Asker ve polis kordonunu aşıp, tren raylarında tuhaf bir taşıtla “rüya zamanına” veya Calasso’nun Kafka’nın romanları Dava ve Şato için söylediği gibi, “bu dünyada üstü kapalı bir şekilde var olduğundan şüphe ettiğimiz gizli dünyaya” doğru yol alan o şaşkın mı şaşkın üçlüye gıpta etmesinin nedeni, “İz Sürücü’nün iddia ettiği gibi, dünyanın bir cezaevi haline gelmesi” değildir, “dünya ekranlarında –televizyonlarda, sinemalarda, bilgisayarlarda– gösterilenler en fazla şebeklere hitap edecek düzeyde” olduğu içindir. Çünkü “Bölge taviz vermez, bozulmamış değere mekân olan bir yer; bir barınak ve sığınma yeri”dir yazara göre. “Ayrıca klişeden de sığınma yeri”dir. “Tarkovski’nin bir başka erdemidir bu” diye noktayı koyar Dyer: “klişenin bırakın hoş görülmeyi, geleneklere sorgu sualsiz bağlılık biçiminde beklendiği bir sanat dalında klişeden mutlak surette muaftır.”
Zona’nın en güzel bölümleri, Dyer’ın, yönetmenin o benzersiz planlarını ele aldığı kısımlar. Örneğin filme mekân olan Bölge’yi yönetmenin nasıl, ne yolla gizemli kıldığını anlatırken onun doğaya ve kültür üretimi nesnelere yaklaşımını şu cümlelerle özetler: “Ne zaman ki insan doğayla etkileşim içindedir ve o manzara, imal edilmiş ya da değişmiş olarak doğa tarafından geri kazanılma sürecindedir –Tarkovski için sonsuz bir büyülenme kaynağıdır bu– işte o zaman, onun ‘içsel anlamı’nın en güçlü şekilde hissedilmesi söz konusudur.” Hemen herkesin sembolik anlamını merak ettiği –ve bu tip sorularla Tarkovski’yi çileden çıkardığı–, akıp giden suların içine dağılmış, doğayla iç içe geçen insan hüneri objeleri sergileyen planları basit analizlere tabi tutmak yerine, Wordsworth’ün felsefi şiir dizisi Prelüd ’den ya da Rilke’nin Duino Ağıtları’ndan dizelerle okur Dyer. Ancak yine de, “Tarkovski ‘hakkındaki’ klişe”ye karşıtlık oluşturacak şekilde, onu sinemanın şairi olarak görmeyi reddeder: “Ayrımsadığı ve yaşayan bir büyüyle nüfuz ettiği basit şeyler, her zaman tam da oldukları gibi kalır” der ve ekler: “Manevi bir yaşantıları var mıdır? Olsa bile, sanatçının onlara bahşettiği bir şey değildir de bu, daha ziyade, bir doğa manzarasından bekleyeceğimiz yegâne maneviyat olarak, bir ağacın ağaç-lığına ve bir rüzgârın rüzgâr-lığına karşılık vermesidir.”
Wordsworth ve Rilke’den başka birçok yazar ve düşünüre atıfta bulunuyor Dyer. Örneğin o tekinsiz Bölge’nin sınırlarını –bu sınırların belirsizliğini; her an her yerde oluşunu– Kafka’nın aforizmalarıyla belirlemeyi deniyor. O üçlünün Bölge’nin içinde yol alırken izledikleri döngüsel rotaya, Kundera’nın romanı Ölümsüzlük’te irdelediği, rota ile yol arasındaki fark üzerinden kafa yoruyor. İz Sürücü’nün engelli kızının bakışlarıyla bir bardağı hareket ettirdiği o elegelmez müthiş sahneyi –Japon- işi ve son derece çarpık okuması üzerinden– Kenzabure Oe’nin yorumlarıyla diyalog içinde değerlendiriyor. Yönetmenin “bir diğer başyapıtı” Ayna’nın özgün üslubuna, Flaubert’in “biçemin yaratıcısının iradesi kadar özgür olduğu, hiçbir şey hakkında bir kitap yazma” mütalaasından yola çıkarak açıklık getiriyor. “Tanrı’ya adadığı filmler çeken” Tarkovski’yi temsil ettiği varsayılan İz Sürücü’nün inanç bunalımlarını William James, Nietzsche, Unamuno gibi düşünürlerden esinle yorumluyor. The Ongoing Moment adlı (2005), fotoğraf sanatı üzerine bir inceleme kitabının da yazarı olan Dyer, fotoğraf sanatına da değinerek günümüzün önde gelen sanatçılarının filmden seneler sonra çektikleri karelerde, Tarkovski’nin estetiğinin izlerini buluyor.
Günümüz sineması hakkında yazmaktan da geri durmuyor Dyer. Örneğin “film içinde film alıntılarının en güzel örneklerinden biri olarak” Nuri Bilge Ceylan’ın 2002 tarihli filmi Uzak üzerine üç sayfayı bulan bir not düşüyor
Sinema sanatı hakkında yorumlar ve ilginç anekdotlar da aktarıyor Dyer. Örneğin Tarkovski’nin estetiğindeki “basitlik üzerine kurulu içsel büyü” hakkında yazarken, onun Antonioni’nin Kızıl Çöl filmine yönelttiği ağır eleştirisinden faydalanıyor – “Kızıl Çöl’ü, Çığlık’tan sonra yaptığı en kötü filmdi” sözleriyle filmi eleştirmiş Tarkovski. Kitap boyunca Tarkovski’nin düşünceleri, onun saygı duyduğu iki yönetmenden biri olan Robert Bresson’dan veciz sözlerle destekleniyor – örneğin,“Senin yokluğunda belki de asla görünmeyecek olanı görünür kıl”. Sinema tarihine de değinen yazar, örneğin o uzun tren yolu sekansından hemen öncesinde gelen vurdulu kırdılı, o pek “stilize” sekansları, sinema türlerinin –savaş, gerilim, macera– estetiğini belirleyen filmlere referanslarla yorumluyor.
Günümüz sineması hakkında yazmaktan da geri durmuyor Dyer. Örneğin “film içinde film alıntılarının en güzel örneklerinden biri olarak” Nuri Bilge Ceylan’ın 2002 tarihli filmi Uzak üzerine üç sayfayı bulan bir not düşüyor. Lakin lafı geldiğinde, sinema sanatının nasıl “iç edildiği” hakkındaki düşüncelerini asla esirgemiyor. Örneğin (Theodoros) Angelopoulos’un 1995 tarihli bol ödüllü filmi Ulis’in Bakışı, yazara göre sanat sinemasına çakılmış son çivilerden biri olmaktan öte gidemiyor. Lars von Trier’in “Tarkovski’ye adadığı” 2009 tarihli filmi Antichrist ise, kelimenin tam anlamıyla yazarın hışmına uğruyor – “Sinemanın imkânlarının ince bir işçilikle ziyan edildiği bir saçmalıktan başka bir şey değil” diye sonlandırıyor sövgüsünü. Ya da bugünlerde ülkemizde beğeniyle izlenen Leviathan’ın yönetmeni Andrey Zvyagintsev’in ilk iki filmi Dönüş (2003) ve Sürgün’ü (2007), yönetmenin Tarkovski’yle kurduğu son derece ikircikli baba- oğul ilişkisi üzerinden incelikle analize tabi tutuyor.
Zona yapısıyla ilginç bir inceleme kitabı; adeta “dipnot”tan terfi ederek ana metinle aynı ağırlığa sahip yan- metinler haline gelen notlarla dallanıp budaklanıyor. Bu notların en ilginçleri filmin kamera arkası, çekim ve yapım aşaması hakkında olanları –ekibin dehşet içki âlemlerinden tutun, bilinmeyen bir nedenle tahrip olup çöpe giden çekimlere; sonu gelmez yeniden- çekimlere, setten kovulmalara, ve hatta, filmin ardında bıraktığı “ölülere” kadar... Ancak standart bir inceleme kitabından farklı olarak, yer yer çeşitlemeler yahut “konu dışına sapmalar” halini alan bu notların birçoğu yazarın kendisiyle, daha doğrusu “Geoff Dyer olmak”la ilgili – anıları, sıkıntıları, dertleri, fantezileri, tepin tepin tepinmeleri ve sonu gelmez takıntıları yoluyla.
Bu tarz, Geoff Dyer’a aşina olanların aklına ister istemez yazarın en meşhur kitabını, Out of Sheer Rage’i getirecektir (yakında Seda Ersavcı’nın çevirisiyle Everest Yayınları tarafından, Bir Hışımla adı altında yayımlanacak). 1997 tarihli Bir Hışımla’da, yazar tek bir eserin değil de sevdiği bir sanatçının peşine takılır – D. H. Lawrence hakkında bir inceleme yazmayı planlamaktadır. Gelgelelim elinde olmadan ağırdan alır, erteler, kendini ketler, boyuna yer değiştirerek ilham peşinde seyahatlere çıkar ve –Zona’da olduğu gibi– geçmişe dönüp durur, ancak her şeye rağmen D. H. Lawrence hakkında bir inceleme yazma saplantısından kendisini kurtaramaz – zaten yayıneviyle çoktan anlaşma yapmıştır. Gelgelelim pek hazzetmediği günümüz akademyasına duyduğu tepkinin de güdümüyle, “kendi usulünce” çalışmakta diretir: Lawrence’ın romanlarını, hikâyelerini baştan sona okuyup toplamından bir “teori” ortaya çıkarmaz da, onun günlük hayatla, kültürle, yerleşik ve sürgün olmak, yaşam ve ölüm gibi olgularla cebelleşmesine odaklanıp gezi kitaplarından, sıkça mektuplarından ve hatta bir fotoğrafından yola çıkarak harikulade Lawrence portreleri çizmeyi veya şiirlerinden en güzel birkaçının oluşum aşamalarını adım adım takip etmeyi tercih eder. Sonuç, D. H. Lawrence kadar incelemenin yazarı Geoff Dyer’ı da anlatan, inceleme olduğu kadar yazma ve bir yerde “yazamama” sürecine de ışık tutan gezi, deneme; yer yer yergi, yer yer de kurgu karışımı, incelikli olduğu kadar kaba, ciddi olduğu ölçüde komik, türler arası tuhaf bir kitaptır.
Zona, Bir Hışımla’ya kıyasla daha bir inceleme kitabıdır – bu kez Dyer, zaman içinde hacısı haline geldiği Stalker’ın ve filmle ilgili literatürün hakkını vermiş, ayrıca ne de olsa tek bir eser üstünde yoğunlaşmıştır. Ancak hiç çekinmeden boyna araya girer. Örneğin filmdeki Yazar figürünün alkol sevdasından kendi babasının eli- sıkılığına atlayıp, bunun onda yarattığı sorunları deşer. Tarkovski’nin 1972 tarihli filmi Solaris’ten bahsederken, filmin Soderbergh’in 2002 tarihli yeniden- çekiminde rol alan aktris Natasha McElhone ile kendi karısı arasındaki aşırı benzerliğe takılıp bundan yola çıkarak absürde kaçan fikirler üretir. Sinemada film seyretmekle evde seyretmek arasındaki farkı anlatırken çocukluğundaki eski sinema salonlarını yâd edip türlü Stalker seferlerinde başına gelen tuhaf kazalarla devam eder. Hele filmdeki üçlünün, en nihayet onca badirenin ardından, sırılsıklam ve salya sümük Oda’nın eşiğine geldikleri ama içeri girmektense itişe kakışa birbiriyle ve kendi kendileriyle hesaplaştıkları o uzun sekansı yorumlarken yer yer rol çaldığı ve hatta, “Tanrıya adadığı” filmler çektiğini söyleyen Tarkovski’nin yansıttığı maneviyat temelli kaygılara ilk bakışta epey tezat teşkil eden lakaytlıkta araya girip lafı uzattığı söylenebilir.
Ancak İngiliz hicvinin günümüzdeki önde gelen temsilcilerinden Dyer’ın bunu bilinçli yaptığı da söylenebilir. Zira yetmişlerin Tarkovski’sine doksanların Tarantino’sunun cevap verdiği bir dönemin ardından yazdığı gerçeğini kitap boyunca sık sık yineler – “o zaman Stalker nasıl yeni, taze ise, doksanlarda da Ucuz Roman, aynı şekilde taze ve yeniydi”. Bu durumda, örneğin, Oda’nın eşiğinde, başına taktığı dikenli taçla kalakalan Yazar figürü ile günümüz sanatçısının duyduğu kaygılar arasında ister istemez farklar olacaktır – “dünyaya yüce sanat eserleri yaratmak için” gelmeye karşılık, o kanal senin bu kanal benim gezmek gibi... Aynı şekilde, günümüz insanı da kolayından emlak zengini olma hayalleriyle yahut –bekleneceği üzere– türlü seks fantezileriyle Oda’ya koşmayı tercih edecektir – tıpkı Stalker gibi eserler seyretmek yerine, kendisini Hollywood sinemasının, TV dizilerinin “o kaşındırıcı sıkıntı” battaniyesiyle çabucak sarmalamayı tercih etmesi gibi. Geçmişin dünyasına ya da Tarkovski’ye özgü bu ağır meselelerin uzun uzadıya, kimi zaman absürtçe küllerini eşeleyip duran Dyer, “Bu anlattıklarımın an’a ve Oda’nın yarattığı mistik fırsata yakışmadığını mı düşünüyorsunuz? İyi de, bu Oda’nın bileceği bir iş” diye uyarır. Çünkü kişi, en derindeki arzusunun ne olduğunu asla bilemez, ama bundan öte, mutlak olduklarını varsaydığımız bu arzular fazlasıyla zamane olup son şekillerini serbest pazarın güdümündeki yoz kültürün güçlü tesiriyle almışlardır. Bugün kaç kişi vardır, perdeye yansıyan o üçlünün –iç– yolculuğuna, gerçekten dahil olmayı göze alabilecek?..
Geoff Dyer, belki Tarkovski’nin inancını paylaşmaz ama istediği kadar sıkıntılarından, takıntılarından dem vursun, kendi odasını –kendisini- terk etmeye de pek niyetli değil gibidir. Belki romana kıyasla daha iyi bir inceleme ve deneme yazarı olmasını da burada aramak gerekir
Gerçi Geoff Dyer da Oda konusunda epey ikircikli bir tutum sergiler. Kitabın başlarında, Oda’ya esin için gittiğini söyleyen Yazar figürünü gayet iyi anladığını, onun yerinde olabileceğini söyler şaka yollu. Gelgelelim sonlara doğru, o dipsiz kuyunun derinlerine gözlerini diken Yazar’ın çaresizliğini yaşamadığını, aksine, bu kitabı yazarak “kendi Oda’sına doğru yol aldığını” dile getirir. Ancak Stalker söz konusu olduğunda “Oda” değil de “kendi Odası”ndan bahsetmek ne derece mümkündür? Zira bir bakıma Oda’yı İz Sürücü yaratmış da olabilir – ki bu fikri Tarkovski de destekler. Gücünü mutlak bir şekilde güçsüzlüğünden alan bu “budala”, Yazar ve Profesör’e, toplumsal rollerinden sıyrılıp hakikate yönelmeleri için –inanmaları için– yalvarıp durur. Nitekim üstlerinde dökülen o kıyafetleriyle –toplumsal kimlikleri veya “tatminkâr yanılsamaları”yla–, belki de “hiçlikten başka bir şey olmayan” Oda’ya girmektense kapı eşiğinde kalakaldıkları planda, yolculuk boyunca tepeden tırnağa kinik bir tutum sergileyen bu Beckett-vari tipler, şimdi kuşların ve damlayıp giden suyun birbirine karışan sesini adeta ilk defa duyuyor, binanın içine bir anlık sökün eden gümüşsü ışık sağanağına ilk defa tanık oluyormuş gibi şaşkın, ama bir o kadar huşu içindedir. Dyer’a gelince, belki İz Sürücü’nün ve Tarkovski’nin inancını paylaşmaz ama istediği kadar sıkıntılarından, takıntılarından ve kendinden dem vursun, kendi odasını –kendisini– terk etmeye de pek niyetli değil gibidir. Belki romana kıyasla daha iyi bir inceleme ve deneme yazarı olmasının nedenini burada aramak gerekir.
Zona'yı sayfalarından taşan, canlı ve renkli bir kitap haline getiren de ondaki bu rahatlık olmalı: Stalker’ı kaidesinden indirip, bu benzersiz filme bugünden bakabilmesi; “Tarkovski’nin amacındaki ulvi saflığı”, hepimizi aptallaştıran ortak kültüre kıyasla değerlendirip, artık “iyi vakit geçirmek için” sinemaya gider hale gelen biz zamane seyircilerini, bir sanat eserinden –ve hayattan– ne beklediğimiz konusunda sorgulamaya teşvik etmesi... Öte yandan gelip geçen zaman, varoluş, mutluluk ve sevgi konusunda alabildiğine rahat, matrak, ama yeri geldiğinde de sapına kadar ciddi bir tarzda yazabilen Dyer’ın, bunlara ek olarak, aşırı- yorumlara kaçıp Tarkovski’nin sanatını birkaç şık cümleyle hazmı kolay hale getirmekten –büyüsünü öldürmekten– özenle imtina etmesi de var elbette.