"Son zamanlarda nesnelerdeki gizli şiddetin peşine düşen birçok genç çağdaş sanatçı da var, endüstriyel nesnelerin karanlık tarafları... Toplumsal bilinçdışında travmatik bir an, hem sanatçının hem de metalik aletlere bakan kişinin aklına musallat oluyor olabilir."
20 Ocak 2022 14:12
Geçen hafta Ankara’da son derece ‘deneysel’ bir sergiye tanık oldum: ODTÜ’de açılan, küratörlüğünü Ahmet Güven ve Murat Akın’ın yaptığı ‘Nesne-l’ adlı sergi, ‘amacını’ şöyle açıklıyor: “Sergi, hazır-nesnenin sanat objesine dönüşüm sürecindeki serüvenini, farklı sanatçı pratiklerinde arıyor. Yerleştirmelerde, nesnenin üzerinde özne müdahalesinin olmadığı nötr hali ile özneyi mekânında dünyaya açan ‘yaşanmışlık’ hali karşılaştırılıyor.”
Bu serginin Ankara’da olması manidar, zira ne zaman Ankara’ya gitsem, bütün şehri aşırı anlam yüklü bir ‘hazır-nesne’ gibi görüyorum: Cumhuriyet bürokrasisi, askerî sembolleri, Sovyetik heykelleri ve genel geometrisiyle Ankara’nın kendisi de bir hazır-nesneyi andırıyor. Bütün ‘modern’ kurulmuşluğuyla Ankara, Türkiye’nin modernleşme projesi için de bir nesneler, kurumlar ve semboller laboratuvarı gibidir: bürokrasi aygıtları, askeriye, hukuk, anıtlar, heykeller, trenler, Atakule, ODTÜ, DTCF, opera, tiyatro, kurumlar, disiplin, ciddiyet, geometri, tarihsizlik, kapalılık, vs… Ankara’nın halinde hep ‘zamanda donmuş’ ya da ‘nesneleşmiş’ bir şeyler de vardır: zamanın tanıdığı ‘nesneler’. Dikkatli bakıldığında, bir heykel, eski bir tren, eski bir tabela, vesaire ‘başka bir anlama’ bürünür. Eski Sovyet şehirlerinde hissedilen o ‘un-heimlich’ his de vardır Ankara’da. Gördüğünüz bir başka şey daha vardır: Ankara hep (iyi anlamda) zamana direnir. Son rock barlar, son sahaflar, son punklar, son devrimciler de Ankara’dadır. Bir şey daha: İyi teori de Ankara’dadır. Cumhuriyet bürokrasisi gibi, Ulus Baker de Ankara’dadır. Son bir şey daha: Ankara, sanki ‘tarihsiz’ bir yer gibidir. 1920’lerin başında başlamış, ideolojik bir inşa gibidir. ‘Gibidir’ diyorum, zira bildiğim kadarıyla Cumhuriyet öncesi Ankara’da neler olduğuna dair pek bir ilgi ya da merak da yoktur.[1]
Bütün bunlar Ankara’yı ilginç bir ‘araştırma nesnesi’ yapıyor. Bu nesneyi uykusundan uyandırmak için belki de şehre bir ‘yabancı-göz’ün bakması gerekiyordur. Serginin nesneler üzerinden giriştiği, hafiften yabancılaştırıcı operasyon, Brechtvari bir ‘yabancılaştırma’ içerdiği ve bunu büyük ölçüde ‘kendi uykusuna gömülmüş’ gibi duran bir şehirde yaptığı için önemli. Ankara’nın bir gündelik hayat okumasına daha çok ihtiyaç duyduğunu düşündüm, oradayken.
Gündelik hayatın merkezinde, çeşitli bakış ve ideolojilerin taşıyıcısı olan nesneler durur. Sigara paketleri, konserve kutuları, heykeller ya da kartpostallar üzerinden bir sosyolojik tarih yazılabilmesinin nedeni de budur aslında. Bunları ve taşıdıkları anlamları sanat rejimine dahil etmek de önemli bir ‘gündelik hayat politikası’ hamlesidir. Aynı şeyi edebiyatta da görmek mümkün; mesela Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi nesneler üzerinden bir kültür okuması örneğidir. Bu nesneleri-okuma eğilimini en tutkuyla sürdürenlerden biri de Georges Perec’tir. Mesela Şeyler kitabı, 1968 Fransası’nı nesneler üzerinden anlatır. Sosyolojik vaziyet kendini ‘şeyler’ ya da ‘eşya’ üzerinden belli eder. Şahane bir kitaptır. Perec’in Olağan-İçi adlı bir kitabı daha vardır. ‘Gündelik Hayatın Envanteri’ alt başlığını taşıyan bu kitap bir ‘olağan şeylere bakma’ önerisidir. Daha önce Perec’le ilgili yazdığım bir yazıda da bahsetmiştim: Modern zamanın temel sorularından biri de gündelik hayatın kendisidir. Anlam ya da kırılmanın metafizikte, orada bir yerde değil, şimdi-burada ve nesnelerde yattığına dair bir bakış hâkimdir, ‘modern’ bakışa. İdeoloji, anlam ve diğer şeyler derinlerde değil, yüzey fragmanlarında yatıyor olabilir, bakışıdır bu. Perec şunu soruyor kitapta: “Olağan-içi olanı, arka plandaki uğultuyu nasıl açıklayacağız, onu nasıl sorgulayacak, nasıl açıklayacağız? Tuğlayı, betonu, camı, sofra adabımızı, araç gerecimizi... zamanı kullanışımızı, ritmimizi sorgulamamız söz konusu. Bizi şaşırtmayı ebediyen bırakmış gibi olanı sorgulamak.”
Sanatta hazır-nesne kullanımının bir anlamı da budur: Olağan-içindeki olağan-dışı ihtimali görmek. 20. yüzyılın ilk yıllarında Duchamp’ın Pisuvar’ı ya da Kürek’i bunu yaparak, bakışta bir kırılma yaratmıştı. Daha yakın zamandan Tracey Emin, Ai Wei Wei ya da ‘bizden’ Sarkis, Nil Yalter, Gülsün Karamustafa ya da şu anda Salt’ta kapsamlı bir retrospektifi olan İpek Duben hazır-nesneleri bu anlamda kullanırlar. Bunlara birer kültür-nesnesi ya da hafıza-nesnesi demek de mümkün.
ODTÜ’deki Nesne-l sergisi, ‘nesne-politikasına’ dair iddialı sayılabilecek şu cümleyi içeriyor: “Öznenin hakikatini nesneler kurar.” Doğru, bir yere kadar. Ben bunu ‘özneyi nesneler kurar’ diye değiştirmek isterim, ‘hakikat’ meselesinin kayganlığını düşünerek. Nesnenin ‘özne’ üzerindeki kurucu etkisiyle uğraşmanın iki yönü var sanırım: Birincisi, nesnelerin kültürel ve politik bagajlarıyla insan üzerindeki biçimlendirici etkisini açık etmek ve ikincisi, olağan olanı başka bir bağlama yerleştirerek yeni bir deneyim alanı açmak. İki hamle de aslında Brechtvari bir yabancılaştırma (ya da ‘uyandırma’) efekti içerir.
Sergide bu iki efekti de bulmak mümkün; mesela, İdil Marata’nın video işlerinde. Marata’nın Resital adlı video işinde tanıdık bir sahne var: Bıçak bileme sahnesi ve bıçak bilenirken çıkan sesler hem yaklaşan bir şiddeti haber veriyor hem de hipnotik bir etki yaratıyor, neredeyse ‘teslim alan’ bir etki. Burada ‘un-heimlich’ bir his de var. Sergiye bu metalik, ‘tekinsiz’ sesin hâkim olması, sergideki ‘şiddetli’ hissi de artırıyor. Marata’nın benzer bir etki yaratan bir videosu daha var: Göz kapaklarına çivi bağlanan birinin göz hareketlerinden oluşan bir video. Ankara’nın orta yerinde, adeta bir Endülüs Köpeği etkisi. Biraz fetişistik, biraz sürreal. Biraz da Battaile.
Bu metalik ve fetiş hissin devamını Ahmet Güven’in işlerinde takip etmek mümkün. ‘Dünyada Olmak’ adlı yerleştirmesinde Kafka’nın Ceza Sömürgesi’ndeki aygıtını (yatağını) andıran bir metalik yatak ve hayalî oda kuran Güven, nesnelerin tehlikeli halini hissettirebiliyor, soğuk bir şiddetle. Yerleştirmenin devamı gibi duran ‘şeffaf yatak’ işinde de nesnenin ontolojisini kurcalayan Güven’in yabancılaştırma etkisinin şiddetine (bir kapatılma, bir cezalandırma hissi, niyeyse), Murat Akın’ın sergilediği marangozluk aletleri eşlik ediyor. Bir metal yapı içinde sergilenen aletler pragmatik aletler olmaktan çıkıp birer tekinsiz/uğursuz alete dönüşüyor.
Son zamanlarda nesnelerdeki gizli şiddetin peşine düşen birçok genç çağdaş sanatçı da var, endüstriyel nesnelerin karanlık tarafları. Bunlardan biri Hale Arslan’ın yaptığı İşkence Aletleri serisiydi mesela. Burada, bu karanlık nesnelerde hesaplaşılmamış bir politik şiddet tarihinin etkisi olabilir diye düşünüyorum. Toplumsal bilinçdışında travmatik bir an, hem sanatçının hem de metalik aletlere bakan kişinin aklına musallat oluyor olabilir. Sergide Işıl Kurmuş Aleksandrov’un işi de bu un-heimlich şiddet hissini bir oyuncağın yıpranmış hali üzerinden gösteriyor; yıpranmış bir oyuncak, karnı deşilen bir kurbağa, vs. Müfredata işlemiş şiddet.
Bu şiddetli halin Ankara’yı saran ve konuşulmayan o kasvetli havayı iyi yansıttığını hissettim. Bürokrasinin şiddeti, militer şiddet, disiplinin şiddeti, vs. Duchamp’tan günümüz Ankarası’na giden bir hat var, nesnelerin gizli şiddetinde.
Sergide ‘readymade’i böyle bir şiddet kaydı için değil, başka olasılıkların açığa çıkması için de kullanan iki iş var. Aslı Sinman, ‘İkilik’te aslında çok basit bir ‘hareket’ yaparak olmayacak kıyafet parçalarını bir araya getirmiş, bir algı alanı açmak, varolanı bozmak için. Giyinmek kendini dünyaya sunma biçimiyse, ‘atonal’ giyinmek de o sunumla oynamak demektir. Sinman’ın bu işini mesela sokakta bir performans olarak görmeyi de çok isterim. Bir olasılık da, benzer bir atonal kıyafet kombinasyonunun Ankara bürokrasine taş atan resmî kıyafetlerle yapılması olabilirdi, bu da bir not olarak dursun burada.
Girişte, Ankara’nın ‘tarihsiz’ hissinden bahsetmiştim. Coşkun Demirok, “Kayıtlar 01 (kayıp zamanı arayış)” adlı işinde, buluntu nesne olarak eski fotoğrafları kullanarak bu tarih-sizliği telafi ediyor, bir derece kadar. Eski, siyah-beyaz fotoğrafların üzerine düşürdüğü ‘hayat çağrışımlı’ mavi izlerle, geçmişi bugüne getiriyor da denebilir. Benjaminvari bir ‘geçmişi kurtarma’ hamlesi, poetik bir hamle.
Velhasıl, Ankara’nın görünmez şiddetini ve ‘un-heimlich’ halini hissettiren deneysel bir sergi var karşımızda. Serginin küratörlerinden biri, sergiyi gören bazılarının sergiyi bir ‘İstanbul’ sergisi diye tanımladığını söyledi. Halbuki bence tam da ‘Ankaralı’ bir sergi bu: Ankara bütün o kurulmuşluğu, geometrisi, heykelleri ve bürokrasisiyle bir ‘readymade’i andırdığı için, eskilerin avangardına yakın bazı deneysel sanat ve edebiyat hamleleri için çok iyi malzemeler sunuyor. Ankara’nın bu ‘avangarda göz kırpan’ halinin sanat, edebiyat ve diğer şeylere daha çok yansıması dileğiyle.
•
NOTLAR:
[1] Bu tarihsizliği kırmaya çalışan bir projeyi not etmek isterim: Şu anda TSMD ve Virtual Projects ortaklığında Ankara'nın 'pek bilinmeyen' Yahudi mahallelerini konu alan bir araştırma projesi devam ediyor. Tarih-yazımı denen şeyin tarihin çoğunu dışarıda bıraktığı bu ülkede, dileyelim ki böyle ‘kurtarma’ hamleleri çoğalsın.
GİRİŞ RESMİ:
İdil Marata, Resital, video.