Behçet Çelik, Yolun Gölgesi’nde, güncel olanı öyle bir biçimde aktarıyor ki zihniniz kendiliğinden önünüze getiriyor tüm bildiklerini...
27 Temmuz 2017 14:20
Behçet Çelik’in son öykü kitabı Yolun Gölgesi’nden söz etmek için çok şey söylenebilir, söylenecektir de. Zaten bu yazının sebebi de onları söylemek. Ama laf kalabalığı yapmadan, bütün bir yazının sonunda söylenecek sözü en başta söylemenin en doğrusu olacağı kanaatindeyim.
Yolun Gölgesi, tek kelimeyle "bugünlerin" kitabı. Her şeyiyle. Çünkü tam da Behçet Çelik’in işaret ettiği üzere yolun gölgesi fazlasıyla üzerimize düşmüş durumda. Yıllardır ilerliyor o gölge üzerimizde. Lakin son zamanlarda iyice koyulaşmış durumda. Ve bu gölgenin izlerini sürüyor Behçet Çelik… Kaç kere değişti bu giriş kısmı. Kaç kere yazılıp silindi. Nihayet arada veya sonda söyleyeceğim sözü, en başta söylemenin daha doğru olacağına kanaat getirdim, zira daha en başta ismi ve sonra içindeki öykülerle, Yolun Gölgesi’nde zaten bunu yapmak için hareket etmiş Çelik, yahut o gölgenin bugünkü ağırlığı yazdırmış bu öyküleri…
Öyle ya, neler söylenmez ki "yol"a dair. Neresinden başlasak saatler sürecek diyaloglara sebep olur, yol/ yolcu/ yolculuk. Beylik sözdür söylenir durur, “önemli olan varılacak nokta değil, yolun kendisidir” diye. Ne kolaydır edalı edalı bunu söyleyip çıkıvermek işin içinden. (Benzer bir kolaylık “coğrafya kaderdir” sözü için de geçerlidir ya, isteyen bu sözü de yazının içinde dilediği yerde kullanabilir.)
Bugüne kadar yaşanan olaylar, onlara dair anlatılanlar ve bilhassa edebiyat tarihi bize yolun kendisini, (her anlamıyla yolculuğun) önemini, yeni kahramanlar yarattığını, yeni kapılar açtığını, tarihi değiştirdiğini yahut tarihte kapanmayan yaralar açtığını göstermiştir çünkü.
Mao’nun, Gandhi’nin yürüyüşleri. Hazır Gandhi’nin yürüyüşü (yol hâli) demişken, son aylarda ne çok Gandhi ve yürüyüşüne dair cümleler duyduğunuzu bir hatırlayın bakalım. Yaklaşık bir ay boyunca bir "yürüyüş"e odaklandı memleket. Tartışmalarıyla, yankılarıyla, bir yolun gölgesi düştü gündeme.
Yol’un az buz etkisi yok ki hayatımızda. Kâşiflerin yolculukları, Jack Karouac’ın yolculuğu, Dante’nin yolculuğu, İsa’nın, Muhammed’in, Musa’nın yolculukları… Bütün yolların Roma’ya çıktığı zamanlar… Büyük kavimlerin yola düştükleri anda yarattıkları etki… Kurulan devletler, yıkılan imparatorluklar… 1915’te yaşananlar, mübadelede yaşananlar, kayıplar, geride kalanlar, hatıralar, anılar… Yüzleşememeler. Özetle yolun/ yolculuğun gölgesi geçmişten bugüne üzerimize, bütün bir tarihe ve elbette edebiyat tarihinin üzerine düşmüş durumda… Dolayısıyla yoldan söz etmek o kadar da kolay değildir. İnsanı altına alıverir.
Ancak öyle bir dönemdeyiz ki, yola, yolculara her zamankinden daha dikkat kesilmemiz gerekiyor. Birçokları farkında elbet, zaten sürekli seslerini yükseltmeye çalışmaları da bundan. Ege denizi/ kıyıları bu gölgenin en hazin hikâyelerini barındırıyor bugün. Başlı başına bir felaket çağında yaşıyoruz. Birkaç yıl önce, Êzidiler’in ölümden kaçarken ardında, ucunda, arasında ölüm olduğunu bildikleri yollarda yaşadıklarını hangi tarih kitabı, hangi edebiyat eseri ne zaman anlatacak, bilemiyoruz bile. Ama bunları gördük. Gözümüzün önünde yaşandı her şey. Kıyıya vuran bebek cesetleri, son birkaç yıldan aklımıza kalan en sarsıcı görüntü belki… Hayata mal olan bir "yol"un gölgesi… Binlerce insanın yine yürüyerek sınır kapısını geçtiği günler tarihteki yerini aldılar elbet ama dünün tazeliğindeler hâlâ. Türkiye’ye sığınan Suriyeli mülteciler… Onların etrafında oluşan gündem, haberler, atılan tweet'ler, yorumlar, istatistikler, tartışmalar. Ve daha nicesi dilimizin ucunda… Daha da uzatabileceğimiz cümleler, çoğaltabileceğimiz örnekler, biraz eşeleyince karşımıza çıkacak yollarla dolu önümüz ardımız. İleride, hakkında daha çok konuşulacak, yazılacak, filme aktarılacak ve tarih sayfalarında yerini alacak majör başlıklarla dolu son yıllar. Peki, illa ki ileri bir tarihte mi yazılması, anlatılması, okunması gerekir bunların? Bu zamana kadar olanlar, tanık olduklarımız, okuduklarımız, hissettiklerimiz… Çok mu önemsiz, minör hadiseler… İleride birisi anlattığında, hatırlattığında "ya gerçekten öyleydi" diyerek mi geçiştireceğiz. Geçiştirebilecek miyiz? Unutmamak istiyorsak, doğru noktaya varmak gerekiyorsa, o yolun bugünkü hâlini "gerçek" hâliyle fark etmemiz gerekiyor… Edebiyatta da!
Behçet Çelik öykülerinde olabilecek o anlar
Tuhaf bir şekilde, bir tarafta Behçet Çelik’in kitabı üzerine düşünüp, memleketin gündemine tanıklık ederken, akıl almaz bir diyaloga kulak misafiri oldum kısa süre önce. Yedi- sekiz yaşlarında bir erkek çocuğu, annesi ve dayısıyla beraber yanı başımda yolculuk ettikleri Kadıköy- Karaköy vapurunda, kalabalık kıç güvertesinde şu soruyu sordu: “İstanbul’u neden Suriyeliler kapladı dayı?” Bulundukları yer itibariyle verecekleri cevabın etraflarındaki insanların da kaçınılmaz olarak duyacaklarını bilen anne ve dayıda ufak bir kasılma ânına tanık oldum. Belki saniyelik bir kasılma. Hem çocuğu aydınlatıcı hem de çevredeki yolcular arasındaki olası bir "taraf"ı rencide etmeyecek bir cevap olmalıydı verecekleri. Yakındaki kimi yolcuların, ne diyeceklerini merakla beklediklerini gördüm. İtiraf etmeliyim ki ben de onlardan biriydim… Kuvvetle muhtemel üniversiteden henüz mezun dayı, “kaplamadılar canım. Onların ülkelerinde savaş var, buraya gelmek zorundaydılar” deyip devam edecekti ki tam o sırada anne araya girdi; “Bir kısmı da turist, bizim gibi tatile gelmişler işte” diyerek iki ayrı yanıt verdiler ufaklığa. Annesi dayıya kısık sesle “bütün misafirliklerde” bunun konuşulduğunu söylerken fark ettim, bu yaşanan ancak Behçet Çelik öyküsünde karşıma çıkabilecek türden bir andı. Her şey bir aradaydı. Türkiye’de her yeri "kapladığı"na inanılan Suriyeliler konusu, bunun misafirliğe gidilen evlerde bile konuşuluyor olması, ufak bir çocuğun bunu merak edip sorması, anne ve dayının cevaplama ânında içlerinde hissettikleri "anlık" sıkıntı. Kim bilir belki o sıkıntı daha sonra gidip gelip kendini hatırlatmıştır tekrar tekrar…
Sonradan dayanamayıp sohbet ettiğimde öğrenecektim, yedi yaşındaki ufaklık çok istese de uçakla değil, karayoluyla gelmişler Ankara’dan İstanbul’a. Yolda "yürüyen insanlar"a da tanık olmuş… Mahallelerinde Suriye’den gelen çocuklar da varmış. Yedi yaşında bir çocuğun yolla ilgili aktardıklarına baktıkça şüphem kalmıyor artık. Gerçekten Behçet Çelik öyküsünde bir sahne yaşıyordum.
Bu sahnenin bir kenarına, “Hakan da söz etmişti bu civarda Suriyeli mülteci olduğundan. Yazlıklara rağbet azalınca kiralar çok düşmüş, memleketlerinden az biraz parayla kaçabilenler senelik kiralıyorlarmış bu evleri. Yakındaki kasabada da Arapça tabelalar giderek artmışmış. Denize girerken birkaç kez Müjgân’ın da dikkatini Arapça konuşan çocuklar çekmişti, sitenin hanımlarının onların doluştuğu taraftan uzak durdukları da” paragrafını ekleyecek olsam, hiç aksamayacak adeta. Birisi bizzat tanık olduğum, birisi ise kitabın 31’inci sayfasından bir bölüm. Bir kere daha fark ediyorum, Behçet Çelik kitabında o kadar "gerçek" anları çıkarıyor ki karşımıza, çok iyi bildiğimiz, bizzat tanık olduğumuz sahneleri aktararak yalın bir gerçeklik yaratıyor.
Aslında bir şeyi açıklığa kaçırmak gerek. Vapurda tanık olduğum sahne “ancak Behçet Çelik öyküsünde karşıma çıkacak” bir sahne değildi. Behçet Çelik tam da böyle sahneleri öykülerinde yeniden yaratarak, "gerçeği yalnızca gerçeği aktardığı" için bu hissi yaratıyordu bende.
Kaç asırlık söz “önemli olan varılacak nokta değil, yolun kendisidir,” aksini iddia etmek haddimize de değil zaten. Ancak biraz soluğumuzu düzene sokup okuduğumuz zaman yolun kendisinin de çok bilinmeyenli bir denklem olduğunu fark ederiz. Yola çıkan, geride kalan, yolda karşımıza çıkan, yola çıkanın geride bıraktığı boşluk, geride kalanın hissettiği yalnızlık, varılacak noktanın belirsizliği, yolun kendi tekinsizliği ve daha nice bilinmeyen var bu denklemde… Çözmek kimsenin harcı değil. Meğer ki rastgele…
Behçet Çelik, Yolun Gölgesi’ndeki öykülerinde bu denklemin tüm unsurlarını öyküye getiriyor. Ancak bu majör hadisenin içinde yola karışan, bir ömrünü toza dumana yükleyen minör kahramanlar üzerinden anlatıyor. Yolu, yola çıkanı, geride kalanı, varılan yerin yabancılığını, bekleyenin çaresizliğini, sokağa çıkma yasaklarını, inadına yola çıkışları ve daha nicesini… Yola düşen gölgeyi değil, yolun üzerimize düşen gölgesini aktarıyor.
Son yıllarda herkesin kullana kullana örselediği "büyük resim" klişesinden yararlanarak örneklemek gerekirse; büyük resmin içindeki o minicik detaylara gizli ‘iç sıkıntısı’nı öykülüyor. Deyim yerindeyse, vapurdaki dayı ve annenin saniyelik çaresizlik ânını aktarıyor… Bir tema etrafında oluşturuyor kitabını Behçet Çelik. Bu tema kesinlikle sadece yol veya yolculuk değil. Bir ruh hâlinden söz ediyorum. Belki de yarım kalmışlık hâlinin yarattığı ruh hâli bu…
Uzun yol şoförünün ailesiyle bir aradayken içini kemiren histe de bu var, sokağa çıkma yasağının olduğu, memleketin güneydoğusundaki "dostluklar"da da, ülkenin batısında bir tatil kasabasında mülteci gerçeğiyle yüzleşende de bu "iç sıkıntısı." O bir yere ait olamama hissinin, "yerleşememenin," adı her ne olursa ona "mecbur bırakılmış olmanın" yarattığı iç sıkıntısını aktarıyor en başından itibaren. Bunu yaparken tam içimizin kabardığı noktada bırakıyor anlatmayı. Sözünü ettiğim, karakterlerinde karşımıza çıkan yarım kalmışlık hissini bütün yoğunluğuyla okuruna da sirayet ettiriyor Çelik. İlk öykünün ilk sözünden son öykünün son noktasına kadar o yoğunluk asla azalmadan ve aynı biçimde "coşmadan" devam ediyor. Kararında bırakıyor. Bu sayede gerçekliği kuşanıyor üstüne.
Behçet Çelik, Yolun Gölgesi’nde hususi oturup bir edebiyat eserine, geçmişten bir hadiseye referansta bulunmuyor. Güncel olanı öyle bir biçimde aktarıyor ki zaten zihniniz kendiliğinden önünüze getiriyor tüm bildiklerini. Olanları, yaşananları… Öyle kurgu oyunlarına, dil cambazlıklarına da soyunmuyor Çelik. Tıpkı daha önceki öykülerindeki gibi… Yolu koyuyor önüne bu kez. Adeta bir antoloji hazırlar gibi bir araya getiriyor öykülerini. Hepsinin içinden yol geçiyor, hepsinin üstüne yolun gölgesi düşüyor. Hepsi tuhaf biçimde bugünlerden bir sahneyi önümüze koyuyor. Bütün yalınlığıyla.
Gezi zamanında tartışılmıştı, benzer bir konu. Gezi’nin öyküde, romanda yazılıp yazılamayacağı daha doğrusu ne zaman yazılması gerektiği üzerine bir soruşturmada Süreyyya Evren söylemişti; “şarkısı yazılıyorsa, öyküsü niye yazılmasın” diye. Çelik, o çok bilinmeyenli yol denklemini bugünden öyküye getiriyor. Bugün hâlihazırda süregelen iç sıkıntısıyla okunduğunda daha can sıkıcı olabiliyor kimi öyküler. Çünkü öyle bir solukta okunup bitirilecek bir kitap yok karşımızda, tam tersine her öyküsünde, her satırında durup durup düşündüren, akla onlarca şeyi getiren metinler bunlar. Bugünlerin kitabı demiştim ya, yarın bu sayede okunacak bir kitap bu. Zira, yarın dönüp baktığımızda bugünü yine bütün gerçekliğiyle bu öykülerden okuyacağız. Sonra o büyük resmin kenarında köşesinde gizli "iç sıkıntısı"yla tekrar karşılaştığımızda "yaşasın edebiyat" diyeceğiz. Bunu Behçet Çelik söyletecek bize…