Ben bir hortlak mıyım?

Batı Penceresinin Meleği, 16. yüzyılın bazen en büyük matematikçisi bazen de en büyük büyücüsü olarak anılan John Dee’nin hayatıyla, bir 20. yüzyıl insanı olan Baron Müller’in hayatının kesişimini ve bu kesişimden doğan korkunun öyküsünü anlatıyor

18 Şubat 2016 12:50

Korku edebiyatının ustalarından H.P. Lovecraft, arkadaşı J.F. Morton’a 1935’te yazdığı mektupta, Gustav Meyrink’in Golem’ini bir çırpıda okuduğunu ve bu romanın uzun zamandır karşılaştığı en görkemli eserlerden biri olduğunu söyler. 1913’te tefrika edilmeye başlanan ve bir kitap biçimini 1915’te alan Golem’in Lovecraft’ın kütüphanesine girişi biraz geç olmuştur belki, ama bu tuhaf, doğaüstü unsurlarla bezeli mistik eserin bir korku edebiyatı klasiğine dönüşmesinde Lovecraft’ın rolü yadsınamaz. 

Gündelik gerçeklik ile doğaüstünün birbirine girdiği, finalinde tüm okuduklarımızın bir düşten ibaret olup olmadığı konusunda bizi ikileme götüren Golem’in, birçok açıdan bakıldığında iyi bir korku romanı olduğu doğrudur. Meyrink, gotik edebiyatın köklerine döner ve saygılarını sunar kimi pasajlarda. Korkuyu, dehşeti tarif etmeye çalışırken, aslında tarif edemeyeceğimiz bir şeyden bahsettiğimizin de farkında olduğunu sezdirir. Bir nevi yaratık tasviri yapar. Görünmeyenin ve bilinmeyenin korkusundan bahseder. Edebiyatın önemli temalarından biri olan dönüşüm meselesini masaya yatırır; kahramanını bu tema üzerinden yaratır. Sadece bir kahramanın değil, aynı zamanda bir mahallenin, bir şehrin ve kültürün de dönüşümünü anlatır. 1890’lar biraz geride kalmıştır ama yine de dekadan literatürün sözcülüğünü yapmaya devam eder. Avrupa’nın üzerindeki karanlığın, Ortaçağ’a duyulan nostaljik algının altını çizmeyi unutmaz. Aydınlanma’ya karşı lafını esirgemez. Kendi kaderimizi çizip çizemeyeceğimizi, hayatı tesadüflerle açıklayıp açıklayamayacağımızı, irademize sahip çıkıp çıkamayacağımızı tartışır. Ruhun ölümsüz olup olmadığına dair tartışması, eserin okült zeminini oluşturur. Zaten Golem, Mary Shelley’nin Frankenstein’ı gibi doğrudan bir yaratık ya da canavar anlatısı değildir. Dönemin ruhundaki müphemliği resmetmek için çizilmiş bir manzara tablosudur adeta. Meyrink, tüm bu unsurları Golem’de toplayarak ve bunu kendine has bir dil ve üslupla yaparak iyi bir korku romanına imza atmıştır atmasına, ama Meyrink’in 1927’de yazdığı ve geçtiğimiz günlerde Türkçede yayımlanan Batı Penceresinin Meleği, “korku romanı” etiketiyle çok anılmasa da, tüm bu özellikleri daha güçlü bir şekilde barındırır bünyesinde. Meyrink bu eserde, Golem’deki gotik unsurları pekiştirmekle kalmaz, aynı zamanda daha girift bir yapı ve katmanlı bir öykü kurar.

Batı Penceresinin Meleği, Gustav Meyrink, Çev: İsmail Candan, Can YayınlarıBatı Penceresinin Meleği, 16. yüzyılın bazen en büyük matematikçisi bazen de en büyük büyücüsü olarak anılan John Dee’nin hayatıyla, bir 20. yüzyıl insanı olan Baron Müller’in hayatının kesişimini ve bu kesişimden doğan korkunun öyküsünü anlatıyor. John Dee’ye ait birtakım gizemli belgelerin, günlük ve defterlerin, kahramanımız Baron Müller’in eline geçmesiyle başlıyor her şey. Romanın anlatmak istediğiyse, sadece belgelerin değil, belgelenemeyecek, asla açıklanamayacak bazı şeylerin de ona miras kaldığı…

John Dee’den kalan notları okumaya başlayıp 16. yüzyıla doğru yola çıkmamızla beraber, kahramanımız da garip rüyalar görmeye ve gün içerisinde başına gelenler ile okudukları arasında bir bağ kurmaya başlıyor. Okuduklarıyla yaşadıkları arasında, 16. ve 20. yüzyıllar arasında, kendisi ve John Dee arasında sürekli bir ilişki varmış gibi hissediyor ama adını koyamıyor. Öykü ilerledikçe şimdiki zaman ile geçmiş iç içe geçiyor ve bir noktadan sonra zaman ve mekân iyice belirsizleşiyor. Bu belirsizlik arttıkça olaylar daha da tekinsizleşiyor, ölüm ile ölümsüzlük arasında bir alışveriş başlıyor ve eser böylece özgün bir hayalet öyküsüne dönüşüyor. Romanın başından beri “Ben kimim?” sorusuyla irdelenen kimlik meselesi, zaman ve mekânın sınırları esnedikçe şu soruyla vurgulanır hale geliyor: “Ben bir hortlak mıyım?”

Bu romanda kahramanımızın dönüşümü, tıpkı Golem’de olduğu gibi kaderin ve iradenin sorgulanmasıyla başlıyor. İnsanın yaptığı seçim ve tercihlerde ne kadar özgür olduğu, farkında olmadan bir şeylere ya da birilerine, hatta görülmeyen ve bilinmeyen birtakım güçlere itaat edip etmediği, başımıza gelenlerin tesadüften ibaret olup olmadığına dair tartışma, Meyrink’in her iki romanında ana izleklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Yaşadığımız dünyanın bilgisiyle açıklayamayacağımız, sıradan ve gündelik olana nüfuz eden mistik güçlerin, geçmişten gelip bugünü istila eden okült bilginin dönüştürmeye başladığı kahramanımız, başka dünyaların da var olduğuna kanaat getirmeye başladığı anda, içindeki hayaleti de vücuda getirmiş oluyor. 20. yüzyılda tutunamayan, geçmişin prangalarına bağlı olan modern bir insanın, premodern bilgiyle, karanlık geçmişle, ölümün hayata yakın tutulduğu dekadan kültürle kurulan ilişkisi, denklemin diğer tarafındaki kişi John Dee olunca, daha da karanlık bir hal alıyor. Bu okült denklem sadeleştirildiğinde kahramanımızın ağzından şu soru ya da itiraf çıkıyor: “Yoksa John Dee’ye mi dönüştüm?”

John Dee’nin yaşamı ve eserlerine baktığımızda, sadece okültistlerin yakından tanıdığı biri olmadığını, İngiliz düşünce tarihinde de önemli bir yer kapladığını görüyoruz. Dee, zaman zaman “Merlin” benzetmesiyle anılan, Kraliçe I. Elizabeth’in büyücüsü olarak hatırlanan, aynı zamanda bir mucit ve bilim insanı sıfatları da yakıştırılan bir entelektüel. Okült felsefe alanının en önemli yorumcularından Frances A. Yates, John Dee’ye geniş bir yer ayırdığı Elizabeth Dönemi Okült Felsefe (Pinhan Yayıncılık, 2013, çev. Selen Ak) adlı eserinde, “Elizabeth toplumunda her taşın altından çıkan, kütüphanesi aydınların buluşma yeri haline gelen” biri olarak bahsediyor Dee’den ve hayatının son dönemlerine denk gelen cadı avına maruz kalıp gözden düşen bu mistik karakterin, “büyücü diye tek kalemde silinebilecek biri” olmadığını, “Elizabeth döneminin en etkileyici figürlerinden biri” olduğunu belirtiyor.

Golem, Gustav Meyrink, Çev: Sezer Durna, YKY

John Dee’nin gerçek yaşam öyküsüne halihazırda aşina olan veya Meyrink’in Golem’ini daha önce okuyup yazarın üslubuna kendini alıştırmış okurlar için Batı Penceresinin Meleği çok şey vaat eden bir roman olacaktır ama bu eserin seslendiği kitlenin önemli bir kısmını Poe ve Lovecraft gibi korku yazarlarını takip eden okurların oluşturduğunu da unutmamakta fayda var. Özellikle kitaba ismini veren Batı Penceresinin Meleği’nin ortaya çıktığı ruh çağırma bölümü, Lovecraft’ın kelime haznesine hâkim okurlara oldukça tanıdık gelecek. Hatta bu bölümü tek başına bir hayalet öyküsü olarak okumak bile ayrı bir lezzet verebilir. Tam da Lovecraft’ın en üretken olduğu yıllardan birinde, 1927’de yayımlanan bu romandaki üslup ile Lovecraft’ın üslubu arasındaki paralellik, bize Viktoryen dehşetin İngiltere’yi aşıp kıta Avrupa’sı ve hatta Amerikan edebiyatına sızmakla kalmadığını, Batı’nın tamamına yayılmış bir çöküş, çürüme ve umutsuzluk hissinin, 20. yüzyılda bile egemenliğini devam ettirdiğini gösteriyor.

Tıpkı Gustav Meyrink’in romanında olduğu gibi, John Dee ile modern dünyada yaşayan bir kahramanın hayatlarının kesişme öyküsünü anlatan, Peter Ackroyd gibi önemli bir yazarın elinden çıkmış bir eseri de unutmamak gerek bu noktada: Doktor Dee’nin Evi (YKY, 2004, çev. Özcan Kabakçıoğlu). Ackroyd’un ilk olarak 1993’te yayımlanan bu eseri,  bir korku romanı gibi gizemli ve karanlık bir öyküyle başlasa da, bölümler ilerledikçe psikanalitik unsurların özenle yerleştirildiği çağdaş bir baba-oğul anlatısına dönüşüyor.

Doğaüstü ile gündelik gerçekliğin iç içe geçmesi, gizemin sürekli artması, kahramanın kendi kimliğini çözmeye çalıştıkça John Dee’yle ilgili sırlara ulaşması ve nihayetinde kendisini “fazlasıyla bir hortlak gibi” hissetmesi düşünüldüğünde, Ackroyd’un Meyrink’in romanlarından büyük ölçüde etkilendiği ortaya çıkıyor. Başına gelen gizemli olaylara anlam yükleyebilmek, doğaüstü vakalara inanmak ve inanmamak arasında gidip gelen kahramanın öyküsü, Meyrink’in eserlerini hatırlatacak denli fantastik çelişkilerle yüklü olsa da, Ackroyd’un romanının Batı’nın çöküşü ve karanlığıyla ilgili kültürel bir anlatıya sahne olmadığını, bunun yerine tarihsel bir gizem romanı gibi okunabileceğini belirtebiliriz. Ancak Ackroyd’un bir baba-oğul hesaplaşmasını anlatmak için Meyrinkvari bir John Dee öyküsü anlatmasının sebebi ne olabilir, onu belirtmek zor. Hem Meyrink’in hem de Ackroyd’un kahramanları “kendi evinde bir hortlağa” dönüşüyor, ama Meyrink’in kahramanları bir karanlık arıyor sanki, onu bulup yüzleşmeye çalışıyorlar. Halbuki Ackroyd’un kahramanı, bulduğu karanlıktan kurtulmaya çalışıyor. İki farklı karanlık, iki farklı yüzleşme öyküsü…

Sonuçta Golem, Batı Penceresinin Meleği ve Doktor Dee’nin Evi, birbirini besleyen metinler olarak değerlendirilebilir, ama biz okurlar için gerçek yüzleşme, bu eserlerin temelindeki karanlığın nereden beslendiğine, gerçeklik ile hayal gücü arasındaki iktidar savaşının neden sonsuza kadar süreceğine kafa yormaktan geçiyor.

 

Ana görsel: Gustav Meyrink'in romanından sinemaya uyarlanan 1920 tarihli “Der Golem, wie er in die Welt kam filminden bir sahne.