Dünyaya bıraktığımız hiçbir söz ve eylem eleştiriden muaf değildir. Bu yazı da buna dâhil...
16 Şubat 2017 13:52
Haziran 1978’de Sesimiz dergisinde yayımlanan “Sanat Eleştirisinin İşlevi Konusunda” başlıklı yazısında şöyle diyor Kaya Özsezgin: “Tanıtmanın ötesinde işleve dönük, yoruma geniş yer veren sanat eleştirisinin, sanatçılar yönünde tepkiyle karşılanması, biraz da eşyanın tabiatı gereğidir. Nesnel davranmayı kendine ilke edinen bir eleştirmenin, yapıtları üzerinde yorumda bulunduğu, eleştirdiği her sanatçının övgüsünü, desteğini kazanması elbette düşünülemez.”
Üstünden kırk yıl geçmesine rağmen Batı yakasında değişen bir şey yok. Demek ki “eşyanın tabiatı” tespitinde bir haklılık payı var. Öte yandan bu tespitin hemen öncesinde tabiatımızla arasının pek hoş olmadığını, bundan rahatsızlık duyduğunu da belli ediyor Özsezgin. Ben de açıkçası doğamızın bu kısmıyla barışmak yerine onunla mücadele etmemiz gerektiğini düşünenlerdenim.
Yazıya başlarken Salâh Birsel’e atıfta bulunarak uygarlık dediğimiz şeyin ilerleyişini “kuralları yıkan kuralların” varlığına borçlu olduğunu belirtmiş Özsezgin. Yeni kuralların ortaya çıkabilmesini ise diyalektik yasasına borçlu olduğumuzu söylemiş. Her sanat akımının bir önceki akımın bağrından çıktığını biliyoruz. Tabii aynı zamanda, bağrından çıktığı akımla çatışacak ki “yeni” bir akım olabilsin. Her yeni akım öncekini eleştirerek kendini var ediyor. Bu eleştirinin ortaya çıkabilmesi içinse verimli bir tartışma ortamının var olması gerekiyor. Günümüzde kimi yönleriyle şüpheyle yaklaştığımız bir kavram olsa da bağlam içinde kullanmakta sakınca görmediğim “ilerleme”yi eleştiriye ve farklı fikirlerin tartışılmasına borçluyuz.
Çok basit ve temel meselelerden söz ediyor olduğumun farkındayım. Eleştirinin hepimiz için bir ihtiyaç olduğu bu işin abecesi. Gel gör ki sanatçının, yazarın, çizerin, politikacının, bilim insanının eleştiri karşısındaki tepkisi alfabenin öteki harflerine geçemediğimizi düşündürüyor.
Belki de sorun eleştirinin ne olduğu bir yana henüz ne olmadığı konusunda bir uzlaşının sağlanamamasından kaynaklanıyordur. Bırakın yazı çizi işlerini, eş dost akraba sohbetlerinde alışkanlıkla kullandığımız bazı kalıpları düşünün. Misal, bir konu tartışılırken gücenmesinden çekindiğimiz arkadaşımızı rahatlatmak için şu cümleyi kurarız peşinen: “Yanlış anlama seni eleştirmiyorum.”
Görünen o ki, çoğunlukla “eleştiri” ile “yergi”yi birbirine karıştırıyoruz. “Yermek” fiilinin sözlükteki karşılığı şöyle: “Kötülüklerini söylemek, zemmetmek.” Zemmetmek fiiline bakalım: “Kınamak, kötülemek, çekiştirmek.” Yani “yergi”nin sanat ya da edebiyat literatüründe bir yeri yok. Tabii eğer amaç hiciv türünde bir metin kaleme almak değilse. Bunu yapan yazılar da yayımlanıyor elbette ama onları eleştiri kategorisinde değerlendirmek ne kadar doğru?
Şimdi de eleştirinin sözlük anlamında ne yazıyor onu okuyalım: “Bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ya da yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işi, tenkit.”
Roland Barthes ise “Bir anlatı üzerine anlatıdır eleştiri” tanımını yapıyor. Bu da gösteriyor ki, eleştiri, yerginin aksine emek isteyen bir uğraş. Her şey bir kenara yeni bir anlatı kuruyorsunuz. Demek ki eleştiri yazısı deyip geçmemek gerekiyor, orada da ciddi bir emek olduğunu, hiç değilse olması gerektiğini unutmamalı. Nedir bu emek? Eleştirdiği eseri enine boyuna incelemek, değerlendirmek. Ne için? Yaratıcısının yapmaya çalıştığı şeyi anlamak için. Anlayacaksın ki, neyi yapıp yapamadığını, neyi neden yaptığını çözümleyebilesin. Eh bunun için de o metnin içine iyice bir nüfuz etmen şart. Nüfuz etmek de okuyup geçerek olacak iş değil, yoğun bir mesai gerektiriyor. Öyleyse bu uğraş, eleştirmen ile metin arasında derin bir ilişkinin gelişmesi manasına da geliyor. Yergi için tüm bunlara gerek olmadığını belirtemeye ne hacet.
Eleştiri karşısında, eleştirmenin söyledikleri üzerine düşünmek yerine fevri bir şekilde savunmaya geçtiğimde; eleştiriyi kişiliğime yönelik bir hakaret ya da emeğime yapılmış bir haksızlık gibi algıladığımda; eleştirinin arkasında duran bu emeği görmezden gelmiş oluyorum. O eleştiriyi kaleme alan kişinin, eleştirdiği metinle nasıl bir ilişki içine girerek bunu yaptığını unutuyorum. Bir metnin yaratıcısı kadar, onu eleştiren kişinin de o metni sahiplenebileceğini; ona saygı duyarak, üstelik tam da bu saygıdan ötürü eleştirmiş olabileceğini görmüyorum.
Sanatçı, yarattığı eser ile arasındaki ilişkinin biricik olduğu yanılgısına kolayca kapılabiliyor. Oysa eser, yaratıcısından kopup kendi başına yol almaya başladığından itibaren okurla/izleyiciyle arasında yeni bir ilişki tesis ediyor. Yazarın bu ilişkiye dışarıdan bakmak ve ondan kendi payına düşeni almak dışında yapabileceği bir şey yok. Üstelik bu bir kayıp da değil. Aksine, yepyeni olanaklara açılan bir kapı. Kendi eserime yeniden dönüp, farklı bir gözle bakabilmemi, böylece kendimi yenilememi sağlayacak yegâne imkân. Ya bu kapıyı açacağım ya da ona sırtımı dönüp alıngan bir çocuk gibi dünyaya küseceğim. Çoğunlukla bu ikincisini yapıyoruz. Olumsuz değerlendirmeler işittiğimizde öfkeleniyor, en hafifinden kırılıyor, güceniyoruz. Hatta öyle ki eleştirinin sahibine karşı saldırgan bir tutum sergileyebiliyoruz. Böylece tartışma zemininin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunuyoruz.
Peki neden? Eleştiri ve yergi arasındaki kavram kargaşasından söz ettim. Bunun yol açtığı bir durum olarak da, eleştiriyi düşman saldırısı gibi algılama eğilimi dikkati çekiyor. Eleştiriyi yergi gibi algılarsam bunun bir savaş silahı olduğunu düşünürüm. Kimi zaman eleştiriden çok yergiyi çağrıştıran yazıların kaleme alındığını reddetmiyorum. Öte yandan kibirli bir üslupla kaleme alınmış olsa bile bu tür yazıların da eleştirisinin yapılabileceğini hatırlamakta fayda var. Dolayısıyla bunların da karşısında savunmaya geçmek yersiz. Yine de sanatçının bir insan olduğunu hatırlarsak, yergi ve polemik dilinin onu incitebileceğini, savunma mekanizmalarını harekete geçirebileceğini kabul etmek gerek. Ama bu yazının meselesi çözümleyici bir üslupla yapılan eleştiriler karşısında gösterdiğimiz tepkiler.
Eleştiriyi eserimden ilham alınarak oluşmuş yeni bir anlatı olarak algıladığımda, ona belli bir mesafeden bakma olanağı bulurum. Aynı zamanda bu, kendisi de bir anlatı olan eleştiri yazısının hakkını teslim etmeme yarar. Bir şeyin hakkını teslim etmek yalnızca onu övgüye boğmakla gerçekleşmez, gerekli dikkati göstererek onu eleştirmekle de mümkündür. Bu yeni anlatı kuşkusuz ki benim eserimden söz ediyordur ama kendi başına ayrı bir metin olarak da eleştiriye açıktır. Dolayısıyla bir son söz değildir. Bir yargılama merci değildir. Hüküm veren bir hâkim sözü hiç değildir.
Aksine bu yeni anlatının sahibi de benimle benzer bir şekilde risk almıştır. Kendini ortaya koymuştur. O da en az benim kadar çıplaktır okur karşısında. Açıksözlü ve dürüst davranmıştır. O da kötü yürekli sayılmak tehlikesini göze almıştır. Eserim hakkında bir yorumda bulunarak, kendisi de eleştiriye açık hale gelmiştir. Öyleyse ben ya da bir başkası da bu eleştiri metnini eleştiriye tabi tutabilir, belli bir mesafeden değerlendirebilir. Bunu yapmak yerine yergiye kayan savunma cümleleri kurduğumda -şu ironiye bakın ki- tartışmayı polemik zeminine kaydıran, konuyu savaş alanına çeken ben olmuş olurum. Onca emek verdiğim yapıtımın eleştirel okumalar yoluyla çoğalıp zenginleşmesi şansını kaçırırım. Bir sanat yapıtının sadece yaratıcısının zihinsel sınırları içinde kalmamasının tek yolu sanat alıcısının, eleştirmenin o yapıtın bundan sonraki yaşayışına, anlamlandırılmasına, okunmasına aktif katılımı değilse nedir? Eleştiriye reaksiyon gösterdiğimde kendi metnimin okuru olma ve daha önceki ilişki içinde hiçbir şekilde fark edemeyeceğim gizli anlamları açığa çıkarma olanağını kendi ellerimle sabote etmiş olurum.
Eleştiri yazısının açtığı kapıdan geçerek yürütülecek bir tartışmanın; gerekirse o eleştiri metninin de eleştirilmesiyle ve onu eleştirenin de eleştirilmesiyle ortaya çıkan diyalog silsilesinin de önünü kesmek eleştirileri savuşturmaktan başka bana ne kazandırır? Günü kurtardım, kendimle ve eserimle ilgili algıyı manipüle ettim, peki yarın?
Yarın kelimesinin bende çağrıştırdığı kavramların başında “dönüşüm” geliyor. Çünkü yarın demek bugünden kopmak yeni bir başlangıç yapmak demek. Bugünün üzerine bir şeyler eklemek demek. Bugünü elekten geçirip devam etmek demek. Yarın olduğunda bugünün aynı isem burada bir problem var diye düşünürüm. Bununla kast ettiğim şey kuşkusuz ki tutarsızlık değil. Öte yandan tutarlı olmak ile statik olmak arasında ciddi bir fark olduğunu söylemeye gerek yok. İnsan dünüyle tutarlı bir biçimde yarın başka bir insan olabilir. Zaten dikkatle bakıldığında bu değişimin izleri dünün içinde görülecektir. Tıpkı yazının başında bahsi geçen sanat akımları gibi. Her akımın dünün bağrından çıkması, ondan farklı olması ama onun izlerini taşıması gibi.
Bugün eserime yönelik eleştirileri savuşturdum diyelim. Kendimle ve eserimle ilgili algının zarar görmesini engelledim. Eserimin üzerine toz kondurmadım. Peki sonra? Yarın bana ne olacak? Yarın yeni bir eser yarattığımda yeni bir şey yapma şansım var mı? Kendi poetikamı, yazarlığımı, ötekinin, dışarının gözüyle irdeleyemezsem nasıl olacak da kendimi tekrar etmekten kurtulacağım?
Başkalarının yorum ve değerlendirmelerini dikkate alarak eserini ve kendini didiklemek zorlu bir uğraş. Bir kere birtakım yüzleşmeleri beraberinde getiriyor. Ama zaten roman yazmak, resim çizmek, heykel yontmak için de bu ve benzeri pek çok yüzleşmeyi gerçekleştirmem gerekmiyor mu? Ben kendim daha yüzleşme yaşamadan ortaya koyduğum sanat eseriyle okuruma herhangi bir yüzleşme vaat edebilir miyim? Eleştiri karşısında gardımı aldığımda, okurumun benim eserim karşısında gardını almasını engelleyebilir miyim? Gardını almış bir okura/alıcıya sözüm ne derece ulaşabilir? Buradaki paradoksu fark etmişsinizdir. Dünyayı değiştirmek isteyen ama kendisi değişmeye direnen devrimcilerin içine düştüğü durumu hatırlatıyor. Ben değişmeyeceğim ama sizleri değiştireceğim kibri değilse nedir bu?
Değişme korkusunun köklerinde dünya düzeninin payı çok. Neoliberal ve kapitalist sistem içinde belli bir formasyondan geçirildik hepimiz. Üniversiteye hazırlandığım yılları düşünüyorum da muhalif bir ailede büyümüş olmamın getirdiği “yarış atı olmayacağız” söylemine rağmen bal gibi de yarış atı gibi hazırlandım sınavlara. Kaçımız bundan kurtarabildik paçayı? Yarış atı olma durumu birtakım okulların giriş sınavlarıyla sınırlı değildi kuşkusuz. Sistem, belli bazı algıları içimize nakşetti: Hayat yarışmaktır. Geride kalmayacaksın. Herkesin takdirini alacaksın. Takdir aldın diyelim, takdir almana sebep mevziyi asla kaybetmeyeceksin. Unutma; dört yanlış bir doğruyu götürür. Öyleyse her eleştiri bizim yanlışımıza işaret etmekle kalmıyor, doğrularımızı da elimizden alıyor, öyle mi?
Değişmek, kazandığımız mevzileri ve mevkileri yitirme riskini göze almak demek. Eleştiri karşısında gösterdiğim tepkinin nedeni, yarışta geriye düşme endişemin tetiklenmesi olmasın? Hepimizin ebeveyni aynı; hata kabul etmeyen mükemmeliyetçi, acımasız piyasa ekonomisi. Onun kriterleri arasında ufalanıp yok olmaktan o kadar çok korkuyoruz ki, orada var olmamızın garantisi gibi görünen yaldızlarımız azıcık zarar görse paniğe kapılıyoruz. Aslında eleştiri metni, beni değil, benim ürettiğim bir nesneyi “hedef aldığı” halde orada yazılanları kişiliğime yönelik bir hakaret gibi algılamamın nedeni de belki biraz bu. Bu yarış sistemi kendi eserime yönelik algımı bile bozabiliyor. Yarattığım yapıtı kendimden bağımsız bir varlık olarak düşünemez oluyorum. Onu kişiliğimle özdeşleştiriyorum. Onun değerindeki en küçük bir oynama benim kişisel değerimde de oynamaya yol açacakmış gibi hissediyorum. Hakarete uğramış gibi tepki vermemin altında bu yatıyor olabilir mi? Eğer öyleyse yapıtımla aramdaki ilişkide ciddi bir mesafe kaybı var demektir. Yapıtım ben, ben de yapıtım olmuşumdur. Başka bir düzlemde konuşsak bu yanlış bir önerme sayılmaz. Ama buradaki bağlamda, eser benden kopup okura sunulduğu andan itibaren ondan ayrılmayı bilmem ve üzerinde hak iddia etmekten vazgeçmem gerekir. Onun, benden bağımsız ilişkiler kurabileceğini kabullenmem şarttır.
Eserime yönelik eleştirileri kara çalma olarak algılamamın psikolojik nedenlerini bir kenara bırakıp benim dışımdaki insanları da ilgilendiren sebeplerine gelmekte yarar var. Yalnız oraya gelebilmek için de önce eleştiri yazısının ne olduğu ve ne olmadığıyla ilgili tartışmaya geri dönmek ihtiyacı duyuyorum.
Bunun için de merceği daraltıp sadece edebiyat alanına odaklanacağım. Özellikle son yıllarda kitap eklerinin çoğalmasıyla birlikte, eleştiri ile tanıtım yazıları arasındaki mesafenin kısaldığı görülüyor. Bu mesafesizliğin doğurduğu sonuçlardan biri tanıtım yazısından beklentimiz ile eleştiri yazısından beklentimizin aynılaşması olabilir.
Yazar ve yayıncının tanıtım yazılarından beklentisi doğal olarak kitabın okura duyurulmasına hizmet etmeleri. Fakat sorun aynı beklentinin eleştiri yazılarına da yöneltildiği noktada başlıyor. Bir eleştirmen kitapla ilgili olumsuz değerlendirmeler yaptığında beklentileri karşılanmamış, dahası piyasaya sürdükleri ürüne “kara çalınmış” oluyor. Bu kez söz konusu eleştirmenin yazısı karşısında sosyal medya ve benzeri mecralardan öfkeli serzenişler okuyabiliyoruz.
Üslubunda yergi ve hakaret olmayan; eleştirisini belli bir mantık içinde temellendiren bir eleştiri yazısını yayıncının kara çalma olarak algılaması piyasa içinde aldığı pozisyon düşünülürse şaşırtıcı değil. Sonuçta yayıncı belli bir metayı pazara süren kişidir. Onun gözünde kitap bir metadır. Bir kültür ürünü olması bu gerçeği değiştirmez. Bu metanın kalitesi ve değeriyle ilgili olumsuz değerlendirmelerde bulunduğunuzda piyasaya sürdüğü metayı kötülemiş gibi olursunuz.
Fakat yazarın konumu ile yayıncınınki aynı olabilir mi? Yazar, eserini piyasaya sürerek onun nesnel olarak bir meta olduğunu kabul etmiş olsa da özünde sanat eseri olduğunu bilir. Ne ilginçtir ki, eleştirmen de eserin bu özüyle ilgilidir ve onu bir meta olarak değerlendirmez; kriterleri piyasanın kriterleri değil, sanatın kriterleridir. En azından öyle olmalıdır. Yani eserin sanatsal özünü savunma mevzisinde eleştirmen ile sanatçı düşman değil yoldaştır. Eleştirmenin olumsuz bile olsa yaptığı değerlendirmeleri yapıtın salt bir meta olarak algılanmasına karşı direnme olarak görmek yanlış olmaz.
Tanıtım yazısını kaleme alan kişi ise sanatsal özle bağını tümden koparmış olmamakla birlikte içten içe farkındadır ki, bir metanın okur tarafından alınması, görülmesi, farkına varılmasına yarayacak bir uğraş içindedir.
Yayıncının tanıtım ile eleştiri arasında bir ayrım gözetmemesi doğaldır. Bu, eşyanın tabiatına uygundur. Fakat sanatçının tabiatı, o kadar yalınkat değildir. O, bu ayrımı gözetmezse, kendi eserini salt meta ürünü olarak algılamaya başlamış demektir. O yüzden eleştirileri de pazara sunduğu bir metaya yönelik kara çalma şeklinde algılaması kaçınılmaz olur. Eserinin özüyle ilgili sözlere kulak tıkamaya başlar. Çünkü özüne yönelik bu tartışmanın metanın pazar değerini düşürmesinden endişe duyar. Belki eleştirinin varlığına en çok bu yüzden ihtiyacımız var. Eleştiri bana yapıtımın salt bir meta olmadığını, sanatsal öze sahip olduğunu hatırlatır. Böylece beni de o öze sahip çıkmaya çağırır.
Bahsettiğim bu denklemde ayağının altındaki zemin en kaygan kişi yazar oysa gerek. Yayıncının pozisyonu net. Eleştirmenin de öyle. Eserin meta olarak değer kazanması yayıncının çıkarlarıyla net bir biçimde bağ içinde. Eleştirmenin ise eserin meta olarak kazandığı/kaybettiği değerle hiçbir çıkar ilişkisi yoktur. Yazar olarak ben ise meta değerinden elbette bir çıkar elde ediyorum ama eserimin sanatsal özünden koparsam da yazma nedenimi yitiririm. Öyle ya ben yazmaya neden başlamıştım? Dürtüm neydi? İyi gelir getirecek bir meta üretmek mi, yoksa sanatsal iddiası olan bir eser ortaya koymak mı? Bu sorular ışığında söyleyebilirim ki bana yapıtımın sanatsal özünü hatırlatan her türlü şeye, canımı sıksa da, yüzleşme gerektirse de, önüme zorlu bir uğraş koysa da dört elle sarılmam gerekir. Aksi halde üstünde durduğum bu kaygan zeminde ayakta durmam mümkün olmaz. Dengemi kaybeder, düşerim.
Yazının başlarında bir yerde eleştirmenin kibirli bir üsluba sahip olabileceğinden ve bunun sanatçıyı incitebileceğinden söz etmiştim. Yine aynı satırlar arasında Barthes’ın eleştiriyi yeni bir anlatı olarak kurgulamasına istinaden, eleştiri yazısının da eleştiriye tabi tutulabileceğini hatırlatmıştım.
Bitirirken bir ek yapma gereği duyuyorum. Dünyaya bıraktığımız hiçbir söz ve eylem eleştiriden muaf değildir. Bu yazı da buna dâhil.