Süha Oğuzertem, eleştirirken ifşa ediyor, eleştirirken hakkını veriyor, eleştirirken öfkeleniyor, hep yeniden düşünüyor, düşündürtüyor...
28 Haziran 2018 14:30
“Edebiyat, hayatlarımız üzerine düşünmemize katkıda bulunursa misyonunu yerine getirmiş demektir.” Süha Oğuzertem’in Eleştirirken kitabının ilk yazısı bu cümleyle başlıyor. Dolayısıyla yazar —öyle anlaşılıyor ki, kitabı titizlikle yayına hazırlayan Yalçın Armağan’ın yerinde önerisiyle— daha ilk cümleyle edebiyattan “mütevazı” sayılabilecek beklentisini açıklamış oluyor. Edebiyatın yaşam algımıza müdahalesini, yaşamsal dinamiklerin edebiyata “kanlı canlı” sızmasını önemsiyor Oğuzertem. Güç veren, umut eden, yılgınlığa kapılmayan, dönüştürücü etkisi olan edebiyattan yana. Kendini öykü, roman, şiir gibi edebî türlere sıkışmak zorunda hissetmeyen, sözünü “etkili” söylemenin yanı sıra “yetkili” olmanın da sorumluluğunu alan bir edebiyattan yana. Yazılar topluca okunduğunda, Oğuzertem’in, gücünü doğayı ve doğaya yabancılaşmamış insanı, emekçiyi, kadını, çocuğu ve yaşam içinde dezavantajlı konumda olan kişileri hakkıyla yaşatma arzusundan alan hayat/edebiyat görüşü net ve epey tutarlı bir biçimde ortaya çıkıyor.
Sanatçı nasıl yapıtına —karakterlere, olay örgüsüne, ısrarla kullanılan sözcüklere, giderek sözdizimine— saçılıyorsa, eleştirmen de yazılarına kaçınılmaz bir biçimde benliğinden izler bırakır. Bu izler bir araya geldiğinde de eleştirmenin kendini hayatta nasıl konumladığı, nasıl adım adım, tutarlılıkla inşa ettiği büyük oranda gün yüzüne çıkmış olur. Oğuzertem, 1990-2014 arasında yazdığı 16 yazıdan oluşan Eleştirirken kitabında, edebî metinlere yönelik çözümlemeler yaparken hem yerleşik tespitlere şüpheyle yaklaşmanın önümüze açacağı yolları, “neden” diye sormanın hızla işleteceği düşünsel mekanizmayı gösteriyor, hem de takındığı tavrın sorumluluğunu alarak, yalpalamadan, tutarlı bir eleştirel evren inşa ediyor.
Edebiyat, çatışmalardan, vicdanın azarlarından, muhakemenin tok sesinden, mücadele edemeyişten, mücadeleye gömülmüşlükten kaçıp sığınılabilecek korunaklı bir alan gibi görünür bazen. Okurunu türlü kurgu ya da dil oyunlarıyla rahatlatan, gevşeten, bazen uyuşturan edebiyata, hiç de şaşırtıcı olmayacak biçimde, “piyasa koşullarında” daha çok kıymet verilebilir. Oğuzertem’in Sait Faik hakkındaki yazısında Wayne C. Booth’dan aktardığı şu sözler, sadece Sait Faik’i değil Oğuzertem’in eleştirel “tavrı”nı ortaya koymak açısından da önemli: “[S]anat ve eleştiri birer tavır türü olarak görüldüğünde, bizi başta sanata dönerek kaçabilmeyi umduğumuz muharebelerin tam ortasına götürür” (Eleştirirken 137). Oğuzertem de “eleştirirken” takındığı tavırla, edebiyatı hayatın tam orta yerine konumlamasıyla ve bunu yaparken eşitlikçi, türcülük yapmayan, hiyerarşik belirlemelerden uzak eleştiri anlayışıyla, biz okurları, bazen kaçtığımız hayat muharebelerinin ortasına bırakabiliyor tekrar. Ama bu kez, öncekinden daha donanımlı olarak. Topumda dezavantajlı konumda olan kesimin edebiyattaki temsiline dikkat kesilerek, okurun, kısmen normalleşen ayrıştırıcı, cinsiyetçi, aşağılayıcı dile ve davranışlara karşı, hem edebî söylemde hem yaşamında daha uyanık kalmasına katkıda bulunuyor; bu dille mücadelenin öncelikle fark etmek ve tepki vermekle mümkün olacağını göstermiş oluyor böylece. Üstelik bazen “soğukkanlı” olmak zorunda da hissetmiyor kendini. Üzülüyor. Kızıyor. Mesela, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’de kurduğu bir cümle üzerine söyledikleri, bu kızgınlığı genelde yaptığı gibi müstehzi bir gülüşün eşlik ettiği alaylı bir dilsel tonun ardına gizleyemeyeceği kadar güçlü sanki: “Bence şurası çok açıktır ki insan soyunun gururunu kıran cüceler değil, cücelerden bu şekilde söz edilmesidir. Ve hiç kuşkum yok ki, bu ülkenin, bu dünyanın cüce vatandaşları da elbet bir gün kendi adlarına konuşacaklar, bu tür hakaretleri hak etmediklerini söyleyeceklerdir” (232).
Oğuzertem’in yazılarını okuduktan sonra, aklıma Roland Barthes’ın o ünlü sözünün gelmesi rastlantı değildir sanırım: “Yazar dünyanın niçin'ini kesinlikle bir nasıl yazmalı'da eriten kişidir".1 Kitaptaki çoğu yazıda, niçin ile nasıl’ın, etik ile estetiğin, içerik ile biçimin hemhâl olmuşluğunu, Oğuzertem’in başka yazarlara yaklaşırken bu erimiş hâlde bulunan niçin’in peşine düştüğünü, kendi yazılarında da, biçimsel tercihlerin mutlaka o yazının neden yazıldığına ilişkin bir dayanak noktası olduğunu görebiliyoruz.
Kitabı yayına hazırlayan Yalçın Armağan, “Sunuş” yazısında, yazıları kronolojik olarak sunmak yerine, tematik bir tasnifi tercih ettiğini belirtmiş. Yazıları okuyunca, Armağan’ın bu tercihinin ne kadar isabetli olduğu anlaşılıyor. “Yazarın İzi” üst başlığıyla sunulan yazılarda, Oğuzertem’in dikkatle yaklaşılmadığını ve anlaşılmadığını düşündüğü edebiyatçıları nasıl coşkuyla “anlaşılır” kılmaya çalıştığını izlemek mümkün. Görünen o ki, öncelikle metinlere en doğru yaklaşımı tespit ederek onların özgünlüklerini daha net bir biçimde saptayabilmek için o metinleri hangi kavramlarla ele almak gerektiğini düşünüyor Oğuzertem. Acele yargılardan, klişe saptamalardan, pek çok yazara-yapıta yakıştırılan nitelikleri farklı yazarlarda yineleyip durmaktan kaçınıyor. Her nitelikli eleştiride farkına vardığımız şey, bu yazılarda da heyecan verici bir biçimde karşımızda: Bir edebî metne, onun arzu ve talep ettiği yöntemlerle, adım adım, özenle, ürkütmeden ve ürkmeden yaklaşırsanız, o metin de adım adım size yaklaşacak, bağlantıları kurabilmeniz için bazı karanlıklarını yavaş yavaş aydınlatacaktır.
Sait Faik’in “yazı”sını “lirik düzyazı” olarak kodlayarak, onun açık uçlu olay örgüsünden yana oluşunu, birinci şahıs anlatıcı tercihini “etik şeffaflık arayışı” olarak yorumlar Oğuzertem. “Türkçe Kurmacanın lirik dönüşümü” ifadesiyle, Sait Faik’teki “romantik” izleri anlamlandırır: “Romantizmin izleri azımsanmayacak ölçüdedir. Sırf küçümseyici çağrışımları olabilir diye ‘romantik’ sıfatını kullanmaktan kaçınmamamız gerekir” (34). Romantizmi, romantik özelliklere haiz edebiyatı, edebiyattan umutlu, mücadeleci, düşündürücü ve dönüştürücü olma yönündeki beklentisine karşılık geldiği için, romantikler “yeryüzünde yabancılaşmamış bir cemaat tasavvurundan ilham al[dıkları]” (35) için koruyup kollayan bir tutum içindedir. Benzer yaklaşım Halikarnas Balıkçısı üzerine yazdığı yazıda da gözlemlenir. “Kurmaca ile lirik olan arasındaki ilişki ve çelişki”yi ele aldıktan sonra, Balıkçı’nın “yaşam yazısı”nı, “öldürme deneyiminin yaşatma felsefesine dönüşümü” (67) olarak okur. “Otobiyografi” olarak görülmesi gereken Mavi Sürgün’de ihmal edilen “biyo”dan söz eder. Hayatı ben’in uzantısı olarak değil, ben’i hayatın parçası olarak görmenin ve “otobiyografi”deki “biyo”nun Balıkçı’daki karşılığını tespit eder.
Oğuzertem’in Leylâ Erbil’e yaklaşımı ise, yazarın sıkça dile getirilen özgünlüğünü ve özgürlüğünü, etik ve estetik dinamikleriyle somutlaştırmak, sürekli yinelenen, ama çevresi hakkıyla örülemediği için Erbil edebiyatının özü olarak tayin edilse de nedensiz kalmış bu iki kavramı Erbil özelinde düşünmek yönünde olacaktır. Yanıtı bazılarınca hızla, kestirmeden ya da tamamen yanlış verilen veya hiç sorulmayan sorular ufuk açıcı bir biçimde yanıtlanır: Leylâ Erbil’in özgür bir yazar olması ne demektir? Neden özellikle özgürdür ve ne(y)den özgürdür Erbil? Hangi toplumsal koşullarda, hangi ifade araçlarıyla bu “bağımsız kendiliği” kazanmıştır? Tanıdık bildik edebiyat türlerinin, edebî söylemin sınırlarını zorlaması, yazarın “biçim oyunculuğu” ya da “avangard deneycilik” yaptığını mı gösterir? Erbil’de postmodern sayılabilecek edebî tekniklere rastlanması onu alelacele postmodern ilan etmemiz için yeterli midir? Bu sorulara verilen yanıtlardan sonra Erbil bağlamında ortaya çıkan tablo, yazarı tek bir akıma, yaklaşıma, türe ya da kalıba sığdırmanın zorluğudur. Öncelikle bu yaklaşımlardan, başkaları tarafından tarif edilmiş edebî konumlardan özgürdür Erbil. (Hoş, şunu düşünmeden de edemiyorum: Türkçe edebiyatın nitelikli her yazarı için söylenemez mi bu? Hangi iyi yazar bir “düşünsel kalıba” sığışabilmiştir ki?)
Öte yandan, ilk bölümün yazıları okuduğunda dikkat çeken önemli bir şey var. Yazar, Sait Faik, Leylâ Erbil, Yaşar Kemal ya da Halikarnas Balıkçısı’nın edebiyatına yönelik coşkusunu, kuramsal artalanı ihmal etmeden, tutarlılıkla ve nedenleriyle gösterirken, yine tutarlılıkla ama sanki yeterince netleşmemiş bir biçimde tepkili olduğu anlaşılan edebiyatı (“yüksek” edebiyat, modernist estetiğe atfedilmiş kimi özelliklere haiz edebiyat), sanki bir tür savunma mekanizması işlettiğinden ve yazarlarını korumaya aldığından, toptan yargılayabiliyor bazen. Oğuzertem’in “bu tarz” edebiyatı nitelerken kullanmayı seçtiği ifadeler çarpıcı: masabaşı edebiyatı, bunalım boca etmek, kitabı okura “fırlatan” yazar, yabancılaşmaya methiye düzmek, ölümsever olmak, vs. Yazar bu ifadeleri kullanarak, modernist estetikle özdeşleştiğini söylediği bazı kullanım ve yaklaşım tarzlarını “tutmadığını” ifade etmiş oluyor. Ancak bu özdeşleştirmeyi kim yapmış, modernist “sayılan” bu “bazı” yazarlar kim, bilemiyoruz. Leylâ Erbil’le ilgili yazısında şunları söylüyor mesela: “Avangard metinler anlaşılabilirmiş. Roman otobiyografiyi dışlamak zorunda değilmiş. Modernistler içe kapanmak bunalımlarını okura boca etmek, yaşam karşısında yer almak, ölümsever olmak zorunda değillermiş. Siyasetle de ilgilenebilir, onunla ilgili konuları metinlerine katabilirlermiş” (115). Anlıyoruz ki yazarın niyeti, modernist düşünsel kalıplara da şüpheyle yaklaşmak, tek tip bir modernist anlayışın olmadığını, özgün bir yazarın bu kalıpların çoğunu altüst ederek de modernist sayılabileceğini Erbil örneğinde göstermek. Ancak bunu yaparken, Türkçe edebiyatta modernist eğilimleri olan diğer nitelikli yazarları göz ardı etmiş oluyor sanki (ilk aklıma gelenler Tezer Özlü, Onat Kutlar, Yusuf Atılgan). Burada uzun uzadıya tartışmak mümkün olamayacaksa da şu kadarını söylemeliyim: “Masa başında” yapılan her edebiyat kurmacayı, oyunu kutsayarak sorumluluktan kaçan edebiyat olmak zorunda değildir; “çıkışsızlık” psikolojisini, var olan toplumsal-politik koşullarda yaşamı sürdürme sıkıntısını, uyumsuzluğu, uzlaşısızlığı konu alan, “özgün bir tonda bunalan” her edebiyat bunalım “boca ediyor” değildir; edebiyatın ille de “umut aşılamak” gibi bir misyonu olmak zorunda değildir, edebiyatın okuru uyandırma, farkındalık yaratma, sarsma işlevini yerine getirmesi için umutlu ve direngen olma gibi bir mecburiyeti yoktur, özgünlüğü yakaladığı ölçüde ümitsizliğin, bunalımın dibini gören bir edebiyat bazen daha “uyandırıcı” bile olabilir; yapıtının peşine düşmeyen ya da onu Leylâ Erbil gibi her baskıda yeniden gözden geçirmeyen, yapıtını okurlarına açıklamaya çalışmayan her modernist yazar kitabını okuruna “fırlatıyor” değildir; belki atıyordur en fazla, tutsunlar diye.
Sait Faik’in sanatının “yer yer zaaf olarak nitelenmiş” veçhelerine bir daha bakmayı öneriyor Oğuzertem. Şu sözlerle:
Sait Faik’in eserleri uzlaşımsal anlamda mükemmellikten, bütünlükten ve dramatik yoğunluktan yoksunmuş gibi görünüyorsa, önce bu kelimelerle ne kastedildiği sorusu sorulabilir. Keza, “edebiyat”, esas olarak, “sıradan” hayata hatırı sayılır bir mesafedeki “dramatik entrika” ve “gerilim”i çağrıştırır hale gelmişse, edebiyat üretimi ve tüketimindeki böylesi bir “ilerleme” anlayışının ferasetini olduğu gibi, etkisini öncelikle entrika, sır ve ifşanın gıcıklayıcılığından alan yazı biçimlerini de sorgulayabiliriz. (33)
Sait Faik gibi kendinden sonraki nesle büyük bir etkisi olmuş, okunurluğunu hiç yitirmemiş, kadri kıymeti —Türkiye koşullarında— epey bilinmiş bir yazarın, böylesi güçlü bir savunmaya ihtiyaç duyduğundan şüpheliyim açıkçası. Öte yandan bu sözler, Sait Faik edebiyatının alımlanışının karşı kutbuna “entrika, sır ve ifşanın gıcıklayıcılığı”nı koyarak, aradakilerin yitip gitmesine yol açabilir sanki. Dramatik yoğunluk denen şeyin, entrikadan ibaret sayılamayacağını kabuledeceksek elbette…
Bu kitabın özellikle ilk bölümündeki yazılar, hâlihazırda sık sık düşündüğüm, isabetli yaklaşımlar sergilemek için özellikle çağdaş yazarları okurken başvurmakta rahat davranamadığım “özerklik”,”modernist estetik” gibi kavramların, Türkçe edebiyat örneğinde yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşündürttü bana. Bu noktada Yalçın Armağan’ın, şiire odaklanan İmkânsız Özerklik kitabı elbette önemli bir yol gösterici. Armağan, “özerklik, kendiliğinden vücut bulan bir olgu değil, bilimsel ve toplumsal gelişmelerin tezahürüdür” diyor. Ayrıca Adorno’nun estetik özerkliği, “kültür endüstrisinin hâkim olduğu bir ortamda özgürlüğe olanak sağlayan niteliğiyle” öne çıkardığını da biliyoruz.2 O hâlde, sanatlarında özerkliğin peşine düşmedikleri söylenen Sait Faik, Leylâ Erbil, Halikarnas Balıkçısı gibi yazarlar, kendi sanatlarının kurallarını kendileri koymalarıyla, kültür endüstrisine tepkilerini başka bir mecrada değil, edebiyatta göstermeleriyle, özerk sayılmazlar mı? Sanatı hayattan ayrı tutmak/tutmamak meselesi, işlevsel bir ayrım mıdır? Tanpınar, düş estetiğinden besleniyor diye edebiyatını yaşamın “dışında/üstünde” mi konumlamış sayılmalıdır? Sanatın özerkliği kavramını, o klişe “fildişi kuleye kapanmış sanatçı” imgesiyle mi düşünmeliyiz hep? Belki de etrafında dönüp durduğum asıl soru: “Hayat”ın dışında/üstünde/altında bir şey var mıdır ki?
Bence iyi eleştiri metni, “tavır türü”ne, edebiyat anlayışına katılın ya da katılmayın, bir metne nasıl yaklaşılması gerektiğini öğretmesiyle kıymetlidir öncelikle. Eleştiri nesnesine yönelik sarf edilen söz de, okuru o metne bakışını yeniden sorgulamaya iter kuşkusuz. Ancak bana öyle geliyor ki, bir metne hangi soruların, nasıl yöneltilebileceğine yönelik yol/yordam bilgisini edindirmek, nitelikli eleştirinin en önemli işlevidir. Yukarıdaki soruların bu bağlamda ele alınması, Oğuzertem’in eleştirel yaklaşımının öğreticiliğini göstermeye yeter bence.
Edmund Husserl, “şeylerin kendisine dönelim” diyordu; apaçık şeylerin kendisine… “Metnin Gizi” ve “Tanpınar’ın Gizemi” bölümündeki yazıları okuduğumda, heyecanla bunu söyledim içimden: Kitapların kendisine dönelim! Söylendiği kadar kolay olmadığını, Oğuzertem’in özellikle Yakup Kadri, Orhan Pamuk ve Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine yazdığı yazılar açıkça gösteriyor elbette. Kuşkusuz kitapların kendisine dönen her okur o kitaptakileri hemen göremeyecektir. Ancak belki şu yönde ikna edici olabilir bu söz: Okur-merkezli kuramlardan aldığımız “gaz”la ilk elden “aslında anlam bende tamamlanıyor, okur kitabı değil kendini okur” diye düşünüp kendimizi okumaya girişmemeli, metindeki cümleyi okumalı, anlamış gibi yapmadan ya da o cümleyi kafamızdaki bağlama sokuşturmak için eğip bükmeden, tuhaf bir şeyler döndüğünü seziyorsak o cümlenin üzerinde ısrarla durarak, neden öyle yazılmış olabileceğini sorgulayarak okumalıyız. Evet, “büsbüyük” eleştirmenler onun nedenini çoktan “açıklamış” ya da o cümleye hiç önem vermemiş olabilirler. Ama “iyi eleştiri”nin en önemli belirtisi, birikim ve dikkatten beslenen özgüven ve cesaretle yazılmış olmasıdır. Oğuzertem diyor ya, “bazı eleştirmenlerin kendilerini Mümtaz’la biraz fazlaca özdeşleştirmeleri, hatta bazen Mümtaz sanmaları yüzünden…” (381). İşte çoğu zaman tam da bu yüzden kitaplara dönmek yerine, kendimize dönmeyi önceleyebiliyoruz eleştirel okuma yaparken.
Yakup Kadri ve Sodom ve Gomore hakkında yazılmış en iyi yazı olduğunu düşündüğüm “Karakterin Sıfır Derecesi”nde, roman hakkındaki kalıplaşmış tespitlerden bağımsız düşünebilen dikkatli bir okurun fark edeceği tuhaflıkları, yanlarına yeni tuhaflıklar da ekleyerek ayrıntıyla yorumluyor Oğuzertem. Romandaki kişilerarası ilişkileri, bu ilişkilerin sunulma biçimlerini, başkarakter(siz) Necdet’in bireysel aşkla millî aşk arasında kalmış gibi görünen ama aslında verdiği tepkilere dikkat edildiğinde, kendi ruhsal arızalarını sergilemekten öteye geçmeyen hâllerini psikanalitik bir bağlamda çözümlüyor. Epey uzun olan yazının son alt bölüm başlığı “Vatanperver bebeklik”, Yakup Kadri’nin Necdet’te çizdiği “milliyetçi” yönelimi özetleyen ve tek başına bile çok şey söyleyen bir ifade. Oğuzertem, “çarpık bir uygarlık ideolojisinden” beslendiğini söylediği Sodom ve Gomore’nin teksesli romana mükemmel bir örnek olduğunu belirterek bitiriyor yazısını. Psikanalizin edebiyatta nasıl verimli iş görebileceğini göstermek açısından önemli bir yazı “Karakterin Sıfır Derecesi”.
Oğuzertem, büyük oranda akademisyenlikten gelen sistematiklikle, yazıların çoğunda kuramsal artalanı yazının başında verip metni incelemeye geçiyor. Bu sistematiklik bazen çok işe yarar olmakla birlikte, bazen de kuram ve yapıtın birbirinden şeklen ayrılması, okuma deneyimini zorlayabiliyor. Kuramsal kısmı okurken, bunları neden okuduğunu, işin nereye varacağını ve romandan ne zaman söz edileceğini bilememek okuru sıkabilir diye düşünüyorum. Kitapların kendisine dönmeyi ilke edinmiş bir yazarın, doğrudan kitapla yazıya başlamasını tercih ederdim sanırım.
Edebiyatta yol göstericiliği hep tartışmalı olmuş bir alan olan psikanaliz, Süha Oğuzertem’in temel çalışma alanlarından biri. “Tanpınar’ın Gizemi” bölümündeki yazılar, psikanalizin bir edebiyat yapıtına yaklaşırken nasıl önemli bir işlev yüklenebileceğini gösteriyor. Ancak bu alana yeterince hâkim değilseniz ve gelişkin bir edebî duyarlılığınız yoksa, psikanalitik olmasına çalıştığınız edebiyat eleştirinizi elinize yüzünüze bulaştırma, okuduğunuz her yazarı narsisist ilan etme, her nesneyi “geçiş nesnesi” sanma ihtimaliniz epey yüksek. Edebiyat eleştirisi alanı bu türden yazılarla dolu. Oğuzertem’in “Psikanalitik Eleştiri ve Tanpınar’ın Metinleri” yazısı, bu bağlamda çok önemli ve zaman zaman gülümseten uyarılar içeriyor: “Acemi bir psikanalitik eleştirmen, sağa bakınca ‘kastrasyon’, sola bakınca ‘ayna evresi’, ileri bakınca on adet ‘savunma mekanizması’ bulabilir. Peki, metindeki o ayna, Lacan’ın aynası mıdır?” (373). Acemi psikanalitik eleştirmen “işsizlik nedeniyle yoldan hasta çeviren hekimin durumuna düş[ebilir]” (374). Ya da yazarın Huzur romanının başkarakteri Mümtaz özelinde söylediği şu sözleri, psikanalitik açıdan ele alınacak herhangi bir roman karakteriyle ilişkiye giren eleştirmene yöneltilmiş yerinde bir uyarı saymak gerekir: “Huzur üzerine çalışacak psikanalitik eleştirmen, Mümtaz olmaktan sıyrılmakla işe başlayabilir” (381).
Zaten biliyordum. Ama bu kitaptaki yazıları okuyunca bir kez daha anladım ve deneyimledim ki, yeniden düşünmeye kışkırtan, tartışma kanalları açan, cesaret ve tutarlılıkla bakış açısını ortaya koyan eleştiri geliştirir. Her zaman. Karşı çıkmak için de iyi metin gerekir. Eleştirirken, iyi eleştiriye dair teoride “bildiğimiz” nitelikleri bilmekten öteye geçerek deneyimlememizi sağlamasıyla, pratikte iyi eleştirinin nasıl olması gerektiğini göstermesiyle de çok kıymetli.
Süha Oğuzertem,
Eleştirirken ifşa ediyor.
Eleştirirken hakkını veriyor.
Eleştirirken öfkeleniyor.
Eleştirirken eğleniyor/eğlendiriyor.
Eleştirirken dikkat edilmemiş olana dikkat kesiliyor.
Eleştirirken hep yeniden düşünüyor/düşündürtüyor.