Müge İplikçi: Siz barış derken savaşı işaret ediyorsanız, o sözcük bir gün gelir sizi boğar. Gerçekten kefaretidir bu sözcüklerin... “Barış” dediklerinde kastettiklerinin “savaş” olması çok korkunç...
26 Kasım 2015 14:00
Türkiye’nin en üretken yazarlarından, çocuk ve gençler için yazdığı kitaplarıyla olduğu kadar, yetişkin romanlarıyla da büyük beğeni toplayan Müge İplikçi, üç yıllık aradan sonra yeni romanı Babamın Ardından’ı okurlarla buluşturdu. Umut dolu bir bakış açısıyla, savaşın ve göçlerin ortasında 14 yaşında bir çocuğun gözlerinden anlattığı hikâyesini konuşmak üzere İplikçi’yle bir araya geldik. Konu göç olunca, savaş, kadın olmak, özgürlük ve daha birçok durağa da uğradık.
Üç yıllık bir aranın ardından geldi yeni roman. Babamın Ardından oldukça ağır, tanıdık bir hikâyeyi anlatıyor...
Bahsettiğiniz o üç yıllık arada, çocuk ve gençler için yazdığım kitaplarda ve öykülerde, göç başat konuydu. Kömür Karası Çocuk’ta Afrikalı bir çocuğu İstanbul’a getirip burada dolaştırdım, Saklambaç’ta Dersim Olayları’nı anlattım. Babamın Ardından, bu süre boyunca aklımda olan bir hikâyeydi. Bir göç teması ve bu göç temasının bana denk düşen yanı kafamı oldukça kurcalıyordu.
Göçün size denk düşen yanı derken, ailenizin göçten nasibini almış olmasından bahsediyorsunuz, değil mi?
Evet. Dedem yüzyılın başında Trakya’dan Edirne’ye, oradan da İstanbul’a gelmiş bir ailenin çocuğu. Bana çok anlatmazdı; yıllar içinde Balkanlar’la ilgili şeyler okuduğumda, Balkanlar’la ilgili projelerin içinde yer aldıktan sonra, göç kavramının, duygusunun bilinçaltımdaki varlığına çok daha yakınlaşmış, bunu anlamış oldum. Şöyle ki, ben aslında bir göç insanıyım. “Bu coğrafyada herkes öyle” diyeceksiniz. Mutlaka öyledir; ama bir yazar olarak göç, benim resmen evim aslında. Bunu fark ettikten sonra, artık kendi öykümü dolaylı olarak anlatabileceğime karar verdim ve bunu da bir yetişkin romanında anlatmaya karar verdim. Çünkü bu, benim yetişkinlerle paylaşmak istediğim hikâyem.
Romanda anlatılan, göçün, savaşın ortasında geçen ağır bir hikâye. Kullandığınız dil ise yalın, akıcı, naif.
Söylediğiniz gibi, bu ağır bir hikâye. Zira bugün de yaşadığımız topraklarda, çevremizde savaşın ve göçün korkunçluğunu, ağırlığını görebiliyoruz. Hikâye bu kadar ağırken, savaşı savaş diliyle yahut dramatize eden bir dille anlatmayı tercih etmedim. Savaşı başka bir şefkatli dille, hepimizin başında olan, hatta içimizde olan bambaşka bir dille anlatmak belki de savaşın göbeğinde farklı bir dille dolaşmak demekti. Bilmiyorum okurlar ne bulacaklar; ama ben savaşın içinde bu dille dolaşmayı daha anlamlı buldum.
Bu temelde bir göç hikâyesi. Ama aynı zamanda yüzyıllardır yarasını kaşımaya devam ettiğimiz kavramların da yerini aldığı bir göç hikâyesi: savaş, aşk, kadın özgürlük mücadelesi gibi…
Yazmak biraz da böyle bir şey aslında. Ne yazarsanız yazın, kendi içinizden bir parçayı bilinçli ya da bilinçsiz, mutlaka hatırlayarak yazıyorsunuz. Sözünü ettiğiniz bütün kavramlar o kitapta var. Hatta bazıları finale ermeden bitiyor kitap. Bunların hepsinin yaşamın bir parçası olduğunu düşünerek koydum kitaba. Daha az karakter, daha az kavram olabilirdi; ama kitap hakikaten simgesel yanı çok ağır basan bir kitap ve o simgeleri atladığınızda eksik bir yol haritanız olabilir; ama bu da sorun değil, kitap o şekilde de okunuyor. Benim açımdan bakıldığında tüm bunların hepsinin olması, yaşama bir referans vermekti. Yani savaş var; ama yaşam da devam ediyor. Savaş var; ama hayaller de devam ediyor. Savaş var, kaçışlar da var. Ve iyi ki var. Ve küçük kızın dünyasından bunu anlatmak, onun dünyasından, örneğin Pullu gibi bir karakteri okura göstermeye çalışmak belki daha heyecan verici geldi bana o yüzden.
Henüz kitabı okumamış olanlar için Pullu’dan bahsederek devam edelim…
Pullu benim en çok sevdiğim karakter kitapta. Geçmişi büyük acılarla dolu. Ölümü, savaşı, özlemi yaşamış, atlatmış. Her şeyini bırakıp evinden, Dimetoka’dan Ülker, Ülker’in kardeşi ve Ülker’in annesiyle birlikte Edirne’ye gelmiş, o çocuklara sahip çıkıyor bir ev içinde. Pullu’da anlattığım tipte kadınlar bana çok heyecan veriyor; üstelik onları kendi yaşamımda da tanıyorum. O kadınların yaşama tutunan güçlü yanlarına hayranım. Büyük acılar geliyor başlarına; ama bu kadınlar bitmiyorlar kardeşim! Hayat onları bitiremiyor. Üstelik onlar mücadeleyi kavga diliyle de yapmıyorlar. Akıl almaz bir bilgece dil var onlarda, hepimizin onlardan öğrenmesi gereken... Pullu, işte tam da o kadınlardan…
Roman farklı zamanlarda yaşayan farklı ama birbirleriyle bağlantılı karakterlerin farklı hikâyelerini anlattığınız dört bölümden oluşuyor. Zaman geçişlerini oldukça keskin, belirgin bir biçimde kullanmışsınız. Zaman üzerinde bu kadar yoğun çalışmış olmanızın nedenleri neler?
Bir de tabi tesadüfler... Bazen tek bir hayat, bu tesadüfleri karşılamayabilir. Bu tesadüfler bir sonraki kuşaklarda karşılık bulabilir. Yani diyorum ki, bir hayat yetmeyebilir bazen. Bereket ki yazarım, yazdıklarımda bunu yönetebiliyorum; ama normal olarak insan hayatında da görebildiğimiz kadarıyla o hayatın birebir insanın bütün arzularını karşılamadığını biliyoruz biz. Ama ondan sonraki kuşakların deneyimleriyle örtüşerek bu eksik tamamlanabilir. Biraz bunu vermeye çalıştım. Karakterlerimden bazılarının yıllar önce kaçırdıkları ihtimalleri, ilerlemiş zamanda torunları yakalayabilir, bu ihtimali açıyorum. “Bu hayatta savaşa yakalandım; ama bir sonraki yaşamlarda torunumun çocuğu bendeki tecrübeyi hatırlayarak o savaşa girmeyebilir” duygusu…
Umut dolu, bugünün çabasını daha da anlamlandıran bir bakış açısı…
Kesinlikle… Bu kitabı ben öyle bir umutla yazdım zaten.
1900’lerin başında Balkanlar, 2014-2015’e geldiğimizde zaten onlarca yıldır Anadolu’da, Türkiye’de devam eden iç çatışmalar, bugün Suriye’den göç… Kitaptan çıkıp günümüze geldiğimizde; bir gazeteci olarak, bir yazar olarak, bir kadın, insan olarak nasıl etkileniyor, nasıl gözlemliyorsunuz? Çözümü nerede buluyorsunuz?
Çözümü bu gündelik politikalarla hiçbir yerde bulmuyorum. Çok tehlikeli bir yere doğru gidiyoruz. Bu kesin. Bugün Türkiye’nin izlediği dış politika çok sorunlu bir kere. Çünkü merkezine insanı almıyor. Merkezine insanı almayan hiçbir siyaset, siyaset değildir benim gözümde. Savaşı önlemenin yollarından biri, yani hatırlamanın, o belleği hayata geçirmenin dışında, insan merkezli politikalar üretmek. Bunu yapmadığınız zaman yaya kalır, kendinizi kandırarak halüsinasyonlarla oyalanan bir toplum oluşturursunuz; ki bugün Türkiye’nin vardığı nokta budur. Bizi bugünden daha zor bir geleceğin beklediğini öngörmek sıradışı bir bakış değil. Hele kadın olarak, çifte kavrulmuşuz. Savaş ve göçte bu çifte kavrulmuşluk artarak devam ediyor. Kadınların kendi hayatlarını, çocuklarının hayatlarını koruma çabaları çok yazınsal; bir o kadar da hüzünlü. Ve dediğim gibi, insanı merkeze almayan politikalar üretildiği müddetçe bu devam edecek.
Göçe, savaşa şahitlik eden bakış açısından çıkıp, bugün göçmen olmanın ağırlığı, zorluğu da empati kurulduğunda oldukça ağır, değil mi?
Kesinlikle… Bakın, insanın 21. yüzyıldaki yalnızlığı diye bir şey var. Ama insanın 21. yüzyıldaki göçmenliği bambaşka bir şey… Elinizin, ayağınızın altından her şeyinizin alınması diye bir şey var. Çıkarayım cebimden, bir kuruş para vereyim onlara diyerek geçiştirilemeyecek bir gerçek var orada. Kitapta da bahsediyorum bundan; “O insanları neden İstanbul’a getiriyorsunuz?”, dediler. Merkeze yönlendirilmelerindeki yegâne amaç, onları yeni bir mekâna oturtmak ve o mekânla birlikte onlara yeni anılar oluşturmak. Bu arada kayıp giden, insanların ruhları, bıraktıkları anılar… Bir insanın anılarını bırakması ne demektir? Bir insanın anısız kalması ne demektir? Bir insanın belleksiz kalması ne demektir? Mesela kitabımdaki karakterim Pullu, Edirne’deyken neden sürekli Dimetoka şarkısını söylüyor? Sadece bir şarkıyla hatırlanabilen özlemler çok can yakıcı. Bugün Suriyeliler için aynı şey geçerli. Yani insanların yeni bir hayat kurmalarını sağlamak, onların düşlerine ket vurma hakkını size vermiyor. Onlara en büyük acıyı, yalnızlığı düşlerine vurulmaya kalkılan ketler vuruyor. Kültürlerini, yaşama biçimlerini sürdürmelerini engellemeye kalkmak yapıyor bunu.
Bir insanın anılarını almak, bir insana her anlamda tecavüz etmek demektir. Bunu ha iyi niyetle ha kötü niyetle yapmışsınız, bir farkı yok. Çünkü o insanları, geride bıraktıkları evleriyle birlikte silip, yeni bir insan yaratmaya kalkıyorsunuz. Bu kitabı okurken insanların biraz da bu bakış açısıyla düşünmelerini istedim. Kitabımdaki Ülker, henüz 14 yaşında, sürekli gökyüzüne bakıp orada babasını arıyor, anılarını arıyor. Bu, sadece babaya duyulan bir özlem değil, geçmişteki o eve, geçmişe duyulan bir özlem de. 14 yaşındaki bir çocuğun sürekli geçmişe duyduğu özlem, sakınılması gereken bir şey. Şimdiki zamanı yitirmek, sadece o çocuğun değil, birçoğumuzun en büyük dertlerinden biri… Geçmişle bağlantısı koparılan birey, şimdiki zamanını an’ın içinde yaşayamıyor, geçmişten yakasını kurtaramıyor.
Savaşın yaraları, korkunçluğu üzerine konuştuk şimdiye kadar. Ama bir yandan da, bugün savaş kadar, barış kelimesi de tehlikeli bir sözcük sanki. Ne dersiniz?
Kesinlikle haklısınız. Çok ciddi bir kavram karmaşası içindeyiz. Kelimeleri duvara vurduğumuz bir süreçten geçiyoruz. Edebiyatçı olduğum için bunu söylemek konusunda kendimi rahat hissediyorum; insanlar sözcüklerin yaşamda yaşamadığına inanırlar; oysa sözcükler yaşar. Sözcüklerin kendine has bir anlamı, bir tınısı, sihri vardır. Bu sihri siz insanların elinden çalarsanız, o sözcükler üzerinize akar gider, sizi yer yutar. “Kullandığın sözcüklere dikkat et, bir gün olur” cümlesindeki gibi, bir tür duadır sözcükler. O yüzden sözcükleri kullanırken çok dikkatli olmak gerekiyor. Siz barış derken savaşı işaret ediyorsanız, o sözcük bir gün gelir sizi boğar. O toplum gelir sizi boğar. Gerçekten kefaretidir bu sözcüklerin ve insanlar bunun farkında değil. “Barış” dediklerinde aslında kastettiklerinin “savaş” olması çok korkunç… Barışın savaşla ne alakası olabilir? Ama o kadar yakın uçta duruyorlar, anlamları o kadar boşaltılmış ki… “Barış için savaşmak”tan bahsedilmesi dehşet verici…
Roman boyunca bunca gerçekliği anlatırken, artık Müge İplikçi’den beklediğimiz üzere, gerçek ile gerçeküstü olanı harmanladığınız bir üslup kullanıyorsunuz.
Kesinlikle… Ben gerçeküstü anlatımı çok seviyorum. Belki hayat çok ağır geldiği için zaman zaman... Belki çıldırmama engel olduğu için... Hatta belki de o yüzden yazıyorum Özlem, bilemiyorum...
Aşk da kitapta yerini buluyor. Aşkı nasıl tanımlıyor Müge İplikçi ve yazılarında nasıl bir gücü var aşkın?
Aşk, yaşamdaki iksir aslında. Ve kesinlikle tehlikeli bir duygu. Çünkü âşık olduğunuzda hakikaten zıvanadan çıkıyorsunuz. Ve o zaman hayatın ezberleri bozuluyor. Ben bir yazar olarak o ezberlerden zaten hiç hazzetmiyorum; yanı sıra herhangi bir anlatıdaki kırılmaları en güzel veren duygu, aşk. Bir şey son derece monoton giderken kadın ya da adam âşık oluyor. Hooop, kurgu orada başka bir yere geçiyor… Kurgudaki geçişlerde işimi en kolaylaştıran şey de, hikâyeye o noktada bir aşk dahil etmek.
Ve son olarak, çocuklar, gençler ve yetişkinler için yazan biri olarak, yazarken türler arasında en çok dikkat ettiğiniz, özen gösterdiğiniz noktalar neler?
Çok önemli bu. Babamın Ardından’da küçük bir kızı anlattım ve yazarken “Acaba ben gençlik edebiyatı mı yapıyorum,” şüphesine düştüğüm çok oldu. İşin profesyonel tarafına geçecek olursak, gençlik ya da çocuk edebiyatında, acı veren kırılmaları anlatmazsınız. Çocuğa her zaman bir umut vermek, yani birebir umut vermek ve evet, dünya ne kadar bölünse de aslında bir bütündür mesajını vererek çıkarsınız oradan. Ama yetişkin için, “Kardeşim ne yapalım, dünya böyle, parça parça” der, acı da olsa olanı anlatmakta fayda görürsünüz.
Babamın Ardından, çoğu nihayete ermeyen, özellikle boşlukta bırakıldığını düşündüren hikâyelerden oluşuyor. Kitabın, o yarım bırakılan hikâyelerin devamları gelecek mi?
Söylediğiniz o yarım hikâyeleri ben de yazar olarak içimde taşımayı sürdürüyorum, benim içimde de bitmedi bu hikâye tek bir kitapta. O yüzden, sanırım bu kitabın devamını yazacağım.