M Treni'ndeki Patti Smith'in en çok ortaya koyduğu, yazmadan yaşamak diye bir şeyi anlamaz olduğudur. M Treni kendi kendini durmaksızın inşa eden bir yaşama ağıttır...
26 Kasım 2015 13:00
“Hikâyeler coğrafyadır,” der Rebecca Solnit. “Hikâyeler pusulalar ve mimarlıktır; onlarla yön buluruz, tapınaklarımızı, hapishanelerimizi yaparız onlardan.” Dolayısıyla katı bir yer değildir coğrafya; anılar ve arzularla oluşur. Mekânlar insanın içine işleyen duygularla özdeşleşir. Çünkü her insan kendi duygusuyla çıkar dünyayı görmeye ve işte ancak bu şekilde dünyanın kabuğunu çıtlatır. Her şeyin bir öyküsü vardır; yaşam –belki de bir tek– bunun sözünü verir.
Her yazar bize kendi haritasını sunar. Hele de bu bir kendinden söz etme öyküsüyse… (Ve, tıpkı Patti Smith’in “hayatımın yol haritası” olarak tanımladığı M Treni’nde vurguladığı gibi, asıl sorgulama da tam da burada başlar: “Yazarlar ve yazma süreçleri. Yazarlar ve kitapları. Okurun hepsine aşina olduğunu varsayamam elbette, hem okur bana aşina mı ki? Okurun böyle bir arzusu var mı acaba? Dünyamı imalarla dolu bir servis tabağında sunarken, sadece umut edebilirim öyle olduğunu.”) Sayısız el iziyle doludur o harita. Sayısız durak, koca bir yaşamla. Her sözcük kadar her nesne de bir tarihtir orada. Kişinin kendi varlığını yokladığı bir iç dünya. Zaten ondan değil midir, içsellik dışsallıkla birleşir, öznellik nesnellikle, hayal gerçekle…
Patti Smith de işte “bir mekânın bir hikâye anlamına gelişinden” yola çıkar M Treni’nde. Hafızasının somut dekorlarını sunar. Ve tam da bu yüzden, ilk olarak, dünya üzerine kafa yorduğu Greenwich Village adlı kafede başlar anlatmaya. Ardındansa başka başka kafeler gelir; hiçbir zaman açmayacağı, hiçbir zaman bilemeyeceği kafelerin de dâhil olduğu... Geçmişin yadı olduğu kadar bugünüdür anlattıkları ve geleceğin inşası belki. Hayata sahip çıkma ihtiyacı hatta. Çünkü anı yazarken had bilmez olmak gerekir bazen. Ruhsal durum üzerine kurulu bir yazınsal dil söz konusudur. Gerçekliğin çıplak haliyle ilişkili bir dil. Tam bir varoluş. Unutulmamak kaygısıdır bu. Kendine karşı yürütülen sinsi bir savaş belki de. Kabuk bağlamış yaraları neşterleme çabası ya da. Veya vefasızlık etmeme arzusu.
Yoksa neden konuşur insan eşyalarıyla bile… Ve tereddütsüz sorar:
“Kaybettiğimiz eşyalarımız bizim yasımızı tutar mı? Elektrikli koyunlar Roy Batty’yi düşler mi? Delik deşik paltom birlikte geçirdiğimiz o güzel anları hatırlar mı?”
Hiçlik duygusundan kurtulmak; yaşananın gerçekten yaşandığına inanmak. Bu değil midir anı yazmanın kaynağı? Yaşantıları unutulmaktan kurtarmak; yaşatmak. Belleğe sığınmak; boşluğu katlanılır kılmak. Hele de yapıt dediğimiz şey yazarın kendi yaşam öyküsüyse… Çünkü her şey değişir, oğlan büyür, baba ölür, kız kendisinden uzundur, yine de kötü bir kâbustan dolayı ağlıyordur. “Lütfen sonsuza dek kalın. Gitmeyin. Büyümeyin” sözcükleri sahip çıkmaktan başka nedir…
Smith’in anılarını ilk kez kaleme alışı değildir bu: Yazdığı ilk anı kitabı, özellikle fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe ile olan ilişkisinin öne çıktığı Çoluk Çocuk’tur. Bu arada unutmamak gerekir ki, pek çok müziksever için Patti Smith en aşağı kırk yıldır bir yıldızken pek çokları için adını National Book Award kazanan Çoluk Çocuk ile duyuran bir “ünlü”dür. Dolayısıyla aynı zamanda bir aşk hikâyesi olan ve Johnny Depp gibi isimlerin bir “başyapıt” olarak tanımladığı Çoluk Çocuk’un M Treni’ne oranla kendini çok daha fazla duyuran bir metin olduğu söylenebilir. M Treni’ndeki gündelik hayatının aksine, orada gözler önüne serilen bir “dönemdir” çünkü. 60’lar ve 70’lerin sanat dünyasıdır kapıları aralanan. Yani Çoluk Çocuk 70’li yılları merak eden, rock ve punk müziğe, hatta o meşhur Chelsea Otel’e ilgi duyan herkese hitap edebilecek bir metinken M Treni tanıdığımız bir insanın bilmediğimiz gündeliği ve sırlarıdır. Bu kez ne Jim Morrison’lar, ne de Janis Joplin’ler vardır içinde. M Treni’ndeki her bölüm sadece dünyada geçirilen bir günü anlatır. Ardı arkasına içilen kahveler, (sıkı bir kahve tiryakisidir Smith) yenilen yemekler, kat edilen yollar, yürünen sokaklar, gidilen şehirler, okunan kitaplar, müdavimi olunan mekânlar, ziyaret edilen mezarlar, bir zihnin içinden geçenler, hatta o bedeni örten kıyafetler sıralanır. Smith’in gözüne ilişenlerdir okuduklarımız. Çağrışımlar üzerine kurulan, kimi zaman otel odalarına, kimi zamansa kedi kokulu bir eve açılan bir metin. Dolayısıyla ayrıntıların hoyrat, kaleme alınanların fazlasıyla kişisel, yer yer sıradan olduğu bile söylenebilir. Artık çoluk çocuk da değillerdir üstelik. (66 yaşındadır Smith M Treni’ni yazarken.) Hal böyle olunca okur kitlesi Patti Smith’i daha yakından tanımak isteyen bir kitleye dönüşebilir. Oysa elbette bir yapıttan diğerine birbirini tamamlayan anılardır bunlar. Bir yaşamda birleşen.
Ve unutmamak gerekir ki, her zaman biçimden çok özdür anlatılan. Ve belki de bu yüzden kuş sürüleri gibi doldurur karşınızdaki sözcükler havayı.
“Elinizde olmadan Smith’i sevmenizi sağlayan şeylerden biri de onun iflah olmaz, amansız bohemliği; ve sanat, kitaplar ve müzikle ilgili her şeye karşı dindirilemez bir açlığı olması,” der Nick Hornby.
Haklıdır. “O gece, Virginia Woolf ve Tom Verlaine’nin, William Blake ve Jerry Garcia’nın, Graham Greene ve William Burroughs’un adlarını andı, Peter Ackroyd’a Blake biyografisi ve Londra tarihiyle ilgili kitabı için teşekkür edip bir şarkı ithaf etti,” diye devam eder, Patti Smith’i izlemeye gittiği bir konseri anlatırken.
Kitaplarla beslenir Patti Smith; M Treni’ndeki tüm istasyonlarında en büyük yoldaşı yine kitaplardır; ne zaman bir seyahate çıkacak olsa en çok kafa yorduğu yanına hangi kitabı alacağıdır.
Öte yandan kendi adıma yeni öğrendiğim bir diğer tutkusu dedektif dizileridir. (Bu arada The Killing’i izliyorsanız M Treni’ni okumadan önce diziyi bitirin derim. Ya da Kapanan Yollar’dan sonra doğrudan Kayıplar Vadisi’ne geçin.) Ve bu tutkusuna da Hornby’nin sözlerini haklı çıkaracak, sırf o dizileri izlemek için Londra’ya gidecek, denli bağlıdır.
Her daim ve her şekilde sanatı yaşamla birlikte götüren bir insandır karşımızdaki. Her iki kitapta da edebiyata ve sanata olan inançtır aktardığı. Her ikisi de farklı bir dönemecin, bir sıkışma döneminin ardından kaleme alınmıştır belki de. Bu yüzden hafiflik kadar ağırlık kalır okuruna. Öyle ki bazen Smith değil de, sessizliktir sanki konuşan; kendisinin zaman zaman tam ortasında, zaman zamansa kıyısında oturduğu bir sessizlik… Yanında (müteveffa) kardeşi Todd, (müteveffa) kocası Fred, Murakami, (müteveffa) Bolaño ve daha niceleri… (Kim bilir belki bu yüzden hayal kırıklığı bile yaratabilir kimi okurların üzerinde: Dalgın gezinmeler, sayıklama diyebileceğimiz anılar, rüyalar ve, evet, suskun renkler vardır paletinde. Oysa yorgun bir güzellik saklıdır yine orada; sanata olan doyumsuzluk. Bitmek bilmeyen bir zarafet.) Ölümle yaşam hep iç içedir. Belki de tam da bu sebepten kendini hatırlamak ve hatırlatmak gerekir. Dolayısıyla da yazmak.
Bu doğrultuda M Treni’ndeki Smith’in en çok ortaya koyduğu, yazmadan yaşamak diye bir şeyi anlamaz olduğudur. Sayfadan kurtuluş yoktur. Belki iyice ileriye götürmek artık benimki, ama Cummings’i getirir aklıma: “Niçin resim yapıyorsunuz?” sorusuna, “Niçin nefes alıp veriyorsam onun için!” der o da. Patti Smith’inki de biraz böyle geliyor bana.
Yoksa yine hiçlik kalır çünkü geriye: hem de “aynaya bakmadan gözlerinde görebildiğin” bir hiçlik.
Belki kayıp sandığımız birtakım şeylerin aslında kayıp olmadıklarını, sadece uzakta olduklarını anlama şeklidir bu da. Hem Jonathan Safran Foer’in da altını çizdiği gibi tıpkı, “Geçmişin de bize ihtiyacı olabilir.” Öyle değil mi?
Kim bilir bundan belki, yaşadığı her şeye bir selam verir sanki Patti Smith. Çoluk Çocuk Robert Mapplethorpe’a bir ağıtsa M Treni kendi kendini durmaksızın inşa eden bir yaşama ağıttır.
Her yazar bir penceredir; her pencere yeni bir dünya ve yeni bir dil.[1]
Her şey anlatışa dâhildir ve pencere her şeydir; gördüğünü içeriye duyurur.
Aranızda yer verin onlara.
“Bütün yazarlar birer serseridir. Umarım ben de günün birinde sizin aranızda yer alırım,” diyerek sevdiği yazarlara seslenen bir sanatçıya yer verin…