Öngören kasabasında bir kuyu var. Su çıkarmak için kazılmış bu kuyu derinleştikçe derinleşiyor. Geçmişimize, ortak bilinçaltımıza, göz ardı etmeye çalıştığımız bitimsiz utancımıza, nesillerin acımasız karanlığına açılan bir suçluluk tüneli gibi...
25 Şubat 2016 14:00
Kırmızı Saçlı Kadın adlı romanı okuyup bitirince düşünüyoruz. Bu romanı kim anlatıyordu. Romanı anlatan aslında ne anlatıyordu. Romanı anlatanın anlatmak istediğini anlatma isteğinden ne anlamalıyız. Romanın satırları hayal bulutları gibi beynimizde süzülerek uykularımızda eğreti gölgeler oluşturuyorlar. Şüpheler içinde tam olarak ne oldu şimdi diye hırpalıyoruz kendimizi. Anlamak için daha öteye gitmeniz gerektiğine dair bir çağrıya kapılıyoruz. Son sayfasında nihâyete erdi mi roman yoksa sonlanmakla ilgilenmeyen bu eser, daha geniş bir gerçekliğe açılarak gerisin geri anlattıklarını bilinmezliklere mi sürüklemekte diye meraklanıveriyoruz.
Cevaplamak yerine bırakalım sorular demlensin ortak zihnimizde. Soruların sınırlarına ulaşmaya çabalarken romanın bitişiyle üzerimizde nasıl bir etki kaldığını anımsayalım. Tek kelimeyle anlatmak istersek nasıl tanımlarız bu etkiyi. Tiksinme diyebiliriz. Yaşanan menfi sürprizlerle vücuda ve dimağa nüfuz eden bir tiksinme sarıyor varlığımızı. Kelimeleri resimlere çeviren gözlerimizin bedende dalgalandırdığı irkilmelerle oluşan bir iğrenme hissi bilincimizi ele geçiriyor. Romanın başından sonuna ilerlerken nasıl bir mânevi sürüklenmeye mâruz kaldığımızı farketmeden, heyecanlı bir yeni yetmeden tiksinti hissiyle dolu bir ahlâkçıya dönüşmüşüz. Kayıtsızlık içinde gerçekleşen suç eylemleri tabulaşmış kavramların etrafında sökün ederken, karakterleri tâkip etmekten onları yargılama pozisyonuna geçtiğimizi farketmekteyiz şimdi. Beklenmedik kötücüllüklere baraj oluşturmak adına otosansür mekanizmamızı çalıştırmaya başlamışız.
Romanı okurken verdiğimiz tepkileri yâdedelim. Sayfalar sayfaları takip ettikçe nefret ettik, kızdık, yargıladık, kınadık ve tiksindik. Olanlardan, anlatılanlardan ve tüm bunların oluş biçiminden hicap duyduk. Nasıl bu kadar adice, alçakça, vicdansız olaylar oldubittiye gelir ve karakterler hiçbir cürümleri yokmuş gibi yollarına devam ederler diye düşündük. Üstelik bu bir değil, iki değil, nasıl olur da her karakter böylesi menfur bir zihin yapısına saplanıp kalmış olabilir. Nasıl bu derece iğrenç varlıklar, yalanlar söyleyerek, birbirlerini kandırarak, terkederek ve manipüle ederek kötülüğün norm haline geldiği bir gerçeklik ortaya çıkarabilirler. Asla ve asla böyle bir gündelik hayat düşünülemez, bu ancak böylesi bir hayal ürününde varolabilir. Bu şekilde teselli buluyor ve romanı kınayarak bizi içine çektiği kötülük evreninden kurtulmaya karar veriyoruz. Neden böylesi birbirini üreten karanlık eylemlerin silsilelendiği bir olaylar zincirini hikâye eder ki insan. Zihnimizdeki düşünceleri silerek, sokaktaki yaşamın iyilik ve adâletle pırıltılanmış gerçekliğine geri dönüyoruz.
Suyu ararken suç ve çâresizlik bulmamız değil sorun, sorun bunu itiraf etmek yerine toprağı, kuyuyu, onu ve ötekini suçlamamız. Böylece Cem gibi aklı başında da görünsek, bambaşka karakterler gibi çıldırmış da olsak, kendimizi ne kadar sağlıklı, eğitimli, donanımlı, medeni de zannetsek aynı bulanıklığın parçası oluyoruz. Yapılan yanlışlardan bahsetmemenin erdemine iknâ oldukça kapsayıcı bir otoportre üretmemiz imkânsızlaşmakta. Böylece suyu ararken bataklıklara ulaşıyor, fakat hayali iyilik imgeleriyle bataklığı bir vâhaya çevirmeyi deniyoruz. Yaşamımızı uydurduğumuz hikâyelerle daha mâsum, daha nezih ve daha erdemli kılmaya çabalamak niyetinde romandaki hikâyeyi anlatan karakterle birleşiyoruz. Suçlarımızdan kurtulmak için onlar hakkında masallar yazıyor ve o masalları söylencelere bağlayarak yaptıklarımızın yazgının işi olduğunu ifadelendirmeye uğraşıyoruz. Olanları ben yapmadım diyoruz, bunlar oldu, olması gerekiyordu, olması engellenemezdi, ne yazık ki olmalıydı ve oldu. Ben burada sadece bir detayım.
Tüm bu kötülük imparatorluğunun içinde küçük bir detayım ben. Evet, o aşağılık suçları ben işledim, yalan ve cinâyet içindeki bu uygunsuz gerçekliğin yaratılmasına sebep olmuş gibi görünüyorum ama bu sadece bir görüntü. Gerçek ise işte şu anlattığım hikâyede apaçık belirmekte. Ben sadece eliydim kötülüğün, onun maşası, aracı ve bedeniydim. Ben efsânelerin dillendirdiği kadim hâinliklerin bir aktörü olmak durumunda kaldım. Biliyorsunuz insanlık kadar eskidir bu pespâyelikler, ben sadece onların yeniden vücut bulmasında rolünü oynayan niteliksiz bir aktör, hatta figüranım. Gelin bir daha baştan okuyun şu romanı. O bahsettiğiniz mitlerde de olmuyor mu bu korkunçluklar ve onlarda da ağlamıyor mu suçlular. İşte ben de ağlıyor ve suçluluğumu bu satırları yazarak gösteriyorum sizlere. Olaylar beni bu noktaya taşıdı, geçmişimi izleyin, doğumumu, ailemi, babamın beni terkedişini. Anladınız mı şimdi neden haklıyım ve neden salt kötülükten farklı bir şey benim yaptığım. Benim yaptığım olması gerekenleri oldurmaktan öte bir anlam taşımıyor. Bunlar için de sorumlu tutulamam ya.
Böyle sözler duyuyoruz romanı kapattıktan sonra, neden bu hikâyenin yazıldığı, kim tarafından ve nasıl detaylarla yazıldığı hakkında sorgulamalar dönüyor kafamızda. Kuyudan çıkamamışızcasına hâlâ derinleşiyor karanlığa inen tüneller. Bir yeraltı haritası oluşturur gibi görmezden gelmeler kaçışlarla, küstahlıklar terkedilmişliklerle, zorbalıklar ihânetlerle kesişerek nursuzluk katmanları doğuruyorlar bilinçaltımızda. Kuyuya kapatmaya çalıştığımız acı hayâletler unutulmayacaklarını hatırlatan yankılarla zorluyorlar akıldaki kilitleri. Öngören kasabası şehre eklemlenirken geride kaldığı zannedilen çarpıntıyı nasıl yanında getiriyorsa, romanı okudukça kafamızda uyanan eski pişmanlıklar da kitabı kapatmanıza rağmen içimizde gezinmeye devam ettiklerini fısıldıyorlar. Bu suçları biz işledik ve suçluyuz işte. Gören gözler kuyunun dibinde zannetsek de, yok etsek de onları, aklımızdan çıkarsak ya da geçmişe gömsek de. Bu yaşananlar havaya ve hafızaya nüfuz etmiş artık. Kötülük kötülüğün yolunu açmış.
Üç kısımdan oluşuyor roman, üç ayrı kısım üç ayrı ritim ve sese bölünmüş âdeta. Doğa tasvirleriyle yıldızlı gökyüzünde dolandığımız ilkgençliğin hülyâlı günlerinde tatlı bir aşk ezgisi çalmakta. Kırsalda, karakterlerin yertsiz yurtsuzluğu içinde, yabanın canlılığından beslenerek efsânevi hikâyeleri dokunaklı ve sâhici kılan gecelerin hüküm sürdüğü bir başka âlem bu birinci kısım. Birinci kısım insanın ilkel gerçekliği, henüz daha derin ve idrak temelli kaygılara teslim olmadan önceki hali. Anlam verme kuyusunun yeni yeni açıldığı ve cevap bulma ihtiyacının hâlihazırdaki mitoslarla kolayca karşılandığı dönem. Parazitli bir ekrandan, çadır tiyatrosundan ya da kıyıdan köşeden duyduklarıyla derme çatma bir dünya görüşü şekillendirmiş baba figürlerinden gelen anlatıların yaşamı anlamlandırmak adına genç insana yeterli cephâne sağlayacağı çağ. Çirkinin içinde de güzeli bulmanın kolaylıkla mümkün olduğu zamanlar. İnsanı verili olanın yeterliliğinden kendisini oluşturma tutkusunun yakıcılığına dek besleyen arı uykunun, ancak aşk ve cinselliğin efsunuyla sonlanacağı devir.
İkinci kısım ise bilme açlığının ve kendine dönerek bir kimlik inşâ etme çabasının anlatılanmasına dayanıyor. İnsanın diğerlerinden farklılaşmasına yol açan bir ilkgençlik karşılaşması sonucunda isyan ederek uyanması ve farkındalıkla bir yol açmayı denemesi. Çoğu kez riyâya dönüşen kişileşme mücâdelemiz. Bilindik olanı terketmek adına nice yanlışa sürüklendiğimiz ve zamanla duyarlığımızı kaybederek bencilliğe yuvarlandığımız kaçınılmaz geçit. Tenselliğin açtığı kapıdan geniş arâzilere çıkarak öğrenmek, anlamak, keşfetmek ve denemek vesâitleriyle bireyselleşme serüvenlerine uzandığımız orta yaş gölgesindeki arayış yıllarımız. Sonra yine geri dönen anılar, geçmişin hatâlarından akseden çırpınmalar, çoktan başlamış olanın tamamlanmaya meyletmesi, bir döngünün kendi üzerine kapanmasından çıkan kıvılcımlar. Öngören’deki kuyuda bastırılan uğursuzluğun hortlayarak yeni canavarlar imal etmesi. Terkedilenlerin terkedenler yaratması. Yüzleşemeyenlerin öfkeler doğurması. Adâletsizliklerin yeni adâletsizliklere sebep olması. Bitmeyen bir acının nesilden nesile akıp gidişinde solan küçük mutluluklarımız.
Üçüncü kısım bambaşka bir bakış açısı. Yaşananların boşluklarında, mantıksızlıklarında, rastlantısal ve çocuksu yapılarındaki gizleri fâşeden beceriksiz bir göz boyama çabası. Gerçeğin sorgulamasına dâvet eden, bir kere daha olan ile anlatılan ilişkisindeki ârafı farkettiren yalancı satırlar. Kurnazlıktan gıdâlanan felâketleri izlemek için sunulan gölgeli bir itiraf gösterisi.
Kırmızı saçlar sahtelikleriyle kandırırlar mı, yoksa kanmak için bahâne mi teşkil ederler yalnız. Doğal kızıllık mıdır aranan, yoksa iknâ edecek bir kırmızı ton yeterli midir. Kötülük, kurnazlık, yüreksizlik üçgeninde doğan trajik olaylar eskinin tragedyalarından mı güç alırlar, onları tekrarlarlar mı yoksa sadece mâzeretlere mi gereksinim duyarlar. Sorumlu muyuz tüm bunlardan yoksa hepsi sadece bir tesâdüf mü.