Yıl 1972. Tomris Uyar'ın "Hikâyede Yoğunluk" başlıklı incelemesi Yeni Dergi'de yayımlanır. Bir ay sonra Uyar'a cevaben kaleme alınan yazının imzası Leylâ Erbil'e aittir
29 Haziran 2017 13:58
Memet Fuat yönetimindeki Yeni Dergi’nin 1972’de çıkan 88. sayısında (Ocak) Tomris Uyar’ın “Hikâyede Yoğunluk” isimli bir incelemesi yayınlanmıştı. Uyar bu yazıda, “olaya yaslanmayan hikâye” geleneğini kısaca gözden geçirir, daha sonra hikâyedeki kısalık ve yoğunluktan, zaman ögesinden bahseder. Bu başlıklarda bulunduğu tespitlerden sonra ise, yenilik hikâyesi başlığı altında bir başka konu açar. Bu bölümde, “yenilik hikâyesi” olarak tanımladığı hikâyenin başarısının imgenin vurucu gücünden geldiğini ve yerel duyarlık sorununa korkusuzca el atabildiğini söyler. Sonra “kemiksiz hikâye” diye bir başka tanım yapar ve bunun iki eğilimde gerçekleştiğini ortaya koyar:
Yazısını “hikâye kendisi bittikten sonra da aynı şekilde sürecek bir durumu mu söz konusu edecek hep?” sorusuyla bitirir. Aşağıda Leylâ Erbil’in, Uyar’ın söz konusu yazısında kendisini de yenilik hikâyecilerine dahil etmesine cevaben yine aynı derginin bir ay sonraki 89. Sayısında yayınlanmış cevabını okuyacaksınız.
Yayına hazırlayan: Nazlı Karabıyıkoğlu
Yeni Dergi’nin Ocak sayısında Tomris Uyar’ın “Hikâyede Yoğunluk” adı altında “yenilik hikâyesi” hikâyesini (!) okuyunca aklıma bir yığın atalar-matalar sözü üşüştü. Çocuktan al haberi gibi, cennetten bedava arsa dağıtmak, tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, lafla peynir gemisi yürümez, olmaz deme olmaz gibi. Yenilik adı, Lukacs’ın yenilikçi hikâyesi değil, karıştırmamalı. Tomris Uyar ve birkaç arkadaşı nicedir böyle bir okul açmak peşindeydiler. Geçen yıl “Türkiye Defteri”nde su yüzüne çıkan bu niyetlerini yanlış bulmuş, “Dost” dergisinde yayımlanan kısa bir yazıyla da duyurmuştum. Tomris Uyar bu uyarıya kulak asmamış: okulu açmış, kürsüleri de dağıtmış. Nezihe Meriç, Tarık Dursun K., Vüsat O. Bener, Orhan Kemal vb. birkaç yazara payeler dağıtıp -pek aydınlık değilse de- sanırım Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Bekir Yıldız’a da fahri üyelikler sunduktan sonra, bana da hatırı sayılır bir asil üyelik vermek inceliğini göstermiş. Öteki üyeler de: Sabuncu, Füruzan, İleri, -sanırım- Baran ve herhalde kendisiymiş. Hikâye üzerine yazılmış yaygın birtakım bilgileri ve örnekleri de içine alan bu geniş incelemesine karşın, gene de -kalın kafalılığıma versin Tomris Uyar benim- bu okulun ne amaçla açıldığını, ne renk olduğunu, hele istemediğim bir yere ne hakla sokulduğumu pek anlayamadım ben. Anlayamadım, çünkü Tomris Uyar’ın bir okulda bulunmamız için gerekli ve yeterli saydığı koşulların yanlış olduğunu biliyorum. Bu yazı, ilerde daha büyük sorum altına girmemek için yanlışlıkları açıklamak niyetiyle kaleme alındı.
Yenilik hikâyesi diye belli bir okulun olup olmadığı tartışmasını -bence böyle bir şey yok- başka incelemeci ve eleştirmecilere bırakarak, Tomris Uyar’ın bu akım için ileri sürdüğü koşulları gözden geçirelim. Bunlardan biri, başlıcası da “yerli duyarlığın kökenini aramada” -bizden öncekilerden devralarak bu geleneği- hikâyeye kesin bir dünya görüşü koymak istemede -koymak değil istemede- birleşmek. Bu yuvarlak görüşü kabul etmediğimi ve böyle bir duyarlığı devam ettirmek amacında asla olmadığımı söylesem, ya da ille de böylesin diye diretildiğinde, tüm Türkiyeli yazarların zaten -diyalektik olarak- böyle olması gerektiğini, ama onların içinden neden beş altı kişi ayrıldığının yanıtını sorsam, ne der Tomris Uyar? Bu altısını beğenip ötekileri beğenmediğini mi? Bir başka savı Tomris Uyar’ın: “Yenilik hikâyemizin başarısı imgenin vurucu gücünden yararlanması…” “kanlı canlı insana inilmesi”. İmgenin vurucu gücü? Bu nitelikleri taşıyan başka birçok hikâyecimiz olduğunu bilmez mi Tomris Uyar? İmgenin vurucu gücünden maksadı pek özel değilse tabii, ve de Orhan Kemal’in, Sait Faik’in, S. Ali’nin insanları bizimkilerden daha bir kansız cansızlar demek değilse…
Mızmızlık konusunda titizlik gösteren Tomris Uyar’a, (mızmızlığı: acındırma, geriye dönüklük, durallık anlamında alarak) öyle yenilik hikâyesi açıklayabilirim ki, Muazzez Tahsin’lere, Kerime Nadir’lere taş çıkartır ya da “Yeni Mızmızcılık” adı altında anılabilir. Niyetim Tomris Uyar’ın hikâyelerini eleştirmek değil, onlar anlaşır girerler bu okula, anlaşır eleştiricilerine bu okulun büyüklüğü üzerine yazı yazdırırlar, ya da girmezler, kendi bilecekleri iş, ama Tomris Uyar’ın, benim adıma, benim yenilik hikâyecileri grubundan olduğum adına konuşmasına tamamen karşıyım. Olur olmaz yakıştırmaları yenilik hikâyesinin desteği olarak kullandığı yorumlarına da. Bu yorumlardan biri “Vapur” hikâyesi için yapılıyor. O hikâyede, halkın birdenbire vapurdan yana olması “bir kurtuluşun haberciliği anlamına” gelmekteymiş. Tomris Uyar’a, sosyalist perspektifi öyle mutlu sonlarla, okurların gönlüne su serpecek haberlerle bağladığım hiçbir hikâyem olmadığını söylemek zorundayım. Bunu yapan yazarları var Tomris Uyar’ın, ama beni onların arasına katmasın. Bir başka yanlış: “Yenilik hikâyemiz, birlikte yaşanılmış bir dönemden bir ortaklaştıktan güç aldığı için sağlamdır, yüreklidir, ileriye dönüktür, diridir.” İzin verirse ekleyebilir miyim: Yufka yürekli, yağmurdan nem kapan, kaya gibi sert ve Türk gibi kuvvetlidir, çünkü birlikte yaşanılmış bir dönemden gelmektedir. Ve o dönemden biz beşimizden başkası geçmemiştir. Buyrukçu, Edgü, Özyalçıner, Yücel, Özlü, Seyda, Muhteremoğlu, Tosuner… Onlar azıcık hain yenilikçilerdir? Aklımın ermediği bir cümlesi de şu Uyar’ın: “1960’lardan sonraki toplumsal çalkantı başlangıçta değişik çıkış yolları gösteren yazarlarla (Leylâ Erbil, Sevgi Sabuncu, Füruzan), yeni hikâyecileri aynı eleştirel tutumun çevresinde birleştirecek berraklıktaydı.” Evet sonra? Cümle sona erdi? Bu şu demek mi: akılları olsa daha 1960 devriminden hemen sonra yenilik hikâyesi kurarlardı; oysa o sıralar Leylâ Erbil varoluşcumsu, Sevgi Sabuncu Alaman teyzesinin peşinde, Füruzan da bilmiyorum ne yapardı? “Türkiye Defteri”ndeki yazısında Tomris Uyar’ın buna bağladığım bir cümlesi var -anımsadığım kadarıyla-:”1965’ten sonra yazan bizlere katılanlar…”Tabii, bu soy bir yargı, sadece onu yazanın diyalektik bilinçten biraz olsun yoksun olduğunu göstermeye yarayan bir işarettir, ve de yenilik hikâyesinin özelliklerini bulmaya yarayacak ipuçlarıdır.
Tomris Uyar ve arkadaşlarının yürekten katıldığım ve karınca kararınca neredeyse tek başıma yürüttüğüm kavgaları ya da sorunları yok değil. Bir inceleme yazısında sanırım bu sorunların rolünü de ele almak ve açıklamakta yarar vardır, ama Tomris Uyar bunları belirtmemiş. Örneğin, önceki kuşağın kimi yazarlarının, kimi koltuklara sımsıkı yapışarak, edebiyatın, yazarların, en önemlisi de okurların tabiî gelişme çizgisine kat ket vurmaları, küçük burcuva bencilliklerini doyurucu bir araç saymaları edebiyat dünyasını, kendilerine yardakçılık yapmayanların, eleştiricileri, dergileri, yıllıkları, gazeteleri, dostlukları daha bilmem neleri aracılığıyla fitil fitil burnundan getirmeye kalkmaları. Öyle ki bugün bir yazarın onlara karşı gelişi, onlarla barışık olmaması, o yazarın okurun önünden silinmesi, yok edilmesi için haklı bir edebi neden olabilmektedir. Tomris Uyar ve arkadaşlarını haklı olarak “el ele” çağrısına zorlayan nedenlerden biri de budur kanısındayım. Ne ki, bir kokuşmuşluğa karşı çıkmanın yolu yeni bir kokuşmuşluğa adım atmak, öyle değilse bile yenilik hikâyecileri adı altına sığınarak bir başka baskı grubu durumuna dönüşmek de değildir. Kaldı ki adını andığı yazarların bazıları yukarda belirttiğim ahlaka bile sahip çıkmamış kişilerdendir. Tomris Uyar’ın Oktay Akbal hikâyesi karşısındaki görüşüne de katılıyorum, bu konudaki eleştirim 1970 Nisan sayılı “Ant” dergisinde çıkmıştı.
Bence Tomris Uyar’ı bu yazısındaki yanlışlara götüren kimi yüzeysel benzerlikler ya da andırmalardır. Örneğin Sevgi Sabuncu’da ve bende olan teknik benzerlik: tatlı tatlı süren bir hikâyeyi bilinçle bozmak, kendisinin de işaret ettiği gibi sadece teknik bir benzemedir bu ve belli teknikleri kullanmak hiçbir vakit belli özleri ve amaçları dile getirmek demek değildir. Tomris Uyar’ı şaşırtan daha özde görünen andırmalar da bulunabilir. Örneğin Sevgi Sabuncu’nun “Deli Tank ve Çocuk” hikâyesinin, benim “Vapur” adlı hikâyemdeki gibi, başını alıp giden bir tankı anlatması; ya da “Hanife” adlı öyküsünde “Çekmece”yi akla getiren belgeselliği denemesi ya da hikâyenin sonunu gene “Vapur”da olduğu gibi ve aynı biçimde sorulmuş sorularla bağlaması, bence yüzeyde andırmalardır hep. Aynı biçimde, Füruzan’ın “Su Ustası Miraç” adlı hikâyesi benim “Ayna” adlı hikâyemdeki gibi bir ana oğul temini işler. Yalnız “Ayna”daki paşa karısıyla-gerillacı oğul, “Miraç”da ağa karısıyla-devrimci oğuldur, ya da “Tanrı” hikâyesindeki deli kadının ağzından anlatılan “cinsel suç- cinsel günah” temi, Füruzan’ın “Haraç” hikâyesinde bu kez aptal evlatlık ağzıyla işlenir. “Haraç” hikâyesinin Fatin bey-Servet hanım ikilisi, S.Burak’ın Ziya bey-Nurperi hanım ikilisiyle de bir paralellik taşır. Ama bu örnekler de gene yüzeysel andırmalardan öteye geçmemiştir. S.İleri’nin “Pastırma Yazı”nda da, “Ayna”daki paşa karısını andırır bir kadın hatta aynı ağızla “Atatürk’le dansetme” anısını yad eder, ya da hikâyelerinin birinde “Ayna”daki gibi çüküyle oynayan bir çocuk çıkar karşımıza. Bütün bunlara rağmen Gecede kitabındaki hikâyelerin -çünkü Tomris Uyar bu kitaptaki hikâyeler açısından yapmaktadır incelemesini- ne kerte eş dünyaların, eş amaçların hikâyesi olabileceği söz konusudur. Böylece, adını andığım bu yazarların hikâyelerinden birkaç yıl önce yayımlanmış bir kitapla -Gecede- onları andırdığım için, Tomris Uyar, beni aynı okula sokmak cömertliğini göstermiş oluyor.
Bir başka andırma, kaynaklarda bulmuş olabilir Tomris Uyar. Nermin Menemencioğlu, “Dost”un son sayılarından birindeki eleştirisinde, Tomris Uyar’ın yenilik hikâyesi adını taktığı akımı inceliyor ve kaynaklara değiniyordu. Füruzan’ın Nezihe Meriç, Muzaffer Buyrukçu, Sevim Burak’ı anımsatan hikâyelerini ele aldıktan sonra, Selim İleri’nin bir hikâyesi “Hayatımın Romanı”nın üçte ikisinin Nigâr Hanım’ın Hayatımın Hikâyesi adlı yapıtından hiç değiştirilmeksizin aktarıldığını ortaya çıkardı. Selim İleri üçte birinde de on beş yazardan yararlanmış bu hikâyeyi yazarken. Kendisi de doğruladı bunu. Ancak yaptığının yeni, geçerli ve herhalde olumlu bir yöntem, bir buluş da inanıyordu. Benim böyle bir kaynak ve yöntemle de bir ortaklığım olmadı. Yenilik hikâyecilerinin hiçbiri de yöntemde bu derece aşırı değiller. Gerçi Füruzan’ın yerli ürünlere -hatta bir önceki sanat ürününe- eğildiği iddia edilse bile, gene de bu iki yazar da aynı kaynaklı değildirler. O, Selim İleri’nin gene “Dost” dergisinde yazdığı gibi “Kekik kokusu ayrıntısına kadar” Nezihe Meriç’i andırsa bile, Selim İleri gibi bir hikâyenin üçte ikisini başka yazarlardan aynen kendi hikâyesine aktarmak yöntemini kullanmaz. Tomris Uyar’ın kaynakları ise çok daha uzakta, çok daha incelmiş, çok daha örtülüdür – hatta yerli sorunları işlerken bile. Gene Tomris Uyar’ı yanıltmamak için sırası gelmişken söyleyim, Tuhaf Bir Kadın adlı yapıtımdaki “Baba” hikâyesinde geçen Mustafa Suphi konusu Selim İleri’nin de hikâye konusu olmuştur. Ancak bu, tabiî bir rastlantı değildir. Selim İleri, bu konuyu yazdığımı öğrendikten sonra bir Mustafa Suphi hikâyesi yazmaya yöneldi. Bu gerçeği açıklamayı, bizzat Selim İleri yapmak istediği için yazmakta sakınca görmüyorum. Zaten bunun da öteki örnekler gibi yüzeyde bir andırmadan başka bir önemi yoktur. Önemli olan 1971’de tamamlanan bu kitabın sonuna -nedense- Selim İleri’nin, 67-69 tarihini atarak, ileri gitmiyorsam, belki de Mustafa Suphi hikâyesini benden önce yazmış olduğu kanısını vermeye çalışmasıdır. Evet, yenilik hikâyeniz bir birliktelikten, ortaklaşalıktan güç almış, ama bence inceleme yazmanın koşullarından biri de bu ortaklaşalıkların neler olduğunu gözler önüne sermektir. Bir incelemenin yıldırımları üzerine çekecek yanını bir başkasına bırakmak, ya da kaçırmak ne denli saygın bir tutumdur bilemeyeceğim.
Tomris Uyar’dan ikinci kez, beni okullu olma şerefinden yoksun koymasını rica ederim. Bunun için yeterli nedenleri açıkladığımı sanıyorum. Gerekirse yazıyı uzatmamak için kısa kestiğim başka gerekçeler de getirebilirim.
Hikâye şu: Portakal yüklü bir mavna devrilmiş, bütün portakallar suya. O sıralarda, kimbilir ne zamandır tek başına yüzüp duran bir eski postal çevresindeki pırıl pırıl portakalları görünce çok sevinmiş, aşka gelerek, “Biz portakallar!” diye sıkı bir nutuk atmaya başlamış. Hayır, postal benim, ama bu kez portakallardan olmadığını bilen bir postal. Bunu herkes de böylece bilsin istiyorum.
Leylâ Erbil