“Forster roman kişilerinin tanıdığımız kişilerden daha gerçek olduğunu, çünkü çevremizdekileri şöyle böyle anlayabildiğimiz halde roman kişilerini tam olarak anlayabildiğimizi söyler. Öykü bu olanağı vermez bize.”
07 Temmuz 2022 17:00
20 yıl önce çıkardığı Annem Gibi Olmadım isimli öykü kitabını tekrar yayınlayan Mebuse Tekay aslında avukat. İşçilerin ve işçi sendikalarının avukatlığını yapan bir aktivist. Öykülerindeki karakterler hayatın içinden, sıradan insanlar ama sanki her biri birer kahramanlar. Yazarın gündelik hayatın içindeki olağanüstülüğü anlatmaya çalıştığını hemen anlıyorsunuz. Mebuse Tekay her birimizin kendi hayatlarımızın kahramanı olduğumuz düşüncesinde. Kendisiyle 20 yıl sonra yeniden basılan kitabını ve öykülerden yola çıkarak hayatı konuştuk.
***
Annem Gibi Olmadım, 20 yıl sonra yeniden basılan bir kitap. Öncelikle 20 yıl sonra bu kitabın yeniden yayınlanmasının nedeni neydi? Bu kitabın sizdeki yeri ne?
Öyküler insanın hep gündeminde olan, zamansız konularla ilgili. Aşk, dostluk, anne-kız ilişkileri, kısaca hayata dair. Konular eskimediği için 20 yıl sonra tekrar basılma şansı olduğunu düşünüyorum. Mesleki yayınlarım vardı ama Annem Gibi Olmadım edebiyatla ilgili ilk kitabım, ilk göz ağrım, paylaşmak istediğim duyguları ilk ortaya koyuşum, bendeki yeri hep farklı olacak.
Ömer Seyfettin, Orhan Kemal, Sait Faik gibi önemli öykücülere sahip olsak da bugün roman türü kitaplar daha ağırlıkta, öykü ve öykücülük biraz daha geri planda kalmış gibi… Siz de bir öykü yazarısınız. Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ettim…
Öykü genellikle az sayıda kişi arasındaki bir olaydan bir kesiti anlatır. Romanda ise olay örgüsü daha karmaşıktır ve anlatılan olayları öncesi ve sonrasıyla bir bütün olarak görürüz. Hangi nedenler hangi sonuçlara yol açıyor, bütün boyutlarıyla anlarız. Roman insanı, duygularını, tepkilerini, ilişkilerini yansıtmakta daha elverişlidir. Öyküde kişiliğinin bir yanını gördüğümüz kahraman, romanda tüm çelişkileri, karmaşıklığı, değerleri ve derinliğiyle çıkar karşımıza. Öyle ki, Forster roman kişilerinin tanıdığımız kişilerden daha gerçek olduğunu, çünkü çevremizdekileri şöyle böyle anlayabildiğimiz halde roman kişilerini tam olarak anlayabildiğimizi söyler. Öykü bu olanağı vermez bize. Sanırım öykü yerine romanın daha çok tercih edilmesinde hayatın, insanların daha iyi kavranmasına yardımcı olacağı duygusu ağır basıyor.
İşçilerin ve işçi sendikaların avukatlığını yapıyorsunuz. Mesleğinizin gözlem gücünüzü, insan tanıma hissinizi ve ifade etme şeklinizi güçlendirdiğini düşünüyor musunuz?
Avukatlığın yanı sıra aktivistim. Mesleğim ve sosyal çalışmalarım nedeniyle toplumun her kesiminden insan tanıyabildim. Bunun bakış açımı çok zenginleştirdiğini, çok farklı karakterleri, hayata bakışlarını, tepkilerini, değerlerini, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki farkları ya da sadeliği görebilmemi sağladığını düşünüyorum. İfade etme şeklimi de güçlendirmiştir kuşkusuz.
Kitaba ismini veren “Annem Gibi Olmadım” isimli öyküdeki annesiyle diyaloğunu okuduğumuz kadını kendinizden hareketle bir kurmaca karakter olarak mı yazdınız? (O da işçi haklarını savunan, bildiklerinden taviz vermeyen bir avukat) Bir de öykü okuyana göre farklı şekillendirilebilir. Kimi kadının annesi gibi bir hayatı bile isteye seçmediğini, kimi ise dönem değiştiği için kadının istese de annesi gibi olmadığı ya da olamayacağını düşünebilir. Peki yazarı olarak sizin görüşünüz ne?
Öyküdeki kadın birebir beni yansıtmıyorsa da çok ortak yanımız olduğunu söyleyebilirim. İnsanların hayatlarını şekillendirebilecek güce sahip olduklarını düşünüyorum. Bu gücü kullanırlar ya da kullanmazlar, bu başka bir mesele ama isterlerse kendilerine ana babalarınınkinden farklı bir hayat kurabilirler. Bunun maddi güçle ve olanaklarla ilgisi çok az, daha çok insanın kendine bakışıyla ilgili. Tanıdığım pek çok işçi, hiç de maddi olanakları iyi olmamasına rağmen ebeveynlerinden ve hatta toplumdaki yaygın kabullerden bambaşka bir hayat düşledi ve hayallerinin peşinden gidebildi. Maddi olanakları çok iyi olmasına rağmen tanıdığım pek çok insan, istedikleri hayat yerine büyüklerinin, toplumsal çevresinin ondan beklentilerine göre kurdu hayatını. Ne var ki, hayatımızın ileri dönemlerinde ebeveynlerimizle pek çok ortak noktamız olduğunu anlıyoruz.
Öykülerin genelinde sıradan karakterler kitabın ana karakterleri, hatta başrol oyuncuları gibi… Herkes aslında kendi hayatının bir kahramanı ve herkesin öyküsü yazıldığı takdirde okunabilecek bir metin. Gördüğümüz her şey aslında sıradan gibi görünen mükemmellikler mi? Siz yazarken ne düşündünüz?
Bence de herkesin öyküsünde, iyi yazıldığında okunacak malzeme vardır. Hayatın kendisinin mükemmel olduğunu düşünüyorum ama onu yaşayan bizlerin tek tek eksikli gedikli olduğumuz, ancak tek bir bütünü oluşturduğumuzda mükemmelin ortaya çıktığı kanaatindeyim.
“Kadın Terzisi” isimli öykünüzde kadın terzisi bir erkeğin ağzından yazıyorsunuz. Bana hem bu öykü hem de kullandığınız dil ilginç geldi. Bir kadının erkek diliyle yazması nasıl oldu? Karşı cinsten birine bu öykü yazdıktan sonra okuyup görüşünü sordunuz mu? Nasıl geri dönüşler aldınız?
Kadın olduğum için kadınları daha iyi tanıdığımı, bir erkeğin ağzından öykü yazmanın zor olabileceğini düşünmüş ama denemek istemiştim. “Kadın Terzisi” ve “Aşk Şarkıları” erkek kahramanların dilinden yazıldı ve içime sindi. Özellikle “Kadın Terzisi” en sevilen ve övülen öykü oldu diyebilirim. Kimseye okuyup görüşünü sormadım ama kitap basıldıktan sonra okuyan erkek arkadaşlarımdan bazıları bunu nasıl yazabildiğimi sorguladılar.
“Kadınlar” öykünüzde hemcinslerimizin aşka, hoşlanmaya bakışını ele alıyorsunuz. Erkekler daha sıradan ve sonuç odaklı yaşarken, kadınlar çoğu kez daha farklı kavramlara daha farklı anlamlar yüklüyor. Bu öyküyü de 20 yıl önce yazdığınızı düşünerek soruyorum. Çünkü kitapta ICQ, chat gibi kavramlar geçiyor. Kitabı yeniden yayına hazırlarken okuduğunuzda yaşanan aşklarda ve ilişkilerde bir gelişme olduğunu, kadınların aşka ve ilişkilere bakışının değiştiğini düşündünüz mü?
Son 20 yılda kadın hareketi çok yol aldı, kadınların bir kısmı şimdi ilişkilerinde daha güvenli ve daha samimiler ama sonuçta Doğulu yanları baskın bir toplumuz ve bu değişim kadınların büyük çoğunluğuna ulaşabilmiş değil henüz.
Bu arada “Kuma” isimli öykünüzde de yine kadının yaşadığı aşka da, işe de daha sahiplenici olduğunu düşündürüyorsunuz. Erkekler daha vazgeçici, olmadığı yerde bırakıcı gibi… Bunun nedeni yaratılış mı, yoksa yine toplumun anne rolünü üstlenmesini istediği kadınların erkekleri yetiştirme tarzından mı?
Kadınlık ve erkeklik binlerce yıldır empoze edilen roller. Toplumun kadından ve erkekten beklediklerinin tamamen değiştiğini söyleyemeyiz. Kadınlar bu beklentiye uygun davranmak yerine kendi haklarına, özgürlüklerine sahip çıkmak için büyük bir mücadele veriyorlar. Adeta haklarını ararken sesini duyurabilen tek muhalif kesim diyebilirim. Yine de çok geniş kesimlere ulaşabildiklerini söyleyemeyiz. Öğrenilmiş roller ve öğretilerek sürdürülen rollerden söz etmek daha gerçekçi.
Son olarak “Fırtına Vadisi” isimli öykünüzü okurken, ülkesini istese de istemese de bırakmak zorunda kalanları düşündüm. Kalanların da bazen başka ülkede yabancı olmamak adına ağır bedeller ödediğini, istediği hayatı, gençliğini, varmak istediği idealleri yaşayamadığını düşünüyor musunuz?
Gitmek zorunda olanların hayatlarının hiç de kolay olmadığını biliyoruz. Bu seçimi yapmak zorunda kalmak yeteri kadar travmatik. Kalanların bir kısmı başka ülkelerde yabancı olmamak adına kalsa da, genel olarak kendi ülkesinde kendi hayatı hakkında söz sahibi olabilmenin koşullarını terk etmemek, bu umuda tutunmak, mücadele etmek için kalınıyor kanımca. Hepimiz farklı dozlarda bedel ödüyoruz. İnsanın istediği hayatı, gençliğini, varmak istediği ideallerini yaşayamaması sadece bugünkü rejimle açıklanamasa da, kuşkusuz yaşama sevincini, umudu azaltan, kendi gerçekliğimizi arama motivasyonumuzu etkileyen bir süreci uzun zamandır yaşıyoruz.
•