Klişelerin biçimi, imgeleri ve maksadı bellidir. Söylendikleri an itibariyle test edilmiş, onaylanmış, hatta kaçınılmaz oldukları varsayılır. Dolayısıyla tartışma olmaksızın edinilmiş fikirlerdir
06 Nisan 2017 14:15
Çocukken gecenin bir vakti Kadıköy-Bağlarbaşı dolmuşuyla dedemin evinden eve dönerken ya da Fethipaşa Koru’sunda yaptığımız pikniklerden birinde karnım aşırı tok çimenlere uzanmış gözlerimi kısarak bulutlara bakarken bir hayal kurduğumda kafamda gerçek zamanlı diyaloglar cereyan ederdi. Kimi zaman aynı hayali, aynı diyaloğu günlerce düşünür, okul, annemin sorduğu bir soru, ya da başka bir sebepten düşünmeye ara vermem gerekirse, ilk fırsatta kaldığım yerden devam ederdim. On yıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ olmasını istediğim bir şeyi düşünürken kafamda diyaloglar oluşuyor. Fakat bu kafamın içindeki sohbetleri artık bir yetişkin olarak dinlediğimde bir şeyi fark ediyorum. Kurduğum cümleler, kullandığım kelimeler ancak yazılı olduklarında, bir edebiyat eserinde ya da bir film karesinde gerçeklik duygusu yaratabilir. Gerçek bir insanla gerçekten konuşurken ne ben ne de o bunları söylemez. Söylersek kurgu oldukları o kadar bariz biçimde hissedilir ki samimi olmaktan uzaklaşır, kast etmediğimiz bir mesafe kurarız aramızda. (Örneğin, şu yazdığım paragrafı bir şekilde aklımda tutmayı başarıp birisine sözlü olarak anlatsam, benim en basitinden kasıntı olduğumu düşünmez mi?)
Kurgu eserler, gerçeklikten uzak ya da gerçekdışı olmak durumundadır demek gibi bir niyetim katiyen yok. Bilâkis, iyi bir kurgu gerçekliği olduğundan daha iyi anlatabilendir. O kadar ki düşünürken, yorumlarken, yazarken, hissederken kurgulanmış gerçekliğe yaslanırız. Yunan mitolojisine atıfta bulunmadan edemeyiz, en az birkaç Shakespeare alıntısı herkesin dilinin ucunda olmalıdır, biraz Dostoyevski biraz Tolstoy muhakkak işinize yarar... Bir duyguyu, bir olayı, bir hatırayı, bir rüyayı kelimelere dökmek bizatihi onu kurgulamaktır zaten. “Gerçekte olduğu gibi” anlatmak istesek de bazen kelimeler bizi sürükler, bazen anlatıya heyecan katmak için abartırız, bazen metaforların cazibesine kapılırız... Neticede ortaya bir hikâye çıkar, geçmiş zamanın hikâyesi. Bu kurgulama deneyimi zihnimizi serbest bırakırsak ciddi anlamda yaratıcılık içerebilir. İnsan hiç düşünmediği şeyleri düşünebilir, bir kavramı daha iyi yorumlayabilir, şüphesiz kendini mutlu ve özgür hisseder.
Buradaki anahtar kelime “zihnimizi serbest bırakmak” olmalı. Zirâ eleştirel düşünceye yer bırakmadan, başkaları tarafından kurgulanmış gerçekliği yeniden üretmek şairi budala durumuna düşürebilir. (Nerval’in dediği gibi, bir kadını bir güle benzeten ilk adam bir şairdir, bunu tekrar eden ikinci ise bir embesil.) Gerçekten de iyi şiir dediğimiz en klişeden arınmış olanı, herhangi bir şeyi en düşünülmemiş/yazılmamış biçimde ifade edebileni değil midir? Ama daha önce söylenmemiş sözler bulmak zor. Çok zor. Pınar Öğünç’ün öyküsü 'Bülent Ersoy taklidi', çok yazan ama yazar olamayan birinin hikâyesini müthiş anlatıyordu (Aksi Gibi). Eşantiyon ajandalara yıllar yılı günlükler tutan, yarışmalara öykü yollayan, çocukluktan beri kitaplarını oyuncaklarından daha çok seven biri.. Bunca kitabiliğe rağmen sevdiğiniz birine eski sevgilisinin sözleriyle iltifat ederseniz (yani güzel sözler bataklığından bir klişe çekerseniz) artık hiç şansınız yoktur, diyor Öğünç. İltifatınız klişeyse bir anda Nerval’in budalası olursunuz. Okumayı seven insanın yazıyla imtihanındaki trajedi de budur. Borges'in satırları zihninizde çınlarken, Borges’in parodisi olmadan nasıl Borges kadar iyi yazabilirsiniz? İyi okur iyi yazar mıdır? Bazen..
Peki ya insan hep başladığı yerde kalır, kendini birileri gibi yazmaktan alıkoyamazsa? Her yazdığı bir başkasının satırlarını çağrıştırıyorsa, okuyana çalıntı, taklit hissi veriyorsa? Söyleyeceği bütün sözlerin, hem de kullanmak istediği noktalama işaretleriyle birlikte çoktan söylendiğinden, illa yazmak için inat ederse en fazla birilerinin sesini çıkarabileceğinden emin olursa?' (Aksi Gibi, s. 82).
Gustave Flaubert’in tamamlanmamış ve ölümünün ardından derlenerek basılmış olmasına karşın üzerinde çok konuşulan eseri Edinilmiş Fikirler Sözlüğü (Le Dictionnaire des idées reçues, 1913) yaşadığı dönemin çok kullanılan klişelerini afişe ve aynı zamanda alaşağı etmek için yazılmış bir kara mizah eseridir. Yine tamamlanmamış romanı Bouvard et Pecuchet’nin karakterleri için hazırladığı, romana ek olarak düşünülebilecek sözlük, çağdaşlarının dünya görüşlerini papağan gibi tekrar eden bu iki adamı (insanlığın büyük kısmını) daha iyi anlamamıza da yarar. Düşün ve yazında seri üretim benzeri birbirini tekrar eden ürünlerin ortaya çıkması on dokuzuncu yüzyılda büyük rahatsızlık doğurmuştur. Klişenin bir yayıncılık terimi olması ve “baskıda kullanılmak amacıyla, üzerine kabartma resim, şekil, yazı çıkarılmış metal levha” anlamına gelmesi tesadüf değildir. Dolayısıyla klişe, çoğunlukla tasviri uzun bir durumu kısaca anlatmak için kullanılan deyimlerden bu yönüyle ayrılır.
Flaubert’in sözlüğünü ilginç yapan çok tekrarlanan deyimleri ya da aforizmaları bir araya getirmiş olması değildir (yaptığı bu değildir). Hatta listelediği kimi “edinilmiş fikirler”, bazı durumlarda kullanılması elzem olan, totolojik ya da saçma olmayan şeylerdir. Fakat klişeleri Flaubert’in gözünde lanetleyen ortalama insanın mevzubahisle ilgili söylediği/söyleyeceği tek şeyin bunlar olmasıdır. Klişelerin biçimi, imgeleri ve maksadı bellidir. Söylendikleri an itibariyle test edilmiş, onaylanmış, hatta kaçınılmaz oldukları varsayılır. Dolayısıyla tartışma olmaksızın edinilmiş fikirlerdir. Flaubert hayatı boyunca, klişelere, beylik laflara, ödünç alınmış ve sorgulanmamış fikirlere kulak kabartmayı bir alışkanlığa dönüştürür ve bunların bir bütün olarak zihinde bir tıkanma yarattığını, adetâ düşünmenin etrafını bir koza gibi sardığını iddia eder.
Gerçekten de düşünme pratiğimizin önüne perde çeken, işimizi kolaylaştırdığı kadar bizi tembelleştiren klişelerin tehlikesi günbegün daha kötü, daha kuru edebiyat eserleri okumak durumunda kalmamızla sınırlı değil. Klişe, aslında sınırsız olan düşünme kapasitemizi kullanmamıza ket vurarak vasatlaşmamıza, sorgulamayı bırakmamıza, sualsiz itaat etmemize de yol açar. Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı’nda (Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil, 1964) Adolf Eichmann’ın durmadan ve sadece klişelerle konuşmasını tartışmasının merkezine oturtması bundan kaynaklanır.
Eichmann, klişe olmayan tek bir cümle kurmaktan acizdi. [...] Hafızası oldukça kötü olmasına rağmen … durmadan aynı basmakalıp lafları ve kendi icat ettiği klişeleri kelime kelime tekrarlıyordu (kendine ait bir cümle kurmayı başardığında onu da bir klişeye dönüşene dek tekrarlıyordu). İster Kudüs'te ya da Arjantin'de anılarını yazıyor, ister polise ya da mahkemeye ifade veriyor olsun, söyledikleri hep aynıydı, hep aynı ifadeleri kullanıyordu. Ne kadar uzun dinlerseniz, o kadar bariz hale geliyordu: konuşamaması, düşünememesiyle yakından ilgiliydi, yani başka birinin bakış açısından düşünememesiyle. Onunla iletişim kurmak mümkün değildi, yalan söylediği için değil; başkalarının sözlerine ve varlığına karşı, dolayısıyla bizatihi gerçekliğin kendisine karşı en güvenilir muhafızlarla çevrili olduğu için. (s. 48-49).
Arendt’in analizi klişe kavramı etrafında kurduğu siyaset teorisine bağlıdır. Fakat klişeleşmiş konuşmayı teşhis etmenin yöntemi tam olarak nedir? Neye, nasıl bir ilgi göstererek klişeyi saptayabiliriz? Donmuş konuşma kalıplarının saptanması, bunları söyleyen kişi hakkında nasıl bir çıkarımda bulunmamıza olanak tanıyabilir? Arendt'in odaklandığı, Eichmann'ın “sözel tik” denilebilecek bayat ifadeleri, nakaratları, müsamereye çocuğu gibi ruhsuz, ezberden tekrarlamasıdır. Klişenin eleştirisi, esas olarak sosyal çevreye kusursuz itaat olgusunun eleştirisidir. Kalıplaşmış sözel ifade biçimlerinin sarsılmaz grup aidiyetleriyle bağlantısı vardır. Klişeye karşı tetikte olmak şunu ima eder: İtaat eğilimi bir kişinin konuşmasında tespit edilebilir, cümle düzeyinde kendini belli eder.
***
Bir dili yeni öğrenen biri, edimin daha çok yaratıcılık safhasındadır. Öğrenmeye çalıştığı kelimeleri farklı şekillerde dizer, yanlış biçimlerde kullanır, bu esnada oldukça yaratıcı kalıplar uydurabilir. Bir dil dünyasına yeni adım atmış biri neredeyse hiç klişe ifade kullanmaz. Henüz klişe dağarcığı oluşturmamış bir zihin, örneğin küçük bir çocuğunki, karşı tarafın klişelerine anlam veremez ve yadırgar. Yeşilçam’da gördüğünüz yumurcakları unutun, gerçek bir çocuğa “bunlar mutluluk gözyaşları yavrum” derseniz, çocuk herhalde kaçarak uzaklaşır..