Hepimiz, kendi kimliklerimizin kıyısında dolaşıyoruz şu sıralar, galiba. Yaralarımız derin, merakımız o ölçüde uyanık. Cemil’in sergisini gezerken, bir merak uyanıyor içimde. Oryantalizm bitmedi mi, geçmişte kalmadı mı? Yoksa hâlâ bizimle mi?
17 Kasım 2016 14:02
Cemil İrvin isminde birisi var karşımda. Kırk yıl öncesinden, lise hayatımdan tanıdığım İrvin Cemil Schick ile aynı kişi mi, emin değilim. Başlangıçta, öyle varsayıyorum.
İstanbul’da, Teşvikiye’deki Galeri 44A’da açtığı fotoğraf sergisini geziyoruz birlikte. Her fotoğrafta bir çıplak kadın var, bir de Osmanlı motifi. Osmanlı paşaları, Osmanlı çinileri, eski İstanbul’dan manzaralar. Dijital kolaj yapılıp kâğıda basılmışlar. Erotik kartpostallar ile turistik kartpostallar üst üste konmuşlar adeta.
“Her şey aşırma” diyor Cemil, “Bana ait fotoğraf yok sergide, hepsi oryantalist tarzda bir hırsızlama.” Evet ama, ne amaçla aşırmış bu görüntüleri? Çerçevelere baktıkça, kendimi rahatsız edici bir dünyada buluyorum.
Görüntülerdeki çıplaklık, erotik sanat diyebileceğimiz bir eşiğin de ötesinde, hayli kışkırtıcı örnekler var. Modern, Batılı görünüşlü bir model mesela, karanlık İstanbul surlarının önünde, suyun içinde durmuş, meydan okuyarak bakıyor. Bir başka çerçevede, bol madalyalı tipik bir Osmanlı paşasının portresi var, az ötede çıplak bir kadın büzülerek yatmış, kameraya biraz korkuyla bakıyor. Giderek, daha cüretli çıplaklık görüntüleri çıkıyor karşıma.
Zihinsel bir haremdeyiz sanki. Ama bu kolajları yapan zihin, harem kavramıyla ilgili her tür önyargıyı da sorguluyor bir bakıma. Okuması hem kolay hem de zor bir ikonografi bu.
Doğulu kadınlar, harem kadınları, itaatkâr olur diye bir inanç varsa, bu meydan okuyan, isyankâr kadın bakışları sanki o klişeye bir tepki. Öte yandan, korkulu gözlerle bakan kadın, bize ne söylüyor? Harem, Doğu'daki despotluğu, yani zorbalığı temsil eden bir hapishane mi? Harem, sınırsız otoritenin bir tür “mikrokozmos”u, adeta simgesi mi?
İşte sorun orada, diyor Cemil, “Doğu despotizmi” diye bir şey yok aslında, bunu Batılılar icat etmişler. Osmanlı toplumunda kadınların ezilmesi, Batı'dakinden ne eksik ne fazla.
Evet, ama bu görüntülerde fazladan bir şey de var.
O fazladan şeyin, o rahatsız edici şeyin, kendisi de farkında. “Kadınların cinselleştirilmesini yeniden ürettiğim eleştirisi yapılabilir” diye itiraf ediyor. Ben de soruyorum, böyle bir eleştiriyi göze alacak kadar, bu tehlikeli, bıçaksırtı malzemeye bağlılık nereden geliyor? “Sevgi ve nefret” diyor Cemil İrvin; “Oryantalist ressamların bakışını, kızsak da bir yandan beğeniyoruz. En azından, ben beğeniyorum.”
Yani, oryantalizmi sempatiyle eleştiriyor, sevgiyle de olsa alay mı ediyor? Galiba öyle. “Edward Said’in dediği gibi, ‘Doğu’ kısmen de olsa bir kurgu, ama Doğu'nun kendisi de edilgen değil, o bakışa cevap verebiliyor, o cevap da alay etmek.”
Senin cevabın da bu mu, diyorum. Evet, diyor, benim cevabım da alay etmek, karikatürle akraba bir bakış.
“Parodi yaparken, tıpkı karikatürde olduğu gibi, tek bir ögeyi alıp abartmayı tercih ettim. Oryantalist ressamların hayal ürünü bir Doğu yaratırken kullandıkları küçük bir motif varsa, mesela ahşap bir sehpa varsa, ben bütün bir resmin arka planına ahşap kündekâri duvar işçiliği koydum; Batılıların yapay bir Doğu yaratma çabasıyla bu şekilde dalga geçiyorum.”
O esnada gözüm serginin afişine kayıyor. Serginin adı tam da bu: “Çalıntı İmgeler/ Oryantalizm Parodileri”. (27 Kasım’a kadar açık) Ama ben bu parodi bakışının tam ayarını bulamıyorum henüz. Resimleri bir daha izliyorum. Hâlâ rahatsızım.
Neden hep kadınlar üzerinden simgeleştirilmiş Batı'nın Doğu'ya bakışı? Çünkü, “öteki” yaratırken onu cinsiyetlendirmek, dişileştirmek, bir güç göstergesi, bir küçümseme stratejisi.
Kadınlar neden hep çıplak ve erotik pozlarda? Çünkü, “öteki”ni aşağılamak, şeytanlaştırmak, belki de ona hâkim olmak için en etkili araç, cinselleştirmek.
Garip bir tarihçesi var oryantalizmdeki bu cinselleştirme ögesinin. Önce, Ortaçağ'da Hıristiyan Batı, Doğu'da yükselen Müslümanlığı bir tehdit olarak algıladığı için, kilise sert bir polemiğe girmiş. İslam’da çok eşlilik, cennette vaat edilen huriler gibi motifleri kullanarak, yani cinselleştirerek, Müslümanlığın gerçekte uhrevi değil, tamamen maddiyatçı bir din olduğunu ileri sürüyor.
Cinsellik üzerinden yapılan bu din polemiği, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda, daha çok Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yürütülen mücadelede, siyasî bir nitelik kazanmış, yani egemen olma, karşıdakini alt etme güdüsüyle bir tahakküm modeline dönüşmüş. Bu bağlamda en çok kullanılan motif ise, Doğu despotizmi ve bunu da tamamen cinselleştirmek yoluyla yapmış Batılılar. Harem ve haremdeki kadınların uysallığı, bütün bir toplumun zorba hükümdara boyun eğişini temsil ediyor.
Bu bakış, zamanla estetiğe, sanata, özellikle resim sanatına etki yapmakta gecikmemiş tabii. Harem ve Doğulu kadınlar, Doğu'nun cinselliği, Batılılar için estetik düzeyde bir gizli özlem hâline gelmiş, farklı olana hem küçümseyici hem de hayran bir bakış odağı olmuş.
Doğu'ya ve kadına bu bakıştan hem etkilendiğini söylüyor Cemil İrvin hem de en az benim kadar rahatsız. Bu garip bir ikilem, diyorum. “İkircik” mi diyeceğiz ona? “İkirciği seviyorum, evet” diyor. “Hem hayranlık, hem nefret duyuyorum oryantalist bakışa.” Ingres, Courbet, Jerome gibi ressamları beğendiğini, ama oryantalist bakışa da karşı olduğunu söylüyor. İkirciği neden bu kadar seviyor?
“Benim kimliğim ikircikli zaten, çok kimlikliyim” diye cevap veriyor. İstanbul’da Yahudi azınlık üyesi olarak doğmuş, sonradan Müslüman olmuş, hem Amerika’da hem İstanbul’da yaşayan, dünya vatandaşı, hiçbir yere tam uymayan ve ait olmayan, kendisi bir zamanlar hattatlık yapmış, hat koleksiyonu sahibi, Osmanlı hat sanatı üzerine önemli bir uzman olan, ilginç bir kişilik.
Robert Kolej’de aynı dönemde okuduğumuz, sonra Boston’da üniversite yıllarımızı paylaştığımız İrvin Cemil Schick’le hem aynı kişi hem de değil. O bir dönem MIT gibi itibarlı bir üniversitede elektronik ve kimya mühendisliği, ayrıca matematik uzmanlığı yaparken, ben felsefe okuyordum, Osmanlı sanatına ve İslam felsefesine merakı o zaman da vardı, ama bugün, Teşvikiye’de sergisini gezdiğim kişiden de epey farklıydı.
Batının Cinsel Kıyısı (The Erotic Margin) adlı önemli kitabında bu konuyu derinlemesine incelemişti. Sergi, o kitaptaki tezlerin estetik bir özeti adeta. Cemil İrvin, belki de kendi kimliğinin kıyılarında dolaşırken bulmuş bu görüntüleri.
Hepimiz, kendi kimliklerimizin kıyısında dolaşıyoruz şu sıralar, galiba. Yaralarımız derin, merakımız o ölçüde uyanık. Cemil’in sergisini gezerken, bir merak uyanıyor içimde. Oryantalizm bitmedi mi, geçmişte kalmadı mı? Yoksa hâlâ bizimle mi?
Elbette, hâlâ bizimle, diye cevap veriyor. Afganistan’ın işgali, biraz da kadınları ezilmekten kurtarmak bahanesiyle meşrulaştırılmadı mı?
Evet, “emperyalist” diyebileceğimiz birçok müdahalede, biraz kadınları peçeden, çarşaftan kurtarma propagandası var, doğru.
Oryantalist bakışı günümüzde reklamlar da hâlâ ciddi ölçüde kullanıyor, Cemil’e göre. Klasik anlamıyla on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla sarkan bir tavrın, bugün de izlerini hâlâ görebiliyoruz.
Kendimizi de oryantalist bakışla Batılılara pazarlıyoruz, sırasında. Kahvelerde düzenlenen turistik Mevlevi semalarını, derviş ayinlerini düşünmek yeterli. Türkiye kendi kimliğinin kıyılarında dolaşmaya, kimlik kaymalarına hayli yatkın bir ülke.
Cemil hemen hatırlatıyor– Cumhuriyet seçkinleri de bir dönem oryantalizmi çok sevmiş, Osmanlıları ötekileştirmek için cinselleştirmeyi kullanmış. Ama sonra, kendi köksüzlüğünü örtmek için sahte “paşa” akrabalar icat eden, evini Osmanlı stili döşeyen bir “yeni burjuvazi” de görüyoruz, mesela Özal yıllarında, yahut şimdiki yeni zenginler arasında.
Peki, Osmanlıların kendileri nasıl tepki vermiş acaba, Batılıların bu oryantalist bakışına? On dokuzuncu yüzyılda, Avrupa’yı gezmeye giden Ahmet Mithat Efendi gibi şahsiyetlerin, açıkça skandalize olduğunu, tepki duyduğunu söylüyor Cemil.
Ama sadece edep kaygıları mı sözkonusu, Batılının niyetini sezmekten mi kaynaklanıyor bu tepki, emin değilim.
Bir yandan da, Gustave Courbet’den o ünlü “Dünyanın Başlangıcı” tablosunu isteyen, Ingres’e “Hamam” tablosunu ısmarlayan Halil Paşa’mız var, o bir istisna mıydı? Cemil’e göre, istisnaydı. Erotizme meraklı bir paşamız.
Peki, Osmanlılarda erotik sanat ve edebiyat ne kadar yaygındı acaba? Cemil gülümsüyor. Osmanlı erotikası uzun bir geçmişe sahip, derin bir tarih sözkonusu. Daha on dördüncü yüzyılda erotik dil sözlükleri yayımlanmış.
On altıncı yüzyılda minyatür sanatında çıplaklık var, ama erotize değil. On sekizinci yüzyılın sonunda ise, minyatürler baştan çıkmış, tamamen pornografi başlamış, çarşı bu açıdan gayet zengin. Abdullah Buhari gibi sanatçıların saraya çalışmadığını görüyoruz, öyleyse çarşıya çalışıyor, yani büyük talep var, diyor Cemil. Bahnameler (cinsellik kitapları) en yaygın yayınlar arasında.
İster Doğulu olsun ister Batılı, her toplumun işine geldiğinde iki yüzlü olduğunu biliyoruz zaten. Türkiye’de tarihin ağırlığını, kültüre ilişkin her konuda hissetmek mümkün. Cemil’le bu söyleşiyi yaptığımız gün, İstanbul’daki Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı’nda, bazı kişilerin dayatmasıyla bir heykelin sergiden kaldırılması olayı yaşanıyordu. Sanatçı, bikinili bir kadın bedeni üzerine, İkinci Abdülhamit’in fotoğrafını koymuştu. Acaba, çok basit bir düzeyde bile olsa, Doğu despotizmiyle mi dalga geçiyordu?
Oradaki amacı bilemem, eseri görmedim, diyor Cemil, ama şu kadarını söyleyebilirim, Batılılar İkinci Abdülhamit’i tipik bir "şark despotu" olarak gördükleri için, gene cinselleştirme yoluyla hicvedip eleştiriyorlardı. Tahttan indirildikten sonra, Osmanlı toplumunda da aynı bakışla eleştirilmiş ve alaya alınmış.
Cemil’in bu konuda yayımlanmış çok güzel bir makalesi var. (Virgül dergisi, Kasım 2000) Oryantalizmin siyaset ve kültürde nerelere kadar uzandığını görmek açısından, o makale ile Galeri 44A’daki sergi arasında doğrudan bir ilişki kurmak mümkün.
Silahla olsun, kültürle olsun, savaşan daima erkekler, savaş alanı ise çoğunlukla kadın bedeni, kadının cinselliği. Bu açıdan, oryantalizm gerçekten hâlâ bizimle. Türkiye’deki başörtüsü savaşlarını hatırlamak yeterli. Bu konuda ne düşünüdüğünü soruyorum Cemil’e.
Hint asıllı feminist araştırmacı Gayatri Spivak’ın “Madun konuşabilir mi?” adlı makalesini hatırlatıyor bana. Madun, yani ikinci sınıf görülen kişi. Madun sesini duyuramaz, çünkü özneliği elinden alınmıştır. “Dinci ve laik erkekler başörtüsü üzerine çatışırken, başı örtülü kadınların, ne yaparlarsa yapsınlar, konuşma imkânları, kendilerini ifade etme araçları, yani öznelikleri ellerinden alınmış oldu. Bu kabul edilemez bir durum.” Çare nedir? Belki, hayatı kendi doğal akışına bırakmak, diye cevap veriyor Cemil İrvin. Ama bunun yeterli olduğundan ikimiz de emin değiliz.
Geçtiğimiz gün, söyleşimize bir sağlama yapmak için telefonda konuştuğumuzda, Amerikan seçimlerinin sonucundan duyduğumuz hayreti ve dehşeti dile getiriyorduk karşılıklı. Hayatın doğal akışı, bazen zorba kişilikleri seçimle de işbaşına getirebiliyor. Şimdi anlıyoruz ki, Trump’a oy verenler de ekonomik madunlardı bir bakıma. Asıl mesele, madun, yani ikinci sınıf vatandaş yaratmamakta.
Yeni Amerikan Başkanı Donald Trump’ın kadınları madun ve cinsel nesne olarak gören bakışı, Ortadoğu siyasetinde bir yeni oryantalist tavra dönüşür mü, onu da zamanla göreceğiz herhalde.
Biz, dalgamızı geçmeye devam edelim, en iyisi. Mizah, madunların hâlâ en büyük gücü. Ama, Cemil İrvin’in sergisini gezdikten sonra bir kez daha anladım ki, asıl tarih bilgisi ve kültür birikimi olunca, mizah tam hedefini buluyor.