Osmanlı dekadansı ve “Koca Mustâpaşa”

“Beyatlı’nın 'Koca Mustâpaşa' şiirinde bir soru açık kalır: Geçmiş bu denli cennetvari idi de, yani Allah’ın yaratısından pay almış bir yer idi ise, o halde neden yıkıma uğramıştır? İlahi âlemle iç içe geçmiş bir uzam olarak geçmiş’in geleceği neden vücuda gelmemiş ve yıkıma sürüklenmiştir?”

08 Aralık 2022 20:30

Işık ve karanlık, denebilir ki şiirimizin vazgeçilmez imgesel karşıtlıklarından birini dile getirir. Nâzım Hikmet’in, “akın var akın, güneşe akın, güneşi zapdedeceğiz, güneşin zaptı yakın” dizelerindeki ışık ve karanlık imgeleri, bir gelecek miti etrafında şekillenen şiirimizin, neredeyse geçtiğimiz yüzyıldaki ana rotasını oluşturur.

Bilge (Karasu) hocanın metin okuma derslerinin birinde, Tanpınar’ın Huzur’unu okuyorduk; “40’lı yıllarda yazılmış metinlerde karanlık bir atmosfer olduğunu” söylemiş, sessizliğimizi izledikten sonra, yargısına, “Ne dersiniz çocuklar, sizce de öyle değil mi?” diye bir soru eklemişti. 1987 yazıydı. O zaman benim aklıma hemen Sabahattin Ali’nin kitapları gelmişti; İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna… Hem fiziki anlamda hem metafizik anlamda karanlık bir atmosfer[1] söz konusudur Sabahattin Ali’de. Ama Orhan Pamuk’un, Cevdet Bey ve Oğulları’nın ‘40’lı yılları anlatan bölümlerinde de bir karanlık atmosferin olduğunu söylemiştim. Hoca her iki yazar için de bir şey söylemedi; hazır reçete vermez, gerçeği bizim görmemizi beklerdi. “40’lı yılları anlatan değil, ‘40’lı yıllarda yazılan metinler” diye, temeldeki ayrıma dikkat çekmişti. Bilge hoca, kuşkusuz yaşarken hissedilene, el yordamıyla keşfedilene dikkat çekiyordu, sonradan öğrenilerek inşa edilene değil.

Osmanlı dekadansı kavramlaştırmasını, bu “karanlık atmosfer” dikkatinden hareketle yaptığımı belirtmeliyim. Ama bu arada, bu karanlık atmosfer dikkatinden, Osmanlı dekadansı kavramlaştırmasına gitmemi sağlayan hareket ettirici bir ara tezden daha söz etmem gerekir.

Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i’nin girizgâhında tarihle ilgili o ünlü felsefi tezini ileri sürdükten sonra, hemen ikinci paragrafta, çok önemli bir tezi daha dile getirir:

“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.” (Tanıl Bora çevirisi.)

Marx burada bütün 19. yüzyıla hâkim olan bir durumun, topyekûn bir dekadans durumunun betimlemesini yapmaktadır adeta. Sadece siyasal bir durumun değil, aynı zamanda kültür ve edebiyat akımlarının, onların aktörlerinin de içinde bulunduğu çıkmaz durumunun da anlaşılmasını sağlamaya elverişli teorik betimlemedir burada yapılan. Başka bir deyişle “endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırmak, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılmak, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünmek” tarihsel moment önünde yaratıcı bir yeteneğin keşfi değil, gelmekte olanın basıncıyla, ama gitmekte olan ile gelmekte olan arasında, gitmekte olanın koşullarında büyümüş bu edebiyat adamının veriminde yer alan tutamak durumundaki ebedi imgesel malzemelerden başka bir şey değildir.

Biraz ileride şöyle devam etmektedir Marx:

“Yeni bir dil öğrenen kişi de acemiliğinde her sözü önce anadiline çevirir; oysa ancak hafızasında anadilini yoklamaksızın yeni dilin içinde devindiğinde, o dilin içindeyken, içine doğmuş olduğu dili unuttuğunda, yeni dilin ruhunu ele geçirebilecek, o dilin içinde özgürce söz üretebilecektir.”

Osmanlı dekadansı derken, eşzamanlı bir şairler topluluğunu değil, daha çok artzamanlı bir şairler topluluğunu kastediyorum; belli bir şiir anlayışına dayalı bir poetik çevreden değil, ama böyle bir oluşumdan bağımsız, artzamanlı bir süreçte, yani aynı yaş grubunda yer almayan ama aynı değerlere ve değer yargılarına dayalı bir dünya ve yaşam algısının tinsel evrenini kuran şairler topluluğundan söz ediyorum. Bu bağlamda buradaki “topluluk” ifadesi, sadece dekadans durumundan dolayı bir arada yer almayı ifade eder. Kim bu şairler diye sorulacak olursa, bu şairler şu isimlerden oluşmaktadır: Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas, Asaf Halet Çelebi ve Behçet Necatigil.

Necatigil’in “Osmanlı dekadansı” bağlamında değerlendirilmesi zamansal bakımdan belki tuhaf görülebilir. Hatta Atatürk hakkında yazdığı şiirler ile hazırlamış olduğu Atatürk Şiirleri (Türk Dil Kurumu Yayınları, 1988) antolojisi hesaba katılarak, onun Osmanlı dekadansı içinde yer aldığını temellendirmek belki zor olduğu ileri sürülebilir. Kuşkusuz siyasal görüş bakımından Cumhuriyetçi olmak ayrı bir şey, Cumhuriyet’in oluşturduğu dünyanın bireyi olmak ayrı bir şeydir.

Yine burada Yahya Kemal ile Cahit Sıtkı’nın tam olarak Osmanlı dekadansı içinde yer alıp almayacağı da tartışma konusu edinilebilir. Necatigil için yaptığım ayrım, biraz farklı bir biçimde bu iki şair için de geçerlidir.

***

Geçmiş ne Baki’nin, ne de Şeyh Galip’in, ne Fuzuli’nin, ne de Nedim’in bir problemi olagelmiştir. Yükseliş duygu ve durumunun yoğunluk alanı, kuşkusuz geçmiş değil, kategorik olarak şimdi ve şimdinin yaşanma ânıdır. Geçmişin hatırlanması, geçmiş devam ediyor duygusuyla değil, geçmişin sona erdiği veya sona ermekte olduğu duygusuyla alakalıdır. Geçmiş derken aslında zamansal bakımdan geçmişten söz etmiyorum. Bir tarihsel bağlamın sona ermesiyle, o tarihsel bağlamın zamansal şimdisinin sona ermesi sonucu, söz konusu şimdinin kültürel olarak geçmişe dönüşmesidir.

19. yüzyıl, bütün Avrupa için topyekûn bir yıkımdır ve bu bağlamda, sadece siyasal ve askerî bir yıkımı değil, temelde ontolojik ve teolojik bir yıkımı dile getirir. Tam bu bağlamda, tarih duygusunun bir 19. yüzyıl duygusu olması da rastlantısal değildir. Bunun gibi, felsefenin tarihi keşfetmesi nasıl bir 19. yüzyıl keşfi ise, edebiyatın geçmişi keşfetmesi de bir 19. yüzyıl buluşudur.

***

Burada belki de geçmişin iki tür keşfinden söz etmek gerekir. Geçmişin, dekadanstan dolayı keşfi ile geçmişin ütopya duygusundan dolayı keşfi. Geçmişin ütopya duygusundan dolayı keşfi, geçmişin, geleceğin inşası bakımından bir keşfidir. Sözgelimi Nâzım Hikmet’in, “Tanganika Röportajı” şiirinin “Üçüncü Mektup” bölümündeki şu dizeler, geçmişin, geleceğin inşası bakımından betimlenmesine açıklayıcı örnektir:

“Nerden bileceksin, kızım,/ benim Osmanlılar bu kırmızı toprakta esircilik etti./ Kölelerin boyu iki metre,/ bir de fildişi, altın,/ bir de vergi topladılar kadınların şalvarına kediler sokup./ Bu usul belki hâlâ yürürlüktedir Anadolu’da,/ Ama Anadolu köleleri kavruk kısacık.”

Kuşkusuz geçmişin dekadanstan dolayı keşfinde, ne “benim Osmanlılar bu kırmızı toprakta esircilik etti” türünden bir dizenin dile getirdiği bir hakikat durumu söz konusudur ne de “bir de vergi topladılar kadınların şalvarına kediler sokup” türünden bir dizenin dile getirdiği bir hakikat durumu. Geçmişin dekadanstan dolayı keşfi, geçmişte olup bitenin, negatif olandan arındırılarak betimlenmesini ortaya çıkarır. Burada dile getirilen, emperyal bir duygulanım ile bilinçten yoksun, saf ve tinsel, kusursuzluk anlamında masum bir medeniyet kültürü ile yaşantısının betimlenmesidir söz konusu olan. Dolayısıyla denebilir ki, dekadans durumu burada yeni bir problematiğin, yeni temanın ortaya çıkmasına yol açıyor. Geçmiş, ancak yıkım ânının, dekadans durumunun bir esini, bir keşif kıvılcımı neticesinde, bir kimlik nesnesi olarak ortaya çıkıyor. Yahya Kemal Beyatlı ile Ahmet Hamdi Tanpınar’da dile gelen, tam olarak bu ayrımın şiiridir. Yahya Kemal’in, özellikle “Koca Mustâpaşa”, “Atik-Valde’den İnen Sokakta”, “Süleymâniye’de Bayram Sabahı”, “İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar”, “Açık Deniz” şiirleri, emperyal duygu ve niyetten yoksun tinsel bir medeniyetin masum ve saf tebaasının gündelik yaşamını hasletle dile getiren şiirlerdir.


Yahya Kemâl Beyatlı

“Koca Mustâpaşa” şiiri, gerek içerik gerekse dile getirişteki estetik bakımından tam da sözünü ettiğim bu ayrımın, geçmişin dekadanstan dolayı keşfinin şiiridir:

“Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakir İstanbul/ Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,/ Hüznü bir zevk edinenler yaşıyor burada./ Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda./ Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz/ Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz./ Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;/ Yaşıyanlar değil Allâh’a gidenlerden uzak./ Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı/ Hisseden kimse hakikat sanıyor hülyâyı./ Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,/ O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada,/ Geçer insan bir adım atsa birinden birine,/ Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevgide.”

“Koca Mustâpaşa”, gerçekten de geçmişin negatif olandan özenle arındırılarak bir cennet tahayyülü içinde sunulduğu ölçüde oldukça ideolojik bir şiirdir. “Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,/ O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada” dizelerini hesaba kattığımızda, “geçmişin cennet tahayyülü içinde sunulması” ifadesi bu dizelerin yanında oldukça seküler kalır. Beyatlı’nın burada dile getirdiği bir benzetme değil, ahiretin, yani manevi âlemin de dünyevileştirilerek yaşandığı tezidir. Biraz ilerde şu dizeler gelir: “Gece, şi’riyle sararken Koca Mustâpaşa’yı/ Seyredenler görür Allâh’a yakın dünyâyı.” Burada, şimdi hâlâ mevcut olan bir yaşama biçimi betimleniyor gibidir ama vurgu bu yaşama biçiminin artık yıkıma uğramış ve/veya yıkılmakta olan bir medeniyetin dünyasına ait olduğu yönündedir.

Şiirin ilerleyen şu dizelerinde, alacakaranlıkta kalmış, hayaletimsi bir dünyayı betimliyor gibidir Yahya Kemal:

“Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,/ Çeşmeden her su içerken: ‘Şükür Allâh’a’ diyen/ Yaşıyor sâde maîşetlerin en sâfında;/ Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.”

Buradaki karanlık atmosfer, aslında yeraltına çökmüş bir yaşama biçimini betimliyor oluştan kaynaklandığı gibi, orada da yaşamın, bedensel yaşamın dışında ahiret-mezarlık minvaline indirgenmesin kaynaklanır. “Koca Mustâpaşa”da betimlenen yeraltı hem tarihsel anlamda yeraltıdır hem de teolojik anlamda yeraltı.

Fakat “Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda” dizesi ile

“Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;/ Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:/ ‘Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın/ Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.”

dizeleri, şiirde konuşan anlatıcı-benin, iklimi, meşrebi ve ırkı aynı da olsa, yaşama biçimleriyle, dünya ile ahiret arasındaki duvarı kaldırmış bu insanların içinde, onlarla birlikte yaşamadığı gerçeğidir. Bu şiir kişisinin içinde bulunduğu yaşama tarzı bakımından Koca Mustâpaşa semti, aslında güzel bir rüyadan başka bir şey değildir: “Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa’dan/ Kalbim ayrılmadı bir an o güzel rü’yâ’dan.”

Şairin, yaşadığı çağda algıladığı dünyanın niyetiyle örtüşen metnin niyeti, finalde dile gelecektir:

“Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan./ Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;/ Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;/ Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük./ Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,/ Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı./ Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.// Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!”

“Koca Mustâpaşa” geçmişe bir ağıt şiiridir; her türlü negatif olandan arındırılarak dile getirildiği üzere, yıkıma uğramış eski dünyanın dünyevileştirdiği o manevi yaşama biçiminin yıkımına bir ağıt şiiri.

“Koca Mustâpaşa” 1953 yılında [üç bölüm halinde] yayınlanmış. Bu durum iki yorum olanağı veriyor bize: Beyatlı’nın, Türk şiirinin o yıllardaki poetik eğilimlerinden pek etkilenmediğini ve kendi varlıksal probleminin rotasından hiç sapmadığını…

Bununla birlikte, Beyatlı’nın bu şiirinde bir soru açık kalır: Geçmiş bu denli cennetvari idi de, yani Allah’ın yaratısından pay almış bir yer idi ise, o halde neden yıkıma uğramıştır? Tanrı’nın söz ve edimleri, Tanrı kavramının tanımı gereği, zorunlu bir sonsuzluğu dile getirir. İlahi âlemle iç içe geçmiş bir uzam olarak geçmiş’in geleceği neden vücuda gelmemiş ve yıkıma sürüklenmiştir? Sadece siyasal ve tarihsel bir duruma işaret eden bir soru değildir bu, aynı zamanda teolojik bir sorunsalı da dile getirir.

Teolojik bağlamı bir kenara bırakırsak, her ne kadar metin zorunlu olarak bu sorunun dile getirilmesine yol açsa da, temelde dekadans şairlerinin problemine ilişkin bir soru değil, tam tersine geçmişi ütopya duygusundan dolayı dile getiren şairlerin problemine ilişkin bir sorudur bu.

***

Yukarıda dekadans veya yıkım durumunun yeni bir problematiğin, yeni bir temanın ortaya çıkmasına yol açtığından söz ettim. Bu problematik ile temayı, Oğuz Demiralp’ten aldığım bir ifadeyle “kendimiz üzerine düşünme tarihimiz” problematiği veya teması olarak adlandırıyorum. Eski şiirimizde mevcut olmayan bir temadır bu. Tanzimat sonrasında Cumhuriyet’in eşiğinde ortaya çıkan, ama Cumhuriyet döneminde vücut bularak ete kemiğe bürünen bir tema. Ziya Gökalp’in “Altun Destanı”nı da bu problematik bağlamında düşünmek gerekir. Ama “Altun Destanı” biraz epistemik bir şiirdir. Bu şiirdeki düşünme kategorisi, biraz felsefi bir argüman tarzında bir düşüncenin, bir fikrin dile getirilmesi şeklinde tecelli etmektedir. Yahya Kemal’in keşfettiği ontik düşünme tarzıdır. Bu düşünme biçiminde, şiirde konuşan anlatıcı-benin kendi varolmasının da içinde bulunduğu bir durumun yüz yüze geldiği bir çıkmaz üzerinde odaklanmasının sonucunda ortaya çıkar.

Yahya Kemal, kendi bireysel dünyasını dahil etmediği veya kendi bireysel varlığının dahil olamadığı bir “biz” tahayyülü oluşturur. Onun şiirindeki düşünme, bu biz’in hangi unsurlardan nasıl oluştuğu üzerine bir tür kazı çalışması tarzındadır.

 


[1] Karanlık atmosferi metafizik anlamda, kendi haline çekilmek, gözden ırakta olmak biçiminde tanımlıyorum. Yaşadığından haz almak, söz ve edimlerinden keyif duymak, hazzın ve keyfin tınısıyla konuşmak, yükseliş duygusuyla alakalıdır. Ama karanlıkta kalmak, gurur duyulacak bir dünyada olmadığımız anlamına gelir.

 

GİRİŞ RESMİ:

1900’lerin başında Süleymaniye Camii