Sandro Veronesi: "Doğanın gücüne inanıyorum..."

"Hepimiz biliyoruz ki, gerçekte zaman bir yönü gösteren oktur. Ancak bunun bir romanda olmayabileceğini de biliyoruz. Kronolojik anlatım, bir roman yazarken diğerleri gibi bir seçimdir. Marco Carrera’nın hayatında ortaya çıkan trajik olaylar kronolojik bir anlatı içinde birbirine eklenmiş olsaydı, okuyucu için neredeyse katlanılmaz olurdu diye düşündüm. Tersine, zamanda ileri geri sıçrayarak, kayıplara daha iyi tahammül edilir."

08 Aralık 2022 19:33

Sandro Veronesi’nin 2020’de Strega Ödülü’ne değer görülen romanı Sinekkuşu 1960’ların sonunda başlayıp 2030’lara uzanan zaman diliminde, Marco Carrera’nın ve ailesinin üç kuşağını kapsayan hikâyesini ilişkiler, bağlar, kopuşlar ve trajik kayıplar üzerinden anlatıyor. Özel bir çabadan ziyade doğası gereği –tıpkı bir sinekkuşu gibi– sabitliğini koruyan Marco’nun yaşam yazgısını hikâyenin yazarı ile, Sandro Veronesi ile konuştuk.

***

Yükseköğreniminizi Floransa Üniversitesi’nde yaparak mimarlık okuyorsunuz ve aynı dönemde gazeteci olarak da çalışmaya başlıyorsunuz. Bu meslekler yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Mimarlık benim için hiçbir zaman bir meslek olmadı, sadece derinlemesine bir çalışma ve bir tutku oldu. Bir yazar olarak kimliğimi çok etkiledi, bana bir “kompozisyon”u kontrol etme araçları verdi. Mimarlık okumamış yazar arkadaşlarımın nasıl roman yazmayı başardıklarını anlamadığımı hep söylerim. Gazetecilik ise bir meslek ve benim yazar olarak yayımlanmamdan sonra geldi, onun bir sonucu olarak. Ama bu kendine özgü bir gazetecilik, sadece gazeteciliğin en asil parçası olduğunu söyleyelim – aciliyet, münhasırlık, ne pahasına olursa olsun haber sıkıntısı çekmeden. Edebi röportajlar ve kitap eleştirileri çoğunlukla. Bana dili daha az erdemli veya yaratıcı bir şekilde kullanmayı, şeylere daha fazla yapışmasını sağlamayı öğretti. Bir yazar olarak yararlandığım bir öğreti oldu.

İlk romanınızın 1988’de yayınlanmasıyla beraber Sinekkuşu romanınıza kadar son derece üretken bir şekilde yazmışsınız. Sinekkuşu’nun diğerlerinden farkının ne olmasını istediniz?

Sinekkuşu’nu yazmamın özel bir nedeni yok; belki de şu anda 60’ın üzerinde olmam ve bu bir bakıma işleri basitleştiriyor. Çünkü tereddüt etmek için fazla zaman kalmadı ve bu durumda cesaret etmeye karar vermek zorundasınız. Bu romanın zorluk katsayısı kuşkusuz ilk romanlarımdan daha yüksek ama bunu da doğal buluyorum. Kesinlikle bir akıl yürütme sonucu yazmadım: Her hikâye gibi geldi ve sadece ona “şeklini” vermek meselesi kaldı geriye.

Romanın başkarakteri Marco Carrera’nın ailesinden ve çevresinden kaynaklı büyük değişimleri okuyoruz ama Marco’nun hayatı tüm değişikliklere rağmen sabit. Ve Marco bir göz doktoru. Marco’yu neden bir göz doktoru yapmak istediniz? Çevresinde büyük değişimler olurken kendisinin nasıl sabit kaldığını görebilmesi için mi?

Hayır, sebep bu değil. Nitekim bu bakış açısıyla Marco Carrera’nın kendisini tehdit eden tehlikeleri değil, sadece başkalarını tehdit eden tehlikeleri gören bir göz doktoru olduğu gözlemlenmiş olurdu. Hayır, Marco Carrera bir göz doktoru, çünkü Jurj Zhivago bir göz doktoruydu ve tıp diploması için uzmanlık seçme eyleminde –bu romantik neden sebebiyle– onu etkiledi. Romanda geçerken söylenir. Benim için de aynı şey olduğuna karar verdim: Doktor Jivago’ya bir övgü.

Marco Cerrara’nın çevresindeki her şey önemli trajedilerle değişime uğrarken o –tıpkı bir sinekkuşu gibi– uçuyor görünmesine rağmen sabit. Onu neden trajediler yaşayan bir ailenin içinde var ederek sabitlediniz?

Marco’nun bu tavrı bilgisinin dışında. Sahada keşfeden biri olarak söylediklerinden, ifade ettiklerinden başka bir şey değil o. Sinekkuşu olduğunu bile bilmiyordu mesela – ya da en azından tüm bu sebeplerden dolayı ve gerçek anlamıyla bilmiyordu.

İntihar eden bir kız kardeş, başka bir ülkeye göç eden ve yıllarca suskun kalan bir erkek kardeş, mutsuz bir evlilik, mektuplarla sürdürülen platonik bir aşk ve Marco’yu derinden etkileyen bir kayıp... Yaşam ve ölüm arasında olup bitenler bireysel veya toplumsal olarak mercek altına nasıl alınırsa alınsın, trajik boyutlarıyla yaşamaktan kaçamamayı Sinekkuşu içerisinde oluşturduğunuz kronolojik yapıyla konuşmak isterim.

Sinekkuşu’nun yapısı, Marco Carrera’yı etkileyen olayları, hatta trajik olanları bile geliştirmek kronolojik hikâyeden çok uzaktır. Hepimiz biliyoruz ki, gerçekte zaman bir yönü gösteren oktur. Ancak bunun bir romanda olmayabileceğini de biliyoruz. Kronolojik anlatım, bir roman yazarken diğerleri gibi bir seçimdir. Marco Carrera’nın hayatında ortaya çıkan trajik olaylar kronolojik bir anlatı içinde birbirine eklenmiş olsaydı, okuyucu için neredeyse katlanılmaz olurdu diye düşündüm. Tersine, zamanda ileri geri sıçrayarak, kayıplara daha iyi tahammül edilir. Çünkü karakterler ölümden sonra kaybolmazlar, çünkü yeniden yüzeye çıkacakları önceki tüm yaşamları vardır onların. Aksi takdirde çok normal bir insan olan Marco Carrera’nın gerçekten anormal olan yanı, tam da bu trajik olaylara batmadan direnmek için “sahada” keşfettiği yeteneğidir: Ve hayatını kronolojik bir şekilde anlatarak bunu göze alamazdım. Bu duruma batacak olan okuyucular olabileceği için.

Romanın sonuna doğru, yaşlanan Marco kendini torunu Miraijin’i (Japoncada “geleceğin adamı”) yetiştirirken bulur. Çocuk adının hakkını vererek yaşar ve Marco için kurtarıcı bir güç haline gelir. Romandaki bu çocuk karakterle yeni kuşaklarla ilgili –özellikle de Z kuşağı ile ilgili– bir şeyler mi söylemek istediniz?

Beş çocuk dünyaya getirdim ve eğer beş çocuğum varsa, soy kavramına doğal, hatta coşkulu bir güvenim olduğu için. Onlar, çocuklar, babaları gömen sorunları çözecekler; onlar, çocuklar, babaların hayallerinde bile görmedikleri yerlere gidecekler; ya da (ve bu bizim zamanımıza biraz daha uyuyor) çocuklar, babalar gibi kötü davranmaktan vazgeçecekler. Buna, türlerin korunmasına ve değişen habitatlara uyum sağlamasına izin veren doğanın gücüne inandığım için inanıyorum. Bu nedenle, Sinekkuşu’nun sonunda, (gelecekte geçtiği için) ufku ileriye doğru hareket ettiren çocuk/oğlan/genç adamın katartik figürü eksik olamazdı.

Dünya son birkaç yılda olup bitenlerden sonra yenileniyor mu gerçekten ve edebiyat bu yenilenmelerden, değişimlerden nasıl etkilenecek? İleride nasıl hikâyeler okumaya başlayacağız sizce?

Sorun gelecekte hikâyeleri nasıl okuyacağımız değil, bence onları okuyup okumamamız da değil. Benim için sorun, edebiyatın nihayet dünyanın güçlüleri için biçimlendirici bir unsur olup olmayacağı. Yirmi, otuz ya da kırk yıl içinde dünyanın kaderine karar vermek zorunda olanlar, Denizler Altında 20.000 Fersah, Ulysses ve Anna Karenina’yı okusalardı keşke.

Sorun şu ki, edebiyat biz reşit olana kadar okuldaki en önemli derstir. Sonra aniden, hayatta ne yapacağınıza karar verdiğinizde ortadan kaybolur ve çok azımız için saf tutku olarak hayatta kalır. Bunun yerine, hükümette İlahi Komedya’ya ve Kafka’ya aşina insanlar olsaydı, her yerde olduğu gibi İtalya’da da daha iyi kanunların yazılacağına inanıyorum. Hiç böyle olmamış, bu nedenle yazarlar her zaman çok az sayılırlar – ve ütopya, gelecekte onların sayılacak olmasıdır.

Masanızda hangi kitaplar var, hangi kitapları okumayı tercih ediyorsunuz son zamanlarda?

Şu anda çok sevdiğim iki romanı okumayı yeni bitirdim: Marco Missiroli’nin İtalyanca “Avere tutto” ve Amerikalı Ken Kalfus’un “Two in the Morning in Little America”. Paolo Giordano’nun “Tazmanya”sına yeni başladım.

•