"Kalburun üstünde kalanlara kanon diyoruz, bir de o kalbura hiç girmeyenler, giremeyecekler, girmesi teklif dahi edilemeyecekler var. Kanonun ne olduğunu ve olmadığını anlamak için onların bize ne söylediğine kulak vermek gerekiyor..."
19 Mayıs 2022 12:27
"Her şey, her şey bulanıklaşmaya başladı, uzaklaşıyorlardı. Yanlarından bir gemi geçti düdüğünü öttürerek. Seyr-i Sefain’in Kırlangıç vapurunu bilmeyen var mı? Onun kendine özgü düdüğünü son kez duyuyordu. Yahudi çocuklar bağırmaya başladılar. 'Yere bat İstanbul, yere bat!'”
Ne az önce rıhtımda kendisini uğurlamaya gelen anne babasına çıkarıp fesini “terlik yaparsınız” diye veren Bedros ne o Yahudi çocuklar ne de diğerleri dönecekler bir daha İstanbul’a. Ne de Bedros gibi 20. yüzyılın hemen başında doğup 19’unda doğduğu kenti terk etmek zorunda kalan Şahan Şahnur. Roman boyunca olay yeri bir daha hiç İstanbul olmayacak, bir gemi güvertesinden bulanık resimler ya da Kırlangıç’ın bildik düdüğü şeklinde bile olsa. Şahnur’un Ricat’ı bu geri dönüşsüzlüğün romanı her şeyden çok. Kök saldığı yerden koparılmışlığın ve uzakta, çok uzakta yeni bir hayata başlamanın imkânsızlığının…
Affınıza sığınarak, K24’ün yazı çiziyle ilgili herkesi heyecanlandıracak ama sıra yazmaya gelince neyi, kimi, nasıl önereceği kaygısıyla soğuk terler döktürecek sorusuna cevaben Aras’ın bastığı bir kitaptan söz edeceğim. Boşa değil bildiğiniz yerden başlayın diye buyurması bilenlerin. Bana gelen çağrı notu, “Edebiyatımızda gerektiği kadar ilgi görmemiş, unutulmuş, görmezden gelinmiş, hak ettiği değeri bulmamış, (…) ama şimdi mutlaka hatırlanması ve okunması, kanona eklenmesi gereken bir kitap/yazar hakkında yazmanızı rica ediyoruz” diyordu. Edebiyatımızdaki muhayyel biz’in ne anlama geldiğini didiklemeyi ve kanonun hangi şartlarla oluştuğunu sorgulamayı bir yana bırakırsak, Sessiz Ricat da, yazarı da kriterlere pekâlâ uyuyor. Ermenicede durum farklı olsa da, Şahnur’un çok iyi bilip tek kelime yazmadığı Türkçede, biz onu 2016’da yayımladıktan sonra gerektiği kadar ilgi görmedi, unutuldu, görmezden gelinmese de görülmedi, hak ettiği değeri bulmadı zira. Bu da beni biraz üzüyor. O yüzden yazacağım.
Yeğern sonrasının fukara ve darmaduman Ermenice edebiyat ortamında tartışma yaratmış, çok beğenilmiş, çok eleştirilmiş, çok zaman dışlanmış ama edebiyat sevenlerin birbirine kulaktan kulağa ve fakat hararetle fısıldayarak tavsiye ettiği cevherlerinden biri olmuş Sessiz Ricat. Gücü de, zayıflığı da, muradını hançeresini yırtarcasına ifade etmesinden geliyor. Başarısı ise, ağır duygusal yüküne rağmen kendi kültür ortamı için son derece erken denebilecek bir pre-postmodern roman olmayı başarmasından. (Sessiz Ricat’ı 1929’da Paris’te yayımlayan Şahnur, sürrealistleri yakından takip etse de, “Onda yararlı ne varsa aldığını” ama sonra farklı bir yolda ilerlediğini söylüyor bir yerde.)
Ermenicesiyle Nahançı arants yerki’nin kahramanı Bedros, tıpkı yaratıcısı Şahan Şahnur gibi, 1922’de İstanbul’u terk ediyor, etmek zorunda kalıyor. Sebep Kuvvacıların Anadolu’daki askerî başarılarından, hele İzmir yangınından sonra İstanbul’da da bir etnik temizliğin yaşanacağı korkusudur. Anne babasını geride bırakır ve on binlerce insan gibi, bulabildiği ilk gemi nereye gidiyorsa oraya yollanır. Oysa gül gibi yaşayıp gidiyordur, gidecektir tarih başka türlü aksaydı. Ama o on beşine varmadan bir Felaket gelmiştir, sonra sağ kalanların umutlandığı, kaybedilen evin yeniden ev olacağına inanılan bir umut dönemi saman alevi gibi yanıp sönmüş, ardından da yeni bir karabasan belirmiştir ufukta. Böylece, otuz küsur sene sonra, 6 Eylül 1955 akşamı Karıncaların Günbatımı’nın Baret’inin yangınlarla kızıllaşan gökyüzüne bakıp göreceği kadim payitahtın siluetine Bedros güverteden son kez baktığında, artık geri dönemeyeceğini içten içe bilmektedir.
Sonrası, Paris’te bir hayattır. Olup bitenin, yaşanan şokun ve adına göç denen vurgunun yarattığı bir çıkışsızlık ve bu çıkışsızlığın getirdiği bir güvensizlik ve bu güvensizliğin getirdiği bir sevgisizlik ve bu sevgisizliğin getirdiği bir çaresizlik ve bu çaresizliğin getirdiği bir kıyıcılık. Kendisine ve herkese, her şeye karşı. Fransa kıyılarına vurmuş İstanbullu ya da taşralı kazazede neslin hikâyesidir Sessiz Ricat. Kılıç artıklarının iki savaş arası Avrupa işçi sınıfına dönüşmesinin, yaban bir diyarda tutunmak için debelenmesinin, hayata ve dünyaya karşı açlığının ve yenen darbenin ne olduğunu, onlara neler yaptığını idrak edememiş olmasının, idrak edemediğini hazmedememesinin. (Fransa’da geçen Ricat, aynı zamanda, “edebiyatımız”ın sınırlarının sadece dil olarak değil, coğrafi olarak da sandığımızdan daha geniş olduğunu imler gibidir.)
Şahan Şahnur bu kuşağın acısını birebir yaşadı. Bedros gibi evinden kovuldu, onun gibi ailesini ardında bıraktı, onun gibi öfkeliydi, onun gibi bir fotoğraf stüdyosunda çalıştı (İstanbul’da da yazı yazmanın yanında resimler, karikatürler yapıyordu, sanata yatkındı), onun gibi yıllar yılı ağır hastalıklarla boğuştu, onun gibi isyan etti, onun gibi âşık oldu, onun gibi kimliğiyle kıyasıya kavga etti, onun gibi arkadaşlarının hiçbirini görmek istemedi, onun gibi diline küstü, onun gibi kendini yeni bir dilde inşa etti. (Armen Lubin adıyla yazdıklarıyla Fransızca edebiyatta da parladı, ödüller kazandı. İlginçtir, Ermeniceyle sadece düzyazı, Fransızcayla sadece şiir yazacaktı. Neden?)
Âşık oldu dedim. Şahnur, Yeğern’in ardından gelen o kapkara göçmenliğin, insanın ayakları altındaki zeminin tümden kaymasının yarattığı etkiyi Sessiz Ricat’ta en çarpıcı haliyle bir aşk sahnesinde verir. Bedros artık Pierre olmuştur, olmaktadır. Güzel bir Fransız kadına, ona sevgisini vermeye hazır Nenette’e vurulmuştur ama sevme kapasitesini yitirmiş olduğundan o vurgunluk hem kendisine hem sevdiğine büyük acılar yaşatacaktır. Romantik, pardon, erotik bir anda, yatakta, Türkçe sözlüklerle anlatmaya kalkar içinde kabaran duyguları (roman gerçekliğinde Fransızca içinde Türkçe, metinde Ermenice içinde Türkçe kelimelerle).
“Evet şirinsin, iki kavrulmuşsun, mısır buğdayısın. Hayır, seni ilgilendirmez! Mısır buğdayısın, mısır buğdayı… Tercüme etmeyeceğim. Tercüme edemem. (…) Mısır buğdayı, bir yiyecektir ve… Yok, içinden çıkamayacağım.”
Çıkamaz. Üsküdar Yeni Mahalle Kabristan Sokak nere, Paris’in Grands Boulevards’ı nere… Bazı şeyler anlatılamaz, anlatılamadıkça Bedros/Pierre’in iç haritasında bir yerler kanar. Bedros-Nenette dünyalarının farklılığını vurgulayacak bir biyografik not olarak, Şahnur’un 1921’de, on sekiz yaşındayken, yani hâlâ İstanbul’dayken, 1915’te öldürülen Ermeni aydınların yaşamöykülerini derlemeye çalışan dayısı, ünlü salnameci Teotig’e (Teotoros Lapçinciyan) yardım ettiğini hatırlayalım. Sofia Coppola’nın Lost in Translation’ı türünden bir çeviride kaybolanlar meselesi değildir mevzu. Yitip giden sadece dil değil, dünya ve üzerindeki her şeydir, bütün bir anlamlar manzumesidir. Ricat’ın alt başlığının “Resimli Ermeni Tarihi” olması boşa değildir, dün daha yaşanamadan tarih olmuştur.
Romanda tıpkı Bedros/Pierre gibi derdini anlatamayan bir yan karakterin, lokum gibi güzel bir çocuk olduğu için adına Ermenicede Lokhum denen Zareh’in hikâyesi de tokat gibi çarpar insanın yüzüne. “Evi burası, bu fabrikalar olmadığı” için gerçek evine, İstanbul’a, anne babasının yanına dönmek istemektedir, ancak göçmenlik statüsü doğduğu yere dönmesine izin vermez. Bunun üzerine Sovyetler Birliği elçiliğine başvurup, tam da komünist propagandanın vaaz ettiği gibi “bataklıkları kurutup su yolları açmak, Ararat’ı görüp onu solumak için” Ermenistan’a gitmek istediğini söyler, reddedilir. Sonunda Türk elçiliğine gider, “Üstünde hilal olan bayrağı, onların harflerini görünce iyice kendinden geçer”, ancak cevap değişmez. Sonunda “Annesinin ölüm döşeğinde olduğunu, öleceğini, kendisinin de hasta olduğunu, sinir krizleri geçirdiğini, geleceğini mahvetmemelerini söyler... Küfretmeye, haykırmaya, beddua etmeye başlar. Onu dışarı atabilmek için üzerine birkaç kişi birden çullanmak zorunda kalır.” Sonrası, en sonrası, bin bir zorlukla İstanbul’dan kalkıp ona bakmak için ta Paris’e gelen annesiyle yan yana geldiğinde, onu tanıyamayacak kadar çıldırmasıdır. Kavuşmak da imkânsızdır.
Kalburun üstünde kalanlara kanon diyoruz, bir de o kalbura hiç girmeyenler, giremeyecekler, girmesi teklif dahi edilemeyecekler var. Kanonun ne olduğunu ve olmadığını anlamak için onların bize ne söylediğine kulak vermek gerekiyor. Sessiz Ricat 2016’da Türkçede yayımlandı, ses getirmedi. Yayıncı olarak biz de başarısızdık, kapağı kötüydü, onu iyi anlatamadık. İlginçtir, yine de ilk baskısı tükendi. Şimdi yeni bir kapakla yeniden yayına hazırlıyoruz onu. Orada bize, kendimize bakmamızın yolu olabilecek, okuyup tartışırsak bize kim bilir neler düşündürebilecek kat kat kabuklu bir roman var. Tekinsiz, çetin ceviz ama okunmayı bekliyor. Türkiye dışında, Paris’te, Türkçe dışında bir dilde, Ermeniceyle yazıldı, ama kendisini ararken, kendisine ne olduğunu anlamaya çalışırken, bizi de, bize ne olduğunu da anlatıyor. Ona, tıpkı Biberyan ya da Yesayan gibi hakkı olan yeri verebilirsek, belki kendimizi anlamaya biraz daha yaklaşabiliriz. Belki o zaman sıra Şahnur’un diğer eserlerine gelir, hatta onunla birlikte Paris’te, ne tesadüf, Menk yani “Biz” adıyla kurdukları dergide, bin bir farklı anlamla yüklü soykırım sonrası koşullarda yeni edebi yollar arayan Nışan Beşiktaşlıyan, Ğevont Meloyan, Nigoğos Sarafyan, Püzant Topalyan, Zareh Vorpuni, Vazken Şuşanyan, Şavarş Nartuni ve diğerleri gibi isimlere de. Kim bilir…
•