"Gılgamış hikâyesi 4.000 yıl önce bir Mezopotamyalıya ne diyorsa, aslında bugün bize, ya da gelecekte bunu okuyanlara da aynı şeyi söylüyor. Ne yaparsan yap, ölümden kaçamazsın! Bu kadim metin birkaç şey daha söylüyor. Kaçınılmaz olandan korkmanın beyhudeliği hakkında bir şeyler. Gelecekte bir yerlerde bizi bekleyen doğal bir sondan kaçmanın bugünü mahvettiğine, bugünü yaşanmaz kıldığına dair bir şeyler..."
08 Aralık 2022 20:03
Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı kült kitabında, mitolojik hikâyelerdeki kahramanların benzer bir örüntüyü izlediklerini söyler. Kahraman olağan dünyadan çıkıp doğaüstü tuhaflıklar bölgesine doğru ilerler. Burada başından çeşitli maceralar geçer ve tüm bunlardan sonra olgunlaşarak başladığı yere geri döner. Başladığı yere dönmek önemlidir. Zira gelişim ancak başlanılan yerde açığa çıkar. Maceraya atılan ya da atılmak zorunda kalan toy zihin yolculuğun başladığı yere geri döndüğünde gerçekte nereye vardığını anlar. Farklı biridir artık o. Hedefe ulaşmak için çıktığı bu yolculuk, tam da bittiği noktada hedefin kendisi olmuştur.
Mitolojik hikâyeler her daim fiziksel bir yolculuk içerse dahi, gerçekte kahramanın esas yolculuğu (belki de tüm yolculuklar gibi) kendi zihnine doğrudur. O yüzden fiziksel olduğu düşünülen her zafer aslında psikolojiktir. Bütün mitler insanın anlam arayışının, bu uğurda çıktığı nafile yolculukların ve sorduğu sayısız cevapsız kalan sorunun kültürel dışavurumlarıdır. İnsan kendi kurduğu hikâyenin labirentinin kurbanıdır. Ya da diğer bir deyişle, insan, bir anlamda dilinin kurbanıdır. Zira yolculuklar kelimelerle yapılır ve yine onlarla kayıt altına alınır.
Genel kabul mitolojilerin kolektif bilinçdışımız hakkında bize bir şeyler söylediğidir. Unutmak istediğimiz, korktuğumuz, bastırdığımız her şey o hikâyelerde ortaya çıkar. Büyük bir ailenin parçası olduğumuzu bize onlar hatırlatır. Bugün korktuğumuz her şeyden dün de korkuyorduk ve yarın da korkmaya devam edeceğiz. O zaman belki de soruna farklı yaklaşmalıyız. Zira kültürel olarak reddettiğimiz ve aslında biyolojimizin birer parçası olan her türlü tutkularımız mitoslar kanalıyla karşımıza çıkmaktadır.
Edebiyat tarihinin ilk büyük eseri kabul edilen ve yaklaşık 4.000 yıllık bir tarihe sahip olan Gılgamış Destanı insanın en büyük çaresizliğini ya da en büyük korkusunu anlatır. İlyada’dan bin yıl önce kil tabletlere çivi yazısıyla yazılmıştır ve dilinin şaşırtıcı güzelliği, konusunun seçkinliği, cesareti ve evrenselliğiyle bilinen en eski edebi metindir. Sümer Uruk Kralı Gılgamış’ın trajedisidir anlatılan. Yaklaşık üç bin diziden oluştuğu tahmin edilmektedir. Günümüze ancak üçte ikisi ulaşabilmiştir. Ancak şans eseri, elimize ulaşan kısımlar hikâyenin seyrini yeterince anlamamızı sağlar. Tarihte gerçekten yaşadığı bilinen Uruk kenti hükümdarı Gılgamış’ın ölümsüzlüğü arayışı, tüm insanlığın ölüm karşısındaki travmasını sembolize eder. Çünkü düşüncenin tahayyül edemeyeceği tek şey kendi yok oluşudur.
Bazı Asur araştırmacıları ilk başlarda bu destanın ulusal bir destan olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak günümüzde Gılgamış’ın macerası asla yerel bir hikâye olarak görülmemekte, bu ilginç hikâye bir ulusun kuruluşu ya da o ulusun tarihinden bir kesit değil, bir insanın faniliğinden kaçmak için yaptığı beyhude arayış olarak değerlendirilmekte. Anlattığı şanlı maceralar, özellikle şöhret arzusu, aşk sarhoşluğu ve ölüm korkusu olmak üzere bireysel insani açmazlar metni tam anlamıyla zamansız kılıyor. Gılgamış’ın öyküsünde anlatılan duygusal mücadeleler, kolektif bir grubun değil, bireyin mücadelesi. Zamansız temaları arasında doğa ve medeniyet arasındaki çatışma, insanlar arasındaki dostluk, tanrıların, kralların ve ölümlülerin evrendeki yeri ve gücün kötüye kullanılması yer almakta. Ancak bunların yanında elbette ölüm ve ondan kaçma çabası ana tema.
Ancak burada sıralamayı şaşırmayalım. Zira bu mitik hikâyenin önemli bir teması ölümse, diğeri de aşk. Gılgamış ölümü bilmeden önce aşkı bilmiştir. Uruk kralı Gılgamış ve ovaların vahşi adamı Enkidu, güçlerini her birinin hayatını değiştirmeye mahkûm olan bir dostlukla birleştirirler. Elbette homofobi ve paranoya ile karakterize edilen modern dünyada, birçok kişi iki erkek arasında böylesine özel bir dostluğa kuşkuyla bakacaktır. Ancak tam burada Gılgamış’ın Enkidu’yla yaşadığı büyük dönüşüme geçmeden önce, ki burası onun bireyleşme sürecinin başlangıcıdır aynı zamanda, Carl G. Jung’un psişe hakkında söylediklerine bakmak yerinde olacak.
Gılgamış'ı avlanırken Gösteren bir rölyef (M.Ö. 2250 — 1900). Gılgamış Destanında VI. tablette tasvir edilen bir sahne.
Jung’a göre, insan psişesini (zihni, kişiliği), bilinç ve bilinçdışı olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Benliğe ulaşmanın ya da “kendini gerçekleştirme”nin yolu bilinç ve bilinçdışımızın katmanlarını anlayıp onlarla uyum içinde olmaktan geçmektedir. Jung’un yaklaşımında “bireyleşme” denilen olgu tek, homojen bir varlık olmayı, insanın bir bütün olarak kendisi olmasını ifade eder. Tamlık vurgusu vardır burada. Gılgamış, tanrılar tarafından kendisinin bir karşıtı olarak yaratılmış Enkidu’yu gördüğünde eksik parçasını bulur. Aşk onu tamlaştıracaktır. Bilinç ve bilinçdışı ya da diğer bir deyişle bilgi ve öznesiz bilgi birleşecektir artık.
Yine Jung ortaya attığı arketip kavramını, ırk veya cinsiyete bağlı olmadan kolektif bilinçdışında doğuştan yer alıp içgüdüsel olarak, özellikle de fantezi ve rüyalarda ortaya çıkan evrensel düşünce ve davranış kalıplarını tanımlamak için kullanmakta. Bu arketipler, kolektif bilinçdışından metinlere bilinçli ya da bilinçsizce aktarılmışlardır. Jung’un özellikle üzerinde durduğu dört arketip olan persona, gölge, anima ve animusGılgamış Destanı’nda açıkça görülmektedir. Gılgamış persona’nın kendisidir. Zalimdir ama yasayı ve uygarlığı sembolize etmektedir. Ormandan ve vahşi hayattan gelen Enkidu ise Gılgamış’ın gölge yanını temsil eder. Onun bir çeşit alter ego’sudur. Gılgamış’ın içindeki anima’yı, hayvani yönü yansıtmaktadır. Aşkları iseanimus’tur.
Hikâyeyi kısaca özetleyecek olursak, tanrılar Enkidu’yu zalim Kral Gılgamış’ı yok etmesi için yaratmıştır. Zira üçte ikisi insan, üçte biri tanrı olan, etrafa korku salan güçlü ve heybetli Kral Gılgamış’ın kötü bir huyu vardır, evliliklerde gerdek gecesine ilk o girmek istemektedir. Bu durum halkını çok rahatsız etmekte ve herkes ondan kurtulmak için tanrılara yakarmaktadır. Tanrılar sonunda bu yakarışa kayıtsız kalamazlar ve azman bir vahşi olan Enkidu’yu yaratırlar. Enkidu ormanda yaşamaya başlar, hayvanlarla konuşur, avcıların kurduğu tuzakları bozar. Aç kalan avcılardan biri durumu Gılgamış’a anlatır. Bir taraftan da bunun Gılgamış’ı yok edecek olan beklenen kişi olduğunu da bilir. Gılgamış avcının yanına cariyelerinden birini verir. Avcı, kadını Enkidu’ya götürür. Ormanda yaşayan vahşi ve kıllı Enkidu, bu kadın sayesinde insan olmayı ve medeniyeti keşfedecektir. Enkidu’nun kadına duyduğu ilgi ve alaka onu ormandan medeniyetin başladığı yere, kente çekecektir. Gılgamış’ın karşısına çıktığında Enkidu artık başka biridir. Çılgınca bir kavgaya tutuşurlar. Ama ikisi de galip gelemez. Bir süre sonra yoruldukları için ayrılırlar. Bu andan sonra güçlerini birleştirmeye ve sonsuza kadar arkadaş olmaya, birlikte şan ve şöhret peşinde koşmaya karar verirler. Sedir Ormanı’na gidip oranın koruyucusu canavar Humbaba’yı öldürdükten sonra namları yayılmaya başlayacaktır.
Bundan sonra Gılgamış aşk ve savaş tanrıçası İnanna’ın evlenme teklifini reddedince onun öfkesini üzerlerine çeker. İki arkadaş, İnanna’ın onları cezalandırmak için gönderdiği Gök Boğasını öldürürler. Artık hadlerini iyice aşmışlardır. Bu durum Enkidu’nun ölüm fermanını hazırlar. Tanrılar onun canını alırlar.
Gılgamış’ın Enkidu’nun ölümünün ardından duyduğu yoğun acı, insanın doğayla yaptığı en büyük savaşı hatırlatacaktır ona. Enkidu’nun kaybına kendi ölümlülüğünün farkına varmış olmak eklenecektir. Bu farkındalığın, bilmenin dehşeti bundan sonraki tüm hayatını esir alacaktır. Enkidu ölebiliyorsa, kendisi de bir gün ölecektir. Gılgamış için artık tamlık bozulmuştur. Ölümün dehşetiyle irkilen ve yarım kalan Gılgamış, artık ölümsüzlüğün peşine düşecektir. Ebedi hayatın sırrını bilen yegâne kişi olan Utnapiştim’in yanına gitmeye çalışır. Kolay değildir ama bu. Denizleri ve dağları aşar, türlü tehlikeleri atlatır. En sonunda ulaşır ona. Utnapiştim ve karısı ölümsüzlükle ödüllendirilmiştir. Utnapiştim kendi ölümsüzlüğünün tanrılar tarafından bahşedildiğini söyler, insanın ölüm karşısında çaresiz olduğunu anlatır Gılgamış’a. Ancak Gılgamış ölümü yenme arzusunda kararlıdır, fakat Utnapiştim’in ona yaptığı uyku testini geçemez. Ölümsüz olmak için önce uyumamayı öğrenmelidir, ancak Gılgamış hemen uykuya dalar. Uyandığında çok üzgündür. Hemen Utnapiştim’e kendisinin ölümsüzlüğü nasıl kazandığını sorar. Utnapiştim’in hikâyesi klasik tufan hikâyesidir. Yeryüzündeki hayata son verecek olan tanrılar ondan bir gemi yapmasını ve her canlıdan bir çifti bu gemiye almasını istemişlerdir. Sonra tufan başlar. Tüm canlılar ölür, bir tek gemidekiler hayatta kalır. Bu emiri yerine getiren Utnapiştim ve karısı ise ölümsüzlükle ödüllendirilmiştir. Bunları duyan Gılgamış iyice yıkılır. Gerçekle yüzleşip kaderine teslim olur. Keder içinde evine dönecekken Utnapiştim ve karısı onun haline üzülüp, sana ölümsüzlüğü veremedik ama eğer bulabilirsen sonsuz gençlik otunun yerini söyleyelim, derler. Gılgamış onlardan aldığı tarifle sonsuz gençlik otunun olduğu yere gider ve otu alır. Artık mutludur. Ölümsüzlüğü bulamamış ama gençlik otunu almıştır. Ancak dönüş yolunda bir su kenarında temizlenirken heybesindeki gençlik otunu bir yılan ondan çalar. Gılgamış yıkılmış bir halde evine döndüğünde, tüm hikâyesini oradakilere anlatır. Büyük maceralar ve büyük yıkımlar yaşamıştır. Bunlar unutulmamalıdır. Yazmanlar Gılgamış’ın hikâyesini sonraki nesiller de bilsinler diye kil tabletlere yazmaya başlarlar.
Kral Gılgamış’ın hikâyesini kısaca böyle özetleyebiliriz. Destanın Yunanlılardan İbranilere kadar etkileme alanı o kadar geniş olmuştur ki, kutsal metinlerin içinde bile destandan motifler vardır. Gılgamış’ın hikâyesinin yazıya geçirilmeden önce, farklı kültürlerde sözlü gelenekte uzun süre anlatıldığı düşünülmekte. Günümüzde destan birçok farklı edebi metin ve görsel sanat formunda karşımıza çıkıyor. Dilimize de çevrilen Ünlü Asurbilimci Jean Bottéro’nun dipnotlarla zenginleştirdiği metin alanın önemli çalışmalarından. İsmail Gezgin’in Gılgamış okumaları üzerine yazdığı kitapları da meraklı okurlar için ufuk açıcı gerçekten.
Peki biz bugün Gılgamış’ı değişik formlarda okurken ya da klasik metni destan ya da mitologya içinde değerlendirirken, eski Mezopotamya’da bu hikâye nasıl okunuyordu acaba? Modern insanlar için mit olan bir hikâye eski insanlar için ne anlama gelmekteydi? Belki de modern insanlar için mit olarak değerlendirilen bir hikâye, eski insanlar için bizatihi gerçeğin kendisiydi. Bu konuda Sümerlere baktığımızda, bu tip destanların veya retoriklerin namkuzu adıyla bilinmekte olduğunu görüyoruz. Akadçada ise nemegu diye geçmekte. Bu kavram her iki kültürde de arı, saf bilgi anlamına geliyor. Bazı çevirilerde ise sırrın bilgisi olarak geçmekte. O dönemde Mezopotamyalı biri için tanrısal âlemle ilgili nesilden nesile aktarılan hikâyeler bir sırrın ifşası aslında. Kadim bir gerçeğin aktarılması. Peki, bu gerçek ya da sır neydi?
Gılgamış hikâyesi 4.000 yıl önce bir Mezopotamyalıya ne diyorsa, aslında bugün bize, ya da gelecekte bunu okuyanlara da aynı şeyi söylüyor. Ne yaparsan yap, ölümden kaçamazsın! İster yenilmez bir kahraman ol, dünyanın en büyük kralı ol, ister yarı tanrı yarı insan ol, ne kadar uğraşsan da ölüm seni alt edecek. Bu haklı ve kaçınılmaz denklemi böyle kurduktan sonra bu kadim metin birkaç şey daha söylüyor. Kaçınılmaz olandan korkmanın beyhudeliği hakkında bir şeyler. Gelecekte bir yerlerde bizi bekleyen doğal bir sondan kaçmanın bugünü mahvettiğine, bugünü yaşanmaz kıldığına dair bir şeyler...
Gılgamış muhtemelen efsanevi bir kral veya antik dünyada canavarları öldüren bir kahraman hakkında popüler hikâyelerin dağınık bir koleksiyonu olarak tarih sahnesine çıktı. Daha sonra bu hikâyeler, ölüm, dostluk, aşk, varoluşsal arayışlar ve insanlar ile insanlardan daha büyük güçler arasındaki ilişkiler gibi görkemli temalar üzerinde geçişler yapan tek bir anlatıda birleştirildi. Ve bu kadim hikâye çok farklı kültürlerde inanılmaz bir popülerlik kazandı. Babil’den Akadçaya, Hititçeye, Yunancaya ve Latinceye kadar birçok dilde ve biçimde yeniden üretildi.
Ölmek istemeyen, ölümü kabul edemeyen sıradışı bir insanın olağanüstü serüvenlerinde kendi çaresizliğimizin izlerini bulabiliyoruz. Hepimizi bekleyen ölümcül kadere razı olamasak da, en azından onunla uzlaşmamız gerektiğini anlıyoruz. Bu ölümsüz şaheser ve muhteşem metin bize yüzyıllar öncesinden, içinde bulunduğumuz ânı yaşamanın önemini fısıldıyor sanki. Belki de ona kayıtsız kalmamalıyız.
•
GİRİŞ RESMİ:
Gılgamış ile Enkidu ormanda birlikte savaşırlarken. M.Ö. 19-17. yüzyıllar, Berlin Müzesi.