Son Adım, Kafka’nın Mesih aforizmasına, bu topraklardan, bu topraklara yayılmış kıyamet içinden verilen uzun ve güçlü bir karşılıktır
24 Ocak 2019 11:00
Ayhan Geçgin’in Son Adım’ı üzerine bir makale yazmıştım. Sonra, Gençlik Düşü’ne de gönderme yaptığım kısa bir yazı. Sanırım bilgisayarımda metinleri üzerine yaklaşık 20-30 sayfa kadar daha notum vardır. Son Adım’ın erken okurlarından değilim. Bu romanını da diğerleriyle birlikte 2017’nin ortalarında okudum. Heyecan verici bir karşılaşmaydı, pek çok okuru için olduğu gibi. O günden bu yana, sürekli gündemimde olmasa da, alttan alta düşünmeyi hep sürdürdüm, üstelik bazen istemesem de, düşünmekten çok sıkılmış olsam da. Hakkında yazılanları, Geçgin’le yapılmış röportajları okudum. Ama beni tatmin etmeyen bir şey vardı. Anlaşılmadan kalan, söylenmemiş, etrafında dolaşılmış bir şey. Yanlış olmayan ama eksik kalan. O kadar notu alırken, özellikle Son Adım’ı yeniden okumayı sürdürürken, anlamış gibi yaptığım bir şey. Yaşamın çağrısı, dürtüsel ataklar, “şey” deyip geçtiğim(iz)… Ama içimden bir ses bu numarayı yutmadığını kulağıma fısıldayıp durdu; ara ara kulaklarımı tıkasam da, hiç vazgeçmedi. Metin güçlüydü ve kendini dayatıyordu işte. Biraz şuna benzer bir okuma deneyimi:
Tuhaf diyorsun, bir şeyler oluyor ama sanki sen ne olduğunu anlayamıyor, kavrayamıyorsun. İçinde bir şey kımıldıyor. Çok, çok gerilerden gelen soluk, hafif, belli belirsiz ama güçlü bir şey: düşüncelerinin sise gömülmüş ayrımsız çevriminin içinden bir anlığına, cılızca, zayıfça, titrekçe çıkıp gerisin geriye gömülüyor. Kafan ağırlaşıyor, öne düşüyor. Bir şey diye aklından geçiyor. Ama nedir bu?[1]
Metindeki “sen anlatıcı”nın çifte işlevinin olduğu düşünülebilir kuşkusuz: Alisan’ı Alisan’a anlatırken, aynı anda “tanımı gereği”, kaçınılmaz olarak okura da sesleniyor. İstediğimiz kadar, “bana söylemiyor” diyelim, tek tek her birimize de söylüyor işte. Üstelik sürekli “sen, sen, sen” diyen bir anlatıcı sesin, “ben değilim, ben değilim, ben değilim” deseniz de, üzerinizde ister istemez bir telkin gücü olacağını kabul etmek gerek; yine, tanımı gereği. Söylemsel bir klişeyi yinelemeyi göze alarak şunu belirtmeli: Her biriniz Alisan’sınız; her biriniz sonun bir türlü gelmediği, felaketin büyük gürültülerle yeri göğü inletmediği, usulca, yavaş yavaş yaşamınızın yerini alan felaket/kıyamet içinde yaşıyorsunuz, ama daha önemlisi, her birinizin içinde Alisan’da olan o “tüm sonlarla tüm başları iç içe geçiren küçük, ölümsüz tohum, bir incir çekirdiği”[2] var, diyen bir ses bu. “Sen anlatıcı” biraz da bunun için tercih edilmiş olmalı.
Peki, nedir şu Alisan’ın içindeki “ölümsüz tohum”? “Ortaya çıkmak, dile gelmek, belirmek isteyen”, “bedeninde kan gibi dolaşan, çeperlere baskı yapan”[3] şey, nedir? Yavaş yavaş, ayaklardan başlayarak yayılıyormuş gibi başa kadar yükselen ürperti, keyif veren akıntının kaynağı nedir?[4] Acaba AlİSAn’ın adında gizlenmiş, hatta apaçık orada duruyor olabilir mi bu şey? “İsa” olabilir mi mesela? Tanpınar üzerine çalışırken, gecenin bir yarısı Gnostiklerin İsa anlayışını okurken geldi aklıma bu. Kalp çarpıntılarıyla... Daha önce nasıl olup da aklıma gelmediğine, gözümün önünde duranı nasıl olup da görmediğime şaşarak. Çevresinde dönüp durduğumuz bu olabilir miydi? Acaba bir Mesih hikâyesi miydi anlatılan? “Yitik”, “işlevsiz” bir Mesih? En son anda, ağır işkencelerden sonra, tam da ölümden önce açılan bir üçüncü göz, buna mı işaretti? “Olmuş, olup duran, ama olup durmasına rağmen başa hiç gelmeyen: yavan felaket, yavanlaşmış felaket”[5] içine, değişmez bir şimdi olarak toprağın üzerine yayılmış, süreklilik kazanmış bir kıyamet içine, “artık gelmesine gerek kalmadığında” gelen ve öldürülmesinden biraz önce gelişinin farkına varan bir Mesih?
Kavramak istediğiniz bir metne fazlaca kapandığınızda, üzerine fazlaca akıl yorduğunuzda, o yorulan aklınızla aşırı yorum yapabilir, paranoyak bir okura dönüşebilirsiniz kuşkusuz. Bu risk hep var. Ben de ertesi günlerde aşırı yorum yapmış olabileceğimi düşündüm, yazmaya çekindim, ara ara kendimle dalga geçtim, “daha neler” dedim. Ta ki, Ayhan Geçgin Almanyalardan yardımıma koşana kadar. Geçgin’in geçen hafta K24’te yayımlanan “Edebiyat, Kriz” yazısı, Kafka’nın bir aforizmasıyla, “Mesih gelecek ama yalnızca gelmesine gerek kalmadığında gelecek, gelişinden bir gün sonra gelecek, son günde değil, en son günde gelecek” sözleriyle bitiyor. Son Adım’da olan da buydu işte. Alisan hücresinde yatarken, tavanda ilerleyen altın damlayı görüyor ve o altın damla alnının ortasına düşüyordu; üçüncü gözün—bilimdeki adıyla, beynin ortasında bulunan küçücük “epifiz bezi”nin—etkinliğinin en yüksek olduğu gece saatlerinde koltukta otururken olduğu gibi bir sanrı değildi artık bu. “Düşmüş gibi” olmuyordu. Damla—hem de altın—gerçekten Alisan’ın alnının ortasına düşüyordu. O uykusuz gecelerde varlığını hep hissettiği ama kırpıştırıp durmaktan öteye gidemediği üçüncü göz, nihayet ardına kadar açılıyordu. Çıkması gereken ve “İsa Mesih” fikriyle simgelenmiş güç, bedensel ıstırap aşamalarından sonra açığa çıkıyordu: “Birden boşlukta altın bir damla beliriyor. Tavandan düşüp yol boyunca ışıldayarak alnının ortasına damlıyor. Alnındaki ıslaklığı duyuyorsun. Evet, diyorsun, evet, ama seni daha önce de hissettim. Hep biliyordum, bedenimde dolandığını hep duyuyordum, zihnimde dolaştığını hep hissediyordum. Üçüncü göz dedikleri bu mu?”. [6]
İsa’nın çarmıha gerildiğinde 33-35 yaşları arasında olduğu söyleniyor. Alisan da 34-35 yaşlarında: “Geçen ayın yirmi dördünde otuz dört yaşına bastın”[7]. Çoğunlukla, epifiz bezinin etkinliğinin en yüksek olduğu gece saatlerinde, Alisan birtakım esrime atakları yaşıyor:
Bir esinti açık pencerelerden içeri girip salonun içinden yumuşakça geçiyor, senin de içinden geçiyor. Düşüncelerinin gerisinde bir yerde ya da bedenin -ya da öyle bir yer varsa, bedenle düşüncelerin birbirine dokunduğu yerde- bir şey bir an –bu kez- havalanırcasına, bir esinti, kanatlı bir şey gibi beliriyor. Belirip yükselir gibi oluyor, sonra sönüyor.[8]
Romanın sonlarına yakın, Bindağ’da:
Başına bazen kan hücum ediyor ya da ateş. Başına ateş hücum ediyor, o bildiğin sarhoşluk benzeri duygu başını karıncalandırarak seni sarıyor. Tam göğsünün ortasından başlıyor, parmak uçlarına, kamına, ense köküne yayılıyor. Ama tanı olarak sarhoşluk sayılmaz bu, coşku vermiyor, seni harekete geçirmiyor, aksine sessizlik içinde kımıltısız kalmana neden oluyor. Sen kımıltısız dururken sanki sıvıdan gümüş renkli bir yılan kıvrılarak içinde dolaşıyor. Başını dik tutmakta zorlanıyorsun.[9]
“Sıvı yılan” imgesini bu bağlamda araştırırken karşıma, “kundalini enerjisi”ni temsil eden yılan imgesi çıktı: Kundalini enerjisi, cinsel enerjiyi de içeren yaşam enerjisi anlamına geliyor aslında. Kuyruk sokumunda kıvrılmış uyuyan bir yılan şeklinde sembolize ediliyor. “İnsanlığın büyük çoğunluğunda bu Gizli Ateşi veya benlik şuurunu özgür bir şekilde açığa çıkaran enerji, omuriliğin dibinde bir yılan gibi kıvrılmış uykuda” bekliyor. Ayrıca kundalini, “fiziksel bedende geçici bir Can Enerjisi zayıflaması sonucunda” yükseliyor; “bundan dolayı birçok ruhsal uyanışlar büyük fiziksel stresler, hastalıklar veya ölüme yakın deneyimler yaşandığında” ortaya çıkıyor.[10]
Biliyoruz, Son Adım’da, kuyruk sokumundan başlayan ürpermelerden, titremelerden söz ediliyor sık sık: “Kendinde adlandıramadığın bir şeyi, kuyruk sokumundan ensene kadar yükselen bir titremeyle kendini hissettiren bir gücü hissediyordun”[11] ya da “Kuyruk sokumundan yukarıya heyecan verici bir titreme yükseliyor. Demek öyle, diye mırıldanıyorsun, demek öyle, şimdi anlıyorum, şimdi anlamaya başlıyorum”.[12] Ateşle simgelenen yaşam enerjisi, “uyuyan yılan” kundalini uyandırıldığında, spiral hareketlerle yukarı doğru yükselir, bu hareket de beden içinde ateşin hareketine benzetilir. Üçüncü göz ve kundalini yılanı, elbette İsa Mesih’in sonuna kadar aktifleştirebildiği, uyandırabildiği enerjiler. İsa’nın kundalini enerjisini aktifleştiğinde mucizelerini gerçekleştirdiğine inanılıyor örneğin. Alisan’ın yılanı da bedende hissedilen “ateş” aracılığıyla varlığını hep duyursa da, o “can enerjisi zayıflaması” sonrası, “büyük fiziksel stres” sonrası etkisini artırıp “ölüme yakın deneyim”de, yani o son yürüyüşte, üçüncü gözle birlikte bütünüyle uyanıyor: “Zaman yavaşlıyor. Ama hayır zaman yavaşlamıyor, zaman şimdi yerine oturuyor. Duyuların keskinleşiyor, berraklaşıyor [...] Aklından geçen şeyler sayısız, ama hiç de karmaşa içinde değil. Her birini izleme gücünü içinde duyuyorsun. Nereye kadar uzanıyorlar? Yeryüzüne, yeryüzünün çizgilerine karışıp sürüyorlar. Şimdi aklından geçenler, hislerin nerede bitiyor, yeryüzü nerede başlıyor, emin değilsin”.[13]
Tüm bunlar ışığında, Son Adım romanındaki bazı imgeler, tekrarlayan esrime nöbetleri, alına düşen altın damlalar, Alisan’ın Kader’le yaşadığı ilişki vs. başka bir gözle, yeniden yorumlanabilir, üzerine pek çok şey yazılabilir. Ama açıkçası bu yorumun kitaba yönelik diğer olası yorumları, metnin çokkatmanlılığını domine etmesinden, buna engel olacak o incelikli üslubu tutturamamaktan, hızımı alamamaktan korkuyorum. Zira ne zaman İsa miti üzerine ya da psişik enerjiler üzerine bir şeyler okusam, kitapla—hatta diğer kitaplarıyla da— bir bağlantı kuruyorum. Geçgin’in tüm metinleri, bu bağlantıdan yola çıkılarak yorumlanabilir—Kenarda romanında bir “İs” vardı mesela. Bu güçlü göndermenin, Geçgin romanlarını yeniden okuma ve üzerine düşünme sürecinde göz ardı edilemeyecek bir nokta olduğunu, olması gerektiğini düşünüyorum.
En azından şimdilik, şöyle bitirelim o hâlde: Son Adım, Kafka’nın Mesih aforizmasına, bu topraklardan, bu topraklara yayılmış kıyamet içinden verilen uzun ve güçlü bir karşılıktır. Ve bu karşılık, tüm karamsarlığına rağmen, içinde “hiçten biraz fazla” ama “büyüleyici bir fazla”[14] taşımasıyla umut dolu, yaşam dolu bir karşılıktır.