1915 yazında ailesiyle birlikte bir ölüm yolculuğuna çıkarılan on dört yaşındaki Vahram ve yıllar sonra babasının defterini keşfeden yazar Janine Altounian… Geri Dönüşü Yok, travmanın kuşaktan kuşağa aktarılışını işliyor
19 Mart 2015 02:09
Öykü yazınının en usta isimlerinden Alice Munro'nun haklı olarak dönüp dolaşıp geri geldiği temalardan birisi de zaman içinde kuşaklar arasında açılan- ve kolay kolay kapanmayan- kaçınılmaz uçurum. Sadece anne ve kızı değil üstelik birbirinden bunca başka olan, bir kadının gençliği ve yaşlılığı arasında da dağlar kadar fark olabiliyor. En tuhafı, karşımızdaki insanları zamanda tektipleştiriyoruz. Sanki babamız yirmi yıl önce de, hatta ve hatta baba olmadan önce de aynı insanmış (muhafazakâr, esprili, gergin, uçarı, vb.) gibi bir yanılgıyı çok kolay benimsiyoruz. Boşuna hafıza-i beşer nisyanla maluldür dememiş atalarımız. İnsan gençken nasıl biri olduğunu kendisi de çok kolay unutuyor. Bütün geçmişini ve tarihini, bugünden yeniden yeniden kurguluyor.
Eskiden kim olduğumuza dair bu çok olası unutuş ve kuşaklar arası çatışma potansiyeli belki sadece tek bir durumda ortadan kalkıyor: Travma. İyileştirilmesi mümkün olmayan yaralar insanlara olanları tekrar tekrar yaşatıyor, yara hep orada. Bugün ve yarın, geçmiş ve gelecek, baba ve oğul iç içe geçiyor, aralarında sımsıkı bir bağ kuruluyor. Tarih algısına kusursuz bir süreklilik hâkim oluyor, aile kenetleniyor. Dolayısıyla aslında aile mirasının en temel parçası travma oluyor. "Ben yaşadım bitti" olmuyor, sizin çocuğunuz da yükleniyor aynı yükü onun çocuğu da. Bir gün gelip yeter artık ben bıraktım bu hamallığı diyen evlat oluyor mu, olursa da kaçıncı kuşakta oluyor bilmiyorum…
Belli ki babasının travmasını kendi hayatının da ana eksenine oturtan Janine Altounian pes edenlerden değil. Geri Dönüşü Yok makus tarihin yakınlaştırdığı, bir adım ileri götürüp kader birliği yarattığı bir baba ve kızının anlatısı. Kitabın gövdesini babanın soykırım yıllarının hemen ardından Lyon'da kaleme aldığı "1915 senezinden 1919 kadar çektiklerim” adını verdiği anı metni oluşturuyor. Kitapta ayrıca babasının defterini annesinin hatırlatması üzerine saklı kaldığı çekmeceden çıkarıp önce okuyan sonra kamuoyuyla paylaşan yazar Janine Altounian'ın öz-psikanalitik inceleme- tanıklık karışımı makalesi bulunuyor. Bundan başka dilbilim ve psikanaliz uzmanları Krikor Beledian, Régine Waintrater ve René Kaës'in anlatıyı dilbilimsel, tarihsel ve psikanalitik açıdan ele aldıkları dört makaleye daha yer verilmiş.
1915 yazında ailesiyle birlikte Suriye çöllerine doğru bir ölüm yolculuğuna çıkarılan on dört yaşındaki Vahram'ın hikâyesi Brusa’dan başlıyor, sonra Kütahya, Afyon, Konya, Karaman, Ereğli, Adana, Osmaniye, Halep, Meskene, Rakka, Der Zor'a kadar gidiyor. Vahram ve annesi ölmeyip sağ kurtulan sayılı insanlardan- yaşadıkları düşünüldüğünde şanslı demeye dili varmıyor insanın.
Vahram ve Nahide aynı yolu gerisin geri gidip, evlerinin, mahallelerinin ne durumda olduğunu yeniden görme (belki orada yeniden yaşamak) hayalleriyle istisnai. Hayatta kalan birçok Ermeni'nin soykırım coğrafyasına geri dönmekten kaçındığını, Suriye, Lübnan, Irak'ta yeni hayatlar yeni cemaatler kurduklarını biliyoruz. En gözü kara olanlar işgal İstanbul'una gelmeye cesaret etmiş görünüyor- muhtemelen İngilizler yönetimde kalacak umudu içinde. Ama işte Vahram ve annesinin yaşadığı şehir Brusa’yken, geri döndükleri yer Bursa olacak. Neticede geri dönmeyi başardıkları evlerini -'vatan'larını- geri dönüşü olmamak üzere terk edip, Nansen pasaportuyla, yani artık vatansız olarak Fransa'ya gidecekler. Fakat terk ettikleri sadece mekân olacak. Geçmişi, hatıraları, travmasını geride bırakamayacak Vahram, dahası kızına devredecek.
Altounian ailesinin soykırımı hatırlama/ unutma ve yeni kuşaklara gönüllü/ gönülsüz aktarma deneyimleri birçok ailenin yaşadıklarıyla paralel. Ünlü yazar Yetvart Odyan'ın 1920'deki değerlendirmesi şüphesiz doğru, "tehcirden dönüp de yazı yazmayı bilen her Ermeni gördüklerini anlatmayı kendisine görev bildi. Hepsi, yeni ve duyulmamış şeyler söyleyeceğini sanıyordu. Ve herkes torbasını boşalttığında, fark edildi ki mal aynı mal." (s. 107)
Öte yandan Vahram'ın küçük elyazması benzer hayatta kalma öykülerinden farklı. Lyon'dayken tehcir kafilesiyle yollara düştüklerini bildikleri aileden, anne ve kardeşlerinin hayatta olduğunu öğrenen Manuk ve Harutyun, mektuplarında annelerine, “Ne olur çektiklerinizi anlatın ama çok da fena şeyler yazmayın” diyor. Sanki, biliyoruz pek berbat şeyler olmuş ama azıcık üstü kapalı söyleyin, içimiz kaldırmıyor artık böyle hikâyeleri, diyorlar. Vahram da abilerinin bu arzusunu kırmıyor, son derece temiz bir metin yazıyor. Anlatıda mezalim ve korkunçluklara yer vermiyor. Soykırımı aktaran herkesin şiddet ve ölüm anlattığından haberdar, bunların zaten bilindiği varsayımıyla yazıyor. Kimseyi ben neler çektim bağlamında ikna etme kaygısı da yok. Bu yönüyle sanki az süslü bir avantür gibi.
Üstelik de kahramanı çocuk yaşta bir erkek olan hikâyemiz, bir çocuğun bilgi, beceriklilik, kurnazlık ve zekâ gibi meziyetleri sayesinde nasıl kendi kaderini kendi elleriyle şekillendirdiğine ve bu zorlu şartlar altında nasıl çabucak bir yetişkin rolü üstlendiğine dair. Biliyoruz ki soykırım sürecinde çocuklar şimdiki pasif, bağımlı, muhtaç çocuk algımızla taban tabana çelişen birer irade ve cesaret timsali olabilmişlerdi. Kriz koşulları çocukların aktör olarak oynadıkları rolü net biçimde dönüştürmüştü. Ermenice zeki, becerikli ve koşulları kendi yararına manipüle edebilen birini tanımlamak için kullanılan carbig (ճարպիկ) kelimesinin soykırım yetimlerine dair anılarda ve anlatılarda sıkça karşımıza çıkması bu yüzdendir. Görünüşe göre, teslim olmuş, koşulların kadere yön vermesine izin veren çocukların hayatı tehlike altındaydı. Hayatta kalabilenler sadece aktif değildi, aynı zamanda da akıllı ve atak olmak zorundaydılar. Çocuklar açıkça risk alıyor ve koşulları kontrol etmelerine yarayacak seçimler yapıyordu. Örneğin, hayatta kalmayı başaran çocuklar, potansiyel 'koruyucularını' zekâları ya da güzellikleriyle etkileyenler ve imkânları kendi yararına döndürebilenlerdi (Vahram'ın kendini himaye edenlerin bir çırpıda gözüne girmesi gibi). Kimi zaman yetimhanelere ya da evlere kabul edilme yollarının peşinde koşuyor, kimi zaman da kendilerine sağlanan görece korunaklı ortamda duramayıp fırsat bulunca kaçıyorlardı (keza Vahram da annesini bulmak için rahat yaşadığı haneden kaçıyor). Bugün vapura tek başına binmelerini tehlikeli bulduğumuz çocuklar, o günlerde Adana’dan Sivas’a ailesini bulmaya gidebiliyor.
Babasının ancak ölümünden sonra bu küçük not defterini bulan kızı Janine bildiği bir alfabeyle fakat bilmediği bir dilde yazılmış sayfaları satır satır kopyalarken henüz 14 yaşını doldurmamış, fakat çok makbul bir soğukkanlılığa sahip olan, akıllı, canlı, cesur çocukla gurur duyuyor. Sanki babası değil de oğluymuş gibi. Vahram babasının yolda ölümünü ve şans eseri gömülüp duasının okunabilmesini sanki basit bir iş bitiricilik ya da dünyanın en kolay şeyi gibi, "derdere beş ğruş verdik" diye anlatırken, metnin okuyucusu Janine, kendi babasının kaybı karşısında aynı sükuneti bulmaya çalışıyor. "Kendimi her şeyimle o yıllarda, o diyarlarda buluyordum" diyor, aynı "duygulanımsal donuşun kuşaklar ötesi süresinde". (s. 124)