28 Mayıs 2013 05:05
Çeviri: Yasemin Çongar
(The Upcoming - 27 Mayıs 2013)
Cannes Film Festivali bitti. 2013’ün Altın Palmiye’sini Blue Is the Warmest Colour (Mavi En Sıcak Renktir) ya da Fransızcası ile La Vie d’Adèle (Adèle’in Hayatı) adlı film kazandı. Adèle henüz yirmisine varmamış bir genç kızdır ve mavi saçlı bir genç kadın olan Emma’yla tanışınca, hayatı ebediyen değişir. Emma sayesinde, arzuyu keşfedecek, bir kadın ve bir yetişkin gibi davranmayı öğrenecektir Adèle. Herkesin gözü önünde büyüyecek, kendini arayacak, kendini kaybedecek ve kendini bulacaktır…
- Beşinci filminiz için neden Julie Maroh’nun grafik romanı Le Bleu Est Une Couleur Chaude’u (Mavi Sıcak Bir Renktir) sinemaya uyarlamayı tercih ettiniz?
Abdellatif Kechiche: Film, bu grafik romanın çok gevşek bir uyarlaması. Blue is the Warmest Colour’u yapma arzumu tetikleyen şey, hem bu grafik romanı okumaktı, hem de çok uzun zamandır aklımda olan bir film projesiydi. Games of Love and Chance’den [2003] (Aşk ve Talih Oyunları) bu yana, tiyatro tutkunu ve Fransızca öğretmeni olanı bir kadının kariyeri hakkında bir senaryo projem vardı. Meslek hayatına tutkuyla bağlı ve bu coşkuyu başkalarına geçirmeyi isteyen bir kadın karakter geliştirme fikri ilgimi çekiyordu. Bu öğretmen aynı zamanda kendi özel hayatının - aşklarının, yakınlarını kaybetmesinin ve ayrılıklarının - işindeki yansımalarını da görecekti. Games of Love and Chance’i yaparken böyle birçok kadın ve erkek öğretmenle karşılaşmıştım. Mesleklerini yaşama biçimleri beni etkilemişti. Okumaya, resim yapmaya, yazmaya çok kuvvetli hislerle bağlanmış gerçek sanatçılardı onlar… Her birimiz okul hayatımızda tutkulu bir öğretmenin bizi bir filmi izlemeye götürdüğü ya da bir kitabı okumamızı teşvik ettiği ve belki de içimize bir mesleğin tohumlarını attığı o dönüm noktasını hatırlarız. Ancak sonuçta benim senaryom hiçbir zaman tamamlanmadı. Ben de Julie Maroh’nun iki kadın arasındaki mutlak aşkı ve aynı zamanda genç bir kadının bir okulda öğretmen oluşunu anlatan grafik romanına rastlayınca, bu iki projeyi birleştirebileceğimi düşündüm.
- Filminizdeki iki ana karakter açısından tutkuyla bağlandıkları iş çok önemli bir yer tutuyor, biri için resim yapmak bu, diğeri için öğretmenlik yapmak.
Ben bu tip bir iş anlayışını tamamen meşru ve saygıdeğer buluyorum; hele bunlar ün kazanılmayan, özveri gerektiren işler olduğu için büsbütün böyle. Buradaki mesele başkaları tarafından tanınmak değil. Kendilerini, öğrencilerinin kaydettiği ilerlemeye bütünüyle veren bu öğretmenlere karşı hayranlıkla doluyum. İşleri, onların hayatına dönüşüyor, onları tatmin eden şey oluyor.
- Filminiz her şeyden önce iki kadın arasındaki bir aşk hikâyesi.
İki kadın arasındaki bir aşk hikâyesini anlatmak, iki aktrisle azami bir noktada çalışmak anlamına geliyor; bu tür bir çalışma beni derinden heyecanlandırıyor ve film kariyerimde giderek daha önemli bir hal alıyor. Bu grafik romanın hikâyesinde bana en çok ilham veren şey neydi diye soruyorum kendime; kıvılcım neydi? Çıplak vücutları gösteren çizgiler mi? Bu mümkün. Nihayetinde, motivasyonlarımın tam olarak ne olduğunu bilmiyorum.
- Aktrisleriniz Léa Seydoux and Adèle Exarchopoulos’u nasıl seçtiniz?
Önce Emma rolü için Léa Seydoux ile görüştüm. Oynayacağı karakterin güzelliği, sesi, zekâsı ve özgürlüğü onda vardı. Ama görüşmemizde karar vermemi sağlayan şey, onun topluma bakışıydı: Léa çevresindeki dünyayla çok sıkı ilişkisi olan biri. Hakiki bir toplumsal farkındalığa sahip, dünyayla benimkine çok benzeyen sahici bir ilişkisi var. Onunla, bu rol için seçilmesinden çekimlerin bittiği zamana kadar tam bir yılı beraber geçirince, bu ilişkinin ne kadar kapsayıcı olduğunu da kavrayabildim.
Aynı zamanda Léa’da “Arap” diye tarif edilebilecek bir şeyler, bir tür Arap ruhu olduğunu düşünüyordum. Sonradan bana iki üvey Arap erkek kardeşi olduğunu söyledi, bunu daha önce bilmiyordum. Léa olup bitenin tamamen farkında olarak yaşamanın yolunu biliyor. Bu aynı zamanda hayatın değiştiğini kabullenmenin de bir yolu. Göçebelikle, serserilikle ve melankoliyle, bizim “alınyazısı” (aslında yönetmen burada Arapçadan Fransızca’ya geçen ve bizde yaygın kullanımından farklı olarak “alınyazısı, kader” anlamına gelen “mektoub” kelimesini seçmiş) dediğimiz şeyle bir ilgisi var bunun. Léa bütün bunların, dünyanın içinden böyle geçip gitmenin renklerini taşıyor.
- Peki ya Adèle Exarchopoulos?
Büyük bir “casting” grubu organize etmiştik ve ben Adèle’i gördüğüm anda onda karar kıldım. Onu bir brasserie’de öğle yemeğine götürmüştüm. Limonlu turta ısmarladı ve ben onun turtayı nasıl yediğini görünce şöyle düşündüm: “Bu o! Ziyadesiyle duyularının farkında; ağzını oynatışı, çiğnemesi… Onun ağzı bu filmde çok önemli bir unsurdu - esasen iki karakterin ağzı da karar vermemde önemliydi; ve çok insani nedenlerle böyle bu. Ağızlarıyla her türlü hissi ve duygulanmayı harekete geçiriyorlar. Yüzdeki bir şey bizi etkiler: Bir burun, bir ağız… Benim için bu her şeyin başlangıcıdır.
- Karakterlerden birinin adını niye Clementine’ken Adèle olarak değiştirdiniz?
Clémentine, Adèle’e dönüştü, çünkü oyuncumun adını korumak istedim. Bu onu rahatsız etmedi. Hatta bunun, onun karakterle bütünleşmesine, benim de onunla bütünleşmeme yardımcı olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda bir ses meselesi; Adèle, Emma, Léa hep hafif, uçucu isimler. Tabii, öznel bir şey bu. Ve sonra, Adèle’in Arapça “adaletli” anlamını taşıması da var ki, bu benim çok hoşuma gitti.
- ”Sosyal adalet” filmleriniz açısından önemli bir kelime. Bu, burada karakterlerin mensup olduğu iki ayrı sınıfa ilişkin bir gözlemle mi ortaya konuyor?
Gerçekten de bu, benim filmlerimde tekrarlanan bir tema ve neredeyse bir obsesyona dönüşüyor: Sosyal farklılıklar nerede? Belki de, kendimi ait hissettiğim dünyanın - Adele’in de ait olduğu işçi sınıfının - nabzının üzerine konmuş bir parmak bu.
Emma bir elite mensup, entelektüel ve sanatçı bir elite. Kadın kahramanlarımın her biri kendi toplumsal sınıfının içine kapanmış durumda. İlişkilerindeki zorluk, ayrılmalarına neden olan ve nihayetinde filmin konusu olan şey, ilişkilerinde en sonunda kırılmaya neden olacak olan tıkanıklık, aralarındaki sosyal farklılıktan kaynaklı, çünkü bu, onların kişisel emelleri arasında da bir ayrışma yaratıyor. Mesele, çevrelerindeki dünyanın az ya da çok hoşgörebileceği veya anlayabileceği eşcinsellikleri değil.
- Eşcinselliği niye, toplumun bazen hoşgörüsüz olabilmesi nedeniyle, kendine has zorlukları olan bir ilişki gibi değil de herhangi bir aşk gibi ele aldınız?
Eşcinsellik hakkında söylemek istediğim militanca bir şey yoktu. Onu tanımlamaya çalışmadım, ve filmi yaparken hiçbir aşamada kendime şunu söylemedim: “Evet, ama bunlar iki kadın…” Daha ziyade bir çiftin hikâyesini anlattığımı hissettim. Niye spesifik olarak eşcinsellikten söz etmem gerektiğini anlamıyordum, zira eğer bu konuda bir söylemim olması icap ediyorsa, bunu yapmanın en iyi yolu da o ilişkiyi herhangi bir başka aşk hikâyesi gibi, içerdiği bütün güzellikle birlikte filme uyarlamaktı.
- Fakat sizin - eşcinselliğin her zaman kabul görmediği bir çevreden gelen Arap kökenli bir Fransız vatandaşı olarak - böyle bir hikâyenin filmini çekmenizin ancak güçlü ve olumlu bir etkisi olabilir.
Film tamamlandığında şöyle düşündüm: “Bunun, Tunus gençliğine bir yararı olabilir.” Bir devrim, aynı zamanda cinsel bir devrim olmadıkça tamamlanmış değildir.
- İki kadın kahraman arasındaki kuvvetli aşkı anlatmakta sevişme sahneleri büyük önem taşıyor. Bu sahnelere nasıl yaklaştınız?
Bu sahneleri çekerken yapmaya çalıştığım şey, güzel bulduğum şeyi çekmekti. Dolayısıyla da o sahneleri birer resim gibi, birer heykel gibi çektik. Sahnelerin güzel görüneceğinden emin olmak için, ışıklandırmayla çok uzun süre uğraştık; sonra, geriye kalan her şeyi, sevişen vücutların içsel koreografisi çok doğal bir biçimde belirledi. Bu sahnelerin, cinsel boyutu korurken aynı zamanda estetik açıdan güzel yapılması gerekiyordu. Birçok farklı şey denedik; çok çalıştık. Çok konuştuk, ama nihayetinde bu konuşmalar hiçbir sonuç vermedi. Sette çok konuşursunuz fakat sonuçta ne söylediğinizin pek bir anlamı yoktur, çünkü söyledikleriniz entelektüel şeylerdir, oysa gerçeklik daha sezgiseldir.
- Duygusal yalnızlık teması aşk temasını takip ediyor.
Ayrılma teması, hissedebileceğiniz boşluk, artık sevilmediğinizde tecrübe edeceğiniz yalnızlık, kaybetme duygusu - herkes bunları bilir. Herkes bunu hisseder ve hiç kimse bunun yaratabileceği ıstırabı açıklayamaz, ama beni ilgilendiren şey, acıya rağmen hayatın devam etmesi, yapılması gereken şeylerin devam etmesidir. Benim için, Adèle’in karakterinin kahramanlığı buradadır. Her şeyi yükleniyor ve yapması gereken şeyi yapmaya devam ediyor.
- Kalp sızısının tetiklediği yalnızlık insanı cesur olmaya sevkediyor; filmde bu tema da sizi ilgilendiriyor sanki.
Adèle’in karakterine büyük hayranlık duyuyorum: bu özgür bir kadın, cesur, sadık ve güçlü. Adèle büyük bir üzüntüyle sarsılıyor ama öğretmenlik yaparken bunun görülmesine bir an bile izin vermiyor. Başa çıkıyor. Birinde böyle bir cesareti ne zaman görsem, bu beni sarsar. Kişisel olarak kendimi cesur hissetmiyorum, ama bu fikre sahip çıkıyorum. Bunu genellikle genç kadınlarda görüyorum, bu kuvveti, bu kendine hâkimiyet hâlini. Bu bana - kendimi hiçbir şekilde onunla kıyaslamak istemeksizin - Marivaux’yu (1688-1763 arasında yaşamış Fransız yazar) ve özel olarak da zorluklar karşısında cesaret ve kararlılık dolu olan öksüz kahramanı nedeniyle La vie de Marianne’ı (Marivaux’nun yarım kalmış romanı Marianne’ın Hayatı) hatırlattı. Benim Adèle’i görme biçimimle bunun arasında bir yakınlık var.
- Sinemasal üslûbunuz da çok dikkat çekici - oyunculuğun olabildiğince doğal yapılması için gerçek bir çaba var. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
İmgelerin ortaya koyduğu şeyin doğal olması önemlidir ve her ne kadar her zaman fabrikasyon söz konusuysa da, bu olabildiğince az tutulmalıdır. Bu “hakikate” ne kadar yaklaşabileceğinizi, ve hiçbir zaman tam anlamıyla ondan vazgeçmeyeceğinizi bilseniz bile, oyunculuktan nereye kadar vazgeçebileceğinizi görme sürecidir.
- Bu özellikle karakterler arasındaki iletişimin doğaçlanmış gibi göründüğü grup sahnelerinde daha da dikkat çekiyor. Hiç doğaçlama var mıydı?
Bu grup sahnelerinde, metin, replikler çok net bir şekilde yazılmıştı. Bunlar vardı ama ben - henüz tam olarak başaramadığımı hissetsem de - önceden tanımlanmış bir ritme sahip olmamaya çalışıyorum. Senaryodaki ritimle, hatta olay örgüsüyle bile sıkıntı yaşadığım için, çekimleri yaparken ayrı bir ritim yakalamaya çalışıyorum. Sette olduğum zaman, bu ilkeden, her ne pahasına olursa olsun senaryoya saygı gösterme ilkesinden kendimi kurtarmaya ihtiyacım var. Repliklerimle diğerlerine yaklaşmayı tercih ederim, başka şeylere açık olmayı ve yazılı olana takılıp kalmamayı… Dolayısıyla bu tip sahnelerde, her yol açıktır. Replikler silinir ve yazma işi çekim sırasında da devam eder. Bu sahneler konusunda kendimi çok rahat hissederim. Oyuncuların birbirlerine tepki vermesi için sürekli olarak yeniden yaratılan sahnelerdir bunlar. Bu beni eğlendirir.
- Film bitti. Size ne verdi peki?
Bana hiçbir cevap vermedi. Tam tersine, dişilik ilkesi - hayat, umut ve gizem ilkesi- konusundaki sorularımı ve kararsızlıklarımı arttırdı. Belki günün birinde cevabı bulurum diye bir his var içimde.
- Filmin alt başlığının “Bölüm 1 ve 2” olması bu yüzden mi?
Bölüm 1 ve 2, çünkü henüz diğer bölümleri bilmiyorum. Bundan sonra ne olduğunu Adèle’in bana söylemesini gerçekten isterim.
- Adèle sizin Antoine Doinel’iniz (Truffaut’nun kahramanı ve birçok filminde Jean-Pierre Léaud tarafından oynanan alter ego’su) mi yoksa?
İtiraf edeyim ki, Antoine Doinel aklımdan geçmişti.
The Upcoming'in Abdellatif Kechiche ile yaptığı söyleşinin orjinal versiyonu için tıklayın
© Tüm hakları saklıdır.