Suzy Hansen evinin terasında
07 Ocak 2017 19:03
T24 Çeviri
Suzy Hansen *
Geçen mart biri İstanbul'un ortasında kendini havaya uçurduğunda evdeydim. Masamda otururken patlamayı duydum, her gün geçtiğim İstiklal Caddesi'ndeydi. IŞİD haziranda İstanbul'da havalimanına saldırdığında 19. yüzyıl İtalyan tarzındaki, bir zamanlar Amerikan Konsolosluğu da olan Soho House'da akşam yemeğindeydim. İlk aklıma gelen 'harika' bir ikinci hedef olacağını düşünüp kaçabileceğim bir yer bulmak için terasın çevresine bakmaktı. Temmuzdaki askeri darbe girişiminin ilk saatlerinde şarküteri sırasına giren Türklerin arasına katıldım, su stokladım, ceplerime biraları aldım ve 'uzun gece'ye hazırlandım. (Şarküteri çalışanı ben ayrılırken bir müşteriye "3 paket sigara istemediğinize emin misiniz?" diye soruyordu.) Askerin sivillere ateş açmasını canlı yayında izledim, savaş uçakları alçak uçuş yaparken banyoya saklandım.
Ben bir savaş muhabiri değilim. Hiçbir zaman tarihin gerçekleşmesini ön sıralarda izlemenin, zalimliğe şahitlik etmenin ya da havan topuyla arabaya konan bombanın sesi arasındaki farkı öğrenmenin hayalini kurmadım. İstanbul'da yaşamayı seçtim çünkü şehre ilk geldiğimde kendimi mülteci gibi hissetsem de çok kısa süre sonra evimdeymişim gibi hissettim. Son on yılda o kadar bağlandım ki, insanlar ne zaman ayrılmayı planladığımı sorduğunda kısa süreliğine şaşırıyorum. İstanbul hayatım boyunca kendimi en güvende hissettiğim yer oldu.
2007'de 29 yaşındayken, gazetecileri 2 yıllığına istediği ülkeye gönderen bir burs kazandım. Gururlu bir taşra kasabası olan Jersey Shore'da, New York'un kapağı atabileceğim en zor yer olacağına inanarak büyüdüm. Ama gittikten bir süre sonra, şehrin modu beni sıkmaya başladı. New Yorkluların merakı ve merhameti 11 Eylül'den sonra çılgınca çöktü.
Borsadaki dalgalanmaları, gökyüzünü dolduran lüks kuleleri, 50 dolara satılan, otla beslenen hayvan biftekleriyle - geriye baktığımda - kararım Türkiye'ye taşınmak olduğu kadar New York'tan uzaklaşmaktı da... Dünyanın geri kalan kısmı hakkında anlamadığım birçok şey olduğundan şüphelendim.
İstanbul'a kendi 'altın çağ'ını yaşarken geldim. Bu sihirli süreçte Doğu'nun Batı'yı geride bıraktığı yönünde somut bir his vardı. Konstantinopolis döneminden kalma Beyoğlu apartmanlarından birini buldum; tozlu ve viran, kırık camlardan kedilerin gözetlediği, kapı tokmaklarında asma kilitler, tekinsiz adamların karanlık antrede sigara içerek ödümü patlattığı bir yerdi. Ancak dünyanın dört bir yanından gelen insanlar, bir tür hayalet şehir haline gelmiş olan burayı, gelişen butikleri, restoranları, otelleri ve sanat mekânları olan bir yere dönüştürdü. Ülkedeki kasvet hakkında uzun uzun düşünen Nobel ödüllü Türk romancı Orhan Pamuk bile gelecek hakkındaki iyimserliğini ifade etmişti. Avrupalı ve Amerikalı turistlerin işgali, İstanbul'u tüm seyahat listelerinin en tepesine yerleştirmişti. İslamcı muhafazakâr bir başbakan ve cumhurbaşkanı, devlet tarafından uygulanan laiklik yıllarından sonra ülkeyi yönetiyor, ancak şehir kendini özgürleşmiş - hatta velveleli - hissediyordu, havada hoşnut bir meydan okuma vardı. İstanbul, Batı'nın Müslüman dünyandaki olasılıklar hakkında verilen sert bir yanıttı.
İstanbul'u anında sevdim, havaalanında bindiğim taksi, kıyı şeridine yanaşıp Marmara Denizi'ndeki petrol tankerlerini gördüğümde, bu kadar güzel bir manzarada, deniz kenarına evler yerine neden yol yaptıklarına inanamadım.
Boğaz'ın romantizmini ve kırmızı altın rengi günbatımlarını sevdim. Asya ve Avrupa arasında git gel yapan eski moda vapurlar, havuç ve soğan yığılmış at arabaları, zeytinyağlı sebze yemekleri, hatta havadaki kömür kokusu bile beni büyüledi.
Ancak bir yıl sonra bir gurbetçinin bir ülkeyi sadece güzelliği, yemekleri ya da döviz kuru için sevmenin hata olduğunu anladım. İstanbul evim olacaksa, neden sevdiğimi bu yüzeyselliklerin ötesinde belirlemeliydim.
Ülkedeki milliyetçiliği, onura olan takıntıyı, yabancı düşmanı futbol tezahüratlarını mı sevmiştim. Pek sayılmaz. Başlarda, New York'ta bulamadığım bağlılık, dünyanın tam ortasında olma hissiydi. Buradaki gençler politika ve bölgenin acı dolu geçmişi hakkında daha endişelilerdi, hatta demokrasi ve insan haklarına olan inançları daha yüksekti, muhtemelen hala bunlar uğruna savaştıkları için... İki yıl sonunda ülkenin doğusundaki koyu yeşil dağlara seyahat etmiş, tek başıma Akdeniz'e tatile gitmiştim; Türkiye Milli Takımı'nın oynadığı Avrupa Kupası'na gidebilir, sayısız protestoda politik sloganlar atabilirdim.
İlişkiler kolay değildi - Batılılaşmış Türk aileleri bile hâlâ oldukça gelenekçiydi ve benim yaşımdaki birçok erkek evliydi; üst sınıf Türk kadınları benim kadar eşitlikçi birini bulmakta zorlanabileceğim konusunda uyardı ve ben de İngilizce'yi zar zor konuşan birileriyle çıkma konusunda yeterince cesur değildim. Ancak bir arkadaş grubum, günlük yürüyüşlerim vardı, Yatak odamdaki pencereden Tarihi Yarımada'yı görüyordum. Kalmaya karar verdim.
Arap Baharı'nın Tunus'taki ilk kıpırtıları, Mısır'daki baskılar ve Libya'daki savaş bile Türkiye'nin imajını yükseltmişti. Burası nadir bir demokratik Müslüman başarı hikâyesiydi - bozulan bir bölgede umutlu bir şehir. Sürgündeki insanlar ve mülteciler geldi, İstanbul'un yenilenen kozmpolitizmine katkıda bulunarak; aniden sokaklarda her yerde Arapça duymaya başladım, şarküteride Tunuslu bir modacıyla tanıştım. Arkalarında bıraktıkları şiddetin buraya kadar geleceği konusunda hiç endişelenmedim.
Türkiye, modern tarihinin büyük bölümünde, yurt dışındaki savaşların dışında kalmıştı ve bunun devam edeceğine emindim. 2013'te New York'ta bir düğünde bir arkadaşım Türkiye'nin Suriye'deki işlere karışıp karışmayacağını sorduğunda onu küçük görerek kahkaha atmıştım. Suriye'de bulunmuş ve bu yeni şiddet dalgasının sınırları aştığını gören bir savaş muhabiri bana inanmayan bir bakış attı ve uzaklaştı. Dünya hakkında hâlâ öğrenmem gereken çok şey vardı.
Jeopolitik manzara yavaş yavaş daha karanlık bir hal aldı. 2013'e gelindiğinde Türkiye'nin lideri, Recep Tayyip Erdoğan'ın Suriyeli militan gruplara güvenli liman sağlayıp Beşar Esad'a muhalefet ettiği çok açıktı. Çihatçılar İstanbul'a geliyordu ve yerel uçuşla Suriye'yle sınırı olan şehirlere gidiyordu.
Tanıdığım gazeteciler revaçtaki kafelerde röportaj için Suriyeli savaşçılarla bir araya geliyor; Arap savaşçılar, ben ve arkadaşlarımın dondurma yediği, yazıcı kartuşu aldığımız o janti caddede Arap savaşçılar alışveriş yapıyordu.
Kontrol ya da yardım edilebilemeyecek kadar fazla mülteci geldi ve tüm mahallelileri yerinden ederek köşe başlarında yaşamaya başladı. Bölgedeki kaos Erdoğan'ın kendi sınırları içinde bir isyan çıkmasından korkmasına neden oldu ve Türkiye'deki Kürt militanlara karşı bir savaş başlattı. 2015'te ilk bombalar patladı: Ülkenin doğusunda sol eğilimli bir toplantı ve Ankara'da bir barış yürüyüşü. Kimse sorumlunun kim olduğunda anlaşamadı, IŞİD miydi, Kürt gruplar mı, yoksa hükümet mi? Belirsizlik terörü daha da beter hale getirdi.
Ve yavaş yavaş daha da yaklaştı: İstanbul'un uzak ilçelerindeki metro istasyonlarında patlamalar, sonra Tarihi Yarımada, sonra da İstiklal Caddesi. Tepkiler korku, keder ve ayrılıktı. Bombalamalardan sonra şehirdeki herkes o kadar çabuk taşındı ki, kaç kişinin gittiğini zar zor fark ettim.
Fark ettiğim bir şey de evdeki arkadaşlarımdan gelen mail sayısındaki artıştı: Oradan ne zaman ayrılacaksın? Ayrılmanın zamanı gelmedi mi? Bu delilik.
Güvenlik dediğimizde neyi kastederiz? Bir yıl önce, muhafazakâr Müslümanların yaşadığı ve Suriyeli mültecilerin akın ettiği alışılmadık bir mahalleden haberler geçmeye başladım. Amerikalı eş dostlarım, hoşgörülü olanlar bile, böyle bir yerde sert İslami gelenekler nedeniyle yasaklar olabileceğini düşünmeye başladı: Birçok kadın kapalı, bazıları kara çarşaflıydı; bazı erkekler imam gibi giyiniyordu. Bu bölge uyuşturucusu, mafyası, silahları ve hırsızlarıyla da ünlüydü.
Yine de bu endişelenmeme yol açmadı. Bu eski Osmanlı mahallelerinde, insanlar dar sokaklarda aceleyle yürüyor, alışverişle, selamlaşmalarla ve şikayet etmekle meşgul oluyorlardı. Bakkalda paranız çıkışmazsa sahibi almanız için ısrar ederdi, cömert olduğu için değil, geri geleceğinizi bildiği için. Herkes birbirinin işiyle ilgileniyor, herkes izliyor ve tabii ki beni de izliyorlardı. Mahalle, kendi başına canlı bir organizmaysa, sevilmesi, beslenmesi ve korunması gereken bir şeydir ve böyle bir yerde size çok az şey olabilir.
İstanbul'da içimde taşıdığım güven duygusu bu. Yıllarca restoranlarda tuvalete giderken cüzdanımı, telefonumu ya da laptopumu masada bıraktım, gece geç saatlerde eve tek başıma yürüdüm.
Kendimi en sıradan toplum ritüelleriyle rahat hissediyorum: Cuma namazından sonra yokuş çıkan adamlar, şarküteri çalışanına tepsiyle çay taşıyan çocuklar, kafelerin önünde uzanan kediler; hipsterlar İstanbul'daki kedi kültürüne onları rahatsız etmeyecek kadar çok saygılılar.
65 yaşındaki annem bir kez beni ziyaret ettiğinde Beyoğlu'nun karanlık arka sokaklarında yürürken parke taşlarına takılıp düşmüştü. Ortalık boştu ve saat geçti. Yardım etmek için eğilemeden on kadar adam sanki pencereden izliyormuş ya da acı hissini duvarların ötesinden hissetmişçesine yardım etmek için yanımızda toplanmış bize bakıyordu. "Ah" diye bağırdı annem, düşmekten çok etrafında toplanan kalabalığa şaşırarak. "Aman tanrım. Ne kadar güzel. Sizi rahatsız ettiğim için çok özür dilerim!" - Türklerin sosyal sorumluluklarını gösterme biçimine içten bir Amerikan bir tepkisi.
Son dönemdeki politik huzursuzluğun yıkmakla tehdit ettiği şey işte bu - arkadaşlarım ve ben kendimizi çok sıkıntılı hissediyoruz. Bir tanesi Atina'ya dönmeyi düşünüyor; tanıdığım bir Amerikalıyla evlenen bir Türk ABD'yi düşünüyor. Başka bir Türk arkadaşım ülkedeki politik durumdan o kadar endişeli ki - muhalefet edenlere soruşturma, Kürtlerle savaş, demokratik yollarla gelen politikacıların tutuklanması - gizemli bir rahatsızlığa yakalandı ve evinden çıkmaya zar zor cesaret ediyor. Hükümeti desteklemeyen Türkler sınırları belli bir hayat yaşıyor. Birçoğu yurt dışına kaçtı, birçoğu da hapiste. Bugünlerde İstanbul'a tek taşınanlar, yeni ve sıkıcı iş imkanları için yersiz heyecanlarını gizleyemeyen gazeteciler... Benim mahallemde kiralık ev ilanları pencerelere asılıyor. Havalimanı saldırısından sonra, turistler gelmeyi tamamen bıraktı ve zengin Türkler de SUV arabalarıyla artık 'şehir merkezi'ne gelmiyor. Bir Starbucks bile kapılarını kapattı.
Temmuzdaki darbe girişiminden bir gün önce burada 15 yıl geçirdikten sonra Lizbon'a taşınmaya karar veren iki Amerikalı arkadaşımı uğurladım. Onlar için şehir kabul edemeyecekleri şekilde değişmişti. Fransız Konsolosluğu'nun İstanbul'da terör uyarısı yaptığını söylediler ve refleksif olarak neden dışarıda oturduğumuzu merak ettim. O gece daha sonra Nice'te kalabalığa dalan kamyonu gördüm. 24 saat sonra askeri darbe başladı. Her yerde çok büyük, korkunç şeyler oluyordu ve İstanbul'dan ayrılmak söz konusu değildi - hiçbir yer güvenli değildi. Birkaç ay önce, saat 7'ye gelirken, karşımdaki apartmanda gaz patlaması oldu, şok dalgası o kadar güçlüydü ki kırılan camlar bir caminin ve 5. kattaki evimin pencerelerinin önüne düştü. Yataktan sıçrayarak yere düştüm. Bomba sesi gibiydi. Bomba olmaması yaşadığım şaşkınlığımı değiştirmiyordu.
İstikrarsız bir yerde yaşayan birinin ödediği bedelin hayalgücünün başarısızlığı olduğuna inanmaya başladım. Buradaki on yılda iki ciddi ilişkim oldu ama evlenmedim ve sık sık bir çocuk sahibi olsam mı diye düşündüm. Cevabım ne kadar para kazandığım, bebekleri ne kadar çok sevdiğimle alakalıydı. Şimdi pencereden bakıyorum ve dışarıdaki dünyayla karşı karşıya geliyorum, çocuğu getireceğim kaotik ve kasvetli dünya...
Ancak bu tür tüm hesaplamalar spekülatif ve birazcık mantıksız. Bunlar bir yerin bir ara, gelecekte, daha iyi, daha güvenli bir yer olup olmayacağını merak etmek hakkında. Biz ABD'lilerin çoğu güvenliğin doğuştan gelen bir hak olduğuna inanarak büyüdük. Tehdit edildiğimiz zaman dürtümüz çekilmek ya da saldırmak oluyor.
Türkiye'de geleceğin asla tahmin edilebilir olmayacağını ve gündelik hayatta karşılıklı bağımlılığın güvenliğin en doğru şekli olduğunu öğrendim. İstanbul'dan ayrılma konusunda kararsızlık yaşadığım zaman sımsıkı örülmüş o Osmanlı mahallelerini düşünüyorum ve birçoğu yarattıkları o toplulukları asla terk etmeyecek ve dünyanın çoğu gibi buradan ayrılacak ayrıcalıkları olmayan Türklerden feyzalıyorum.
New York'ta 10 yıl yaşadıktan sonra buraya dönen Türk bir sanatçı arkadaşım bana oranın kendisi için zor bir yer olduğunu söyledi: "Şehir ızgara gibi, bir yerden bir yere hızla gitmen için tasarlanmış. 600 yıllık bir şeye baktığında hep orada olacağını bildiğim İstanbul'u özledim. Bu güven verici bir şey."
Tarihle çevrili olmak - ki yurt dışına taşındığımda bunu tutkuyla istiyordum - kendi konforunu da sunuyor. Gece yarısı uyanıp penceremden baktığımda parlak bir şekilde aydınlatılmış, her türlü savaş ve vahşetten kurtulmuş ondördüncü yüzyıldan kalma Galata Kulesi'ni görüyorum. Kule güçlü, kalıcı ve gururlu. Ve sevdiğimiz hayatı korumayı ve onurlandırmayı öğrenmenin, kaçmayı planlamaktan ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.
Yazarın notu: Bu yazı Vogue sayfalarında yer aldıktan sonra Türkiye'de şiddet olayları devam etti; biri de 39 kişinin öldüğü, Reina'ya yapılan yeni yıl saldırısı. Bu olaylar üzücü oldu ama kalma planım - şimdilik - değişmedi.
* Suzy Hansen'in bu yazısı Vogue.com'dan Türkçe'ye çevirilmiştir.
© Tüm hakları saklıdır.