Emre Korlu
Roşin Çiçek anısına...
Ezmîr’in şiirlerini okumalıydınız. Birçoğunu sevgilisine yazardı. “Çok mu güzel? Kınacık deresi gibi duru mu?” diye sorardım.
“Bilmem!” yanıtını verir; sonra uzunca bir sessizliğe bürünürdü.
Bazı geceler, telefonun diğer ucundaki sesi öylesine merak ederdim ki, onu duyabilmek için ranzanın ikinci katına yapışır kalırdım. Kısık sesle konuşurdu, Ezmîr ve çok sık ağlardı. Ben çaresizliği bir onun turkuaz gözlerinde gördüm; bir de jilet iziyle yıpranmış kol bileklerinde...
İki ağabeyimiz vardı. Bana “çöpçü” derlerdi; ailenin en küçük ferdi bendim. Ezmîr, benim bir boy büyüğüm...
15 yaşında. İstanbul’u hiç görmemiş ama o şehrin karpostallarını yastık altında biriktiren...
Sevdiğinin İstanbul’da bir yerlerde olduğunu sezerdim. Kendi kendime uzaklığın hesabını yapar; Kilis’e yakın olsaydı sıklıkla görüşüyor olmaları gerekirdi diye düşüncelere dalardım zira Ezmîr, bir-iki Gaziantep’li arkadaşıyla bir araya gelmekten başka hiç kimseyle görüşmezdi.
***
Ailesi için asla baba olmayı becerememiş bir adama baba demek yüzsüzlüğünde bulunmanın canımı acıttığını söylemek isterim. Ezmîr’i dövüşüne seyirci kalmanın içimde açtığı yaralardan bahsetmek bunlara tanık olmanızı istediğimdendir lakin diğer iki ağabeyimin bir yuva kurduklarında karbon kâğıdıyla babamın suretiyle birleştirilmiş kopyalardan ibaret olduklarını, kimseden saklamayışıma sebep olan yalpalayışlarıma yol açmıştır.
Annem, güneydoğunun mevsimleri gibi kararsız bir yapıya sahipti. Sanki sırf babama çocuk doğurmak ve beğendirmek için dünyaya geldiğine inanmıştı. Cahildi. Kendini güçlü zannedip, bir halta yaramadığını hissetmeyecek kadar aciz olan insanlardan biriydi.
***
Ezmîr, hep yalnızdı. Etrafını kapatan duvarlar örmüştü çevresine. Hep sessizdi. Saçlarımı koklayarak başımdan öpmeyi çok severdi. Bazı hafta sonları onunla birlikte, ermeni asıllı olan ve cumbalı evinde tek başına yaşayan Adrine’nin yanına gidip, çaldığı kanun ve söylediği şarkılarla bilmediğimiz uzaklara yolculuk yapardık. Bu yolculuk, Ezmîr’in çok hoşuna giderdi. İşte o zaman sevdiğinin başka bir şehirde olduğundan daha da emin olurdum ancak susardım. Yo, kızacağını düşündüğüm için değil, çünkü o çok ender kızardı ve her şeye makul bir yanıtı olurdu. Asla kalp kırmazdı.
Bir sabah, ağabeyler onu yaka paça sürükleyip pavyona götürmeye hazırlanıyorlardı. Ne olduğunu anlayamadan annemin gözünün içine baktı. Gerçi annemin de haberi yoktu nereye gitmeye hazırlandıklarından ya da kendimi buna inandırmak istemiştim. Şaşkınlığımın nedeni yaşının küçük olmasıydı.
O gün kapı önünde saatlerce onu bekledim. Mahallede gözüktüğünde elindeki ceketi yerde sürüklüyordu. Tıpkı kendi gibi...
“İyi misin?”diye sordum. Odasına çıkmak istediğini ve uyumanın kendisine iyi geleceğini söyledi. Sevdiğine ihanet ettiğini düşünüyordu. Günlerce odasından çıkmadığını hatırlıyorum.
***
15 yaşında; gözleri turkuaz, kol bilekleri jilet iziyle eskimiş, içine kapanık bir çocuktu Ezmîr.
Onu hep son gördüğüm haliyle hatırlıyorum. Bir kasım gecesiydi. Soğuktu. Hatta o gece uykuya dalmadan önce bir süre yanımda uzanmış, yine saçlarımı koklamıştı. Kardeş kokusunu hiçbir şeye değişemeyeceğini söylüyordu.
Buralarda insanı çabuk avlarlar. Yavru sürüden kopmaz da sürü yavruyu gözden çıkarır.
“Vallahi gelmiş!” diyor bana dönerek. “Vallahi gelmiş Jîyan!” Ben iki haftadır üzerimden atamadığım şaşkınlıkla “peki n’olacak” deyip durduğumu fark ediyorum. Bana sımsıkı sarılmasıyla kendime geliyorum.
12 yaşımda ilk kez bir eşcinsel aşka tanıklık ediyordum. Yo, onu asla yadırgamadım. İlk duyduğumda elbette ki şaşırdım ancak şunu söylemeliyim: Hissettiğim en ağır duygu korkuydu. Çünkü, Kilis Polateli’nde ne yapsan duyulurdu. İnsanlar dedikodunun tanrısı gibi olmuştu.
Hiç tereddüt etmedi Ezmîr. Otogara gidip karşıladı sevdiğini. Sımsıkı sarıldıklarına tanık oldum. Etrafta bize bakan gözler arayıp durdum. Gerçeği bildiğim için birbirlerine her dokunuşlarında çevrenin de bu durumdan başka anlamlar çıkaracağını düşündüm. Bu ister istemez beynimi kemiren bir kuşkuydu. O “sakin ol Jîyan , kimse bilmeyecek. Biz çok dikkatliyiz!” dese de içim rahat değildi. Ezmîr’i daha önce hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Çağan gelmişti çünkü. Onun bayramı, şenliği en sonunda yaşadığı topraklara ayak basmıştı. Ona gitme pahasına özgürlüğü ve vurulmayı hiçe sayan bir kuşu mutlu etmişti.
İkimiz kafa kafaya vermiş hayal kuruyoruz. O zamanlar Ezmîr on iki, ben ise dokuz yaşındayım. Güya İstanbul’a gitmişiz. Orada âşık olmuşuz. Kurtulmuşuz buraların hapishanesinden. Tam türküler mırıldanmaya başlıyoruz. Babam balkona doğru sesleniyor: “ Hadi be, yemek hazır!”
Hayal kurmak da yasakmış Jîyan diyor, turkuaz gözlü prens. İçleniyor. İçi geçiyor ve oracıkta bayılıyor. Annem ve benim dışımda kimse ilgilenmiyor onunla.
“Ezmîr nefes almıyor!” diye bağırmaya başlıyorum. Öyle üşüyorum ki. Yalnızca bayılmış diyor babaannem annemin aldırmazlığını kenara iterek...
***
Çağan’ı tanımaktan keyif almıştım. Evimize girip çıkmaya başlamıştı. Birçok misafire ısınan ailem, Çağan’a karşı gereksiz bir empati duyuyordu. Ezmîr, gözlerine sus! demeyi öğretmeye başlamıştı. Evin içinde aşklarını ceplerinde saklayan, koca bir sırdılar artık.
Ben babaannemdeyken bir gün kapı aralanmış; Ezmîr’in başı Çağan’ın göğsüne yaslı...
Onları oracıkta görmüşler.
Bundan sonrası kumbaramda ne kadar para varsa ona vermek istiyorum. “bunlarla bir şey yapamam”diyor. Yanağıma dokunuyor titreyen elleri. Onu odaya kitledikleri tam 5 gün olmuş. Çağan’dan haber alamıyoruz. Ağabeylerin onu dövdüklerini söyleyemiyorum. Nasıl söylenir ki böyle bir şey...
İstanbul’a gitmiş olması için dua ediyorum.
Ağabeyimi astılar. Gözlerimin önünde; öz ağabeylerim, öz babam ve öz annem yaptı bunu.
Evin içinde Adrine’nin kanun sesi duyuluyordu.
O gece yine hayal kurmuştuk. Arada bir sıçrayarak uyanmıştı uykusundan. Alnındaki teri silmiştim. Yanından kalkmamak için ağabeylerimden yediğim dayaklara bile aldırmamıştım. Yanından ayrılırsam “bu rezilliği sokak duymamalı”diyen babamın onu öldüreceğini düşünüyordum. Şimdi yanından ayrılmadın da ne oldu? diyeceksiniz. Haklısınız; onu kurtaramadım.
Sanki sırf o kendini assın diye yüksek yapılmıştı bu evin tavanları.
Ağabey topallayarak girdi içeri ve yanına yaklaştı zorla uyandırdı turkuaz gözlü prensi. Gözlerimi araladım. Sus! İşaretiyle birlikte koca bir şamar indi yüzüme.
Odadan Ezmîr’i de alıp çıktıkların da sessizce peşlerinden gittim. Dördü de oradaydı. Ezmîr söyleneni yapıyordu. İskemleye çıktı. O an göz göze geldik. Son bakışmamızdı. 15 yaşındaydı. Ne kadar güzeldi bilemezsiniz.
Kendi elleriyle geçirdi ipi boynuna. Her şey kuralına uygun olmalıydı. İnfaz biraz da intihar havası vermekti olan bitene...
Bacaklarının titremesi durana kadar kapı eşiğinde, orada kaldım. Ölmüştü Ezmîr.
***
O ölümle birlikte kapının önünde duran, on iki yaşındaki Jîyan da bir hiç gibi yaşadı. Hiçbir anlamı olmayan soluk alış - verişleriyle tutundu hayata. Hiç kimseyle konuşmadı.
Âşık olduğum adamı ilk gözlerimin daldığı noktada şiir yazarken gördüm. Bana bakacağını hissettim. İçimde oluşanlar ve hemcinsime yakınlaşmak için istem dışı aldığım o yol ağabeyimin Çağan’a olan yakınlığının aynısıydı. Evin tavanlarını düşündüm. O soğuk tavanları...
Güneydoğuda LGBT’lerin rahatça yaşadığını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Duvarların ardındaki çığlıklara kulak verin!