Fransız düşünür Ernest Renan 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru kaleme aldığı bir eserde “Uluslar ebedi değildir. Doğdular, yok da olacaklar. Onların yerini Avrupa Konfederasyonu alacak” görüşünü savunmuş. Bu öngörü belki bir gün gerçekleşebilir. Fakat günümüz Avrupa Birliği’ne (AB) bakacak olursak Renan’ın vizyonu için iyimser konuşmak pek de kolay değil. Zira küreselleşme süreciyle “yok olmaya başladığı” söylenen ulus-devlet geri dönüyor. Bu yıl düzenlenecek Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri de ulus-devletçiler ile uluslarüstü yapılanmayı savunanlar arasında bugüne kadar görülmemiş boyutta amansız bir mücadeleye sahne olmakta.
Avrupa’da uluslarüstü yapılanmayı, yani AB fikrini savunanlar, bu fikre karşı çıkanları “Avrupa Şüphecileri” olarak adlandırmakta. Türkçede pek yaygın olmayan bu terimi gelecek haftadan itibaren daha fazla duymaya hazır olun, başta Avrupa Parlamentosu olmak üzere AB içinde ağırlıkları artacak. Ağırlıklarının artması Ankara’nın adaylık sürecine de yansıyacak kuşkusuz. Öyleyse kim bu “Avrupa Şüphecisi” hareketler? Siyasi yelpazenin neresindeler? Ne istiyorlar? Hedefleri nedir? Hangi siyasi tezleri kullanıyorlar?
'Avrupa Şüphecisi' kime deniyor?
Mevcut AB’ye ve/veya AB politikalarına tepki gösteren, karşı çıkan ve bu politikaların değişmesini isteyen hemen herkes AB teknokrasisi tarafından “Avrupa Şüphecisi” ya da “Avrupa karşıtı” olarak tanımlanıyor. Aslında “Avrupa karşıtlığı” 20’inci yüzyılın başlarından bu yana var. Ancak o tarihlerde daha çok düşünsel olan bu hareketler Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Sovyetik rejimlerin çökmesi ve AB’nin genişleme süreciyle birlikte şimdi halk içinde örgütlenip kitlesel güç haline gelmiş durumdalar.
Kabaca özetlemek gerekirse bugün AB içinde 3 değişik “Avrupa karşıtı” siyasi aileden söz edilebilir. Bunlardan birincisi aşırı sağcılar veya kendilerini “milli sağ” olarak adlandıran hareketler. Fransa’daki FN, Avusturya’daki FPÖ, Macaristan’daki Jobbik, Bulgaristan’daki Ataka veya Hollanda’daki PW bunlardan sadece bazıları. Ulusal planda stratejileri değişiklik gösterse de AB düzeyinde ortak mesajlarını “ulus-devlete geri dönüş”, “milli olan her şeye öncelik” ve “Avrupa dışından göçe son” şeklinde özetlemek mümkün.
Soldaki AB eleştirisi
İkinci kategoridekiler Avrupa karşıtı olmaktan ziyade “AB’ye eleştirel” siyasi, ekonomik ve sosyal hareketleri bünyesinde topluyor. Siyasi yelpazede solun solundalar; sırtlarını komünist ve neo-komünist partilere dayıyorlar. İspanyol Komünist Partisi, Portekiz Sol Bloğu, Fransa’daki Sol Cephe, Almanya’daki “Die Linke”, İtalya’daki aşırı sol partiler, Yunanistan Komünist Partisi, Yunan Syriza ve Synaspismos partileri, Çek Cumhuriyeti’ndeki Bohemya ve Moravya Komünist Partisi, çok sayıda işçi sendikası ve sivil toplum örgütü bu blokta yer almakta. Avrupa vizyonuna karşı olmamakla birlikte, Avrupa’nın “kapitalist model” üzerine inşa edilmesine karşı çıkıyorlar.
Üçüncü kategori ise aslen demokratik sistemle sorunu olmayan milliyetçi-muhafazakar Avrupa karşıtlarından oluşuyor. Değişik ölçülerde muhafazakar partilerin başı çektiği bu blok ne pahasına olursa olsun ulus-devlet ilkesini korumayı amaçlıyor. AB fikrinin, ülkeleri için “yıkıcı” olduğunu savunuyor ve hükümetlerarası Avrupa’ya geçilmesini istiyorlar. İngiltere’nin yükselen siyasi hareketi UKIP, yine İngiltere’de iktidardaki Muhafazakar Parti’nin önemli bir kanadı, Polonyalı ve Çek muhazafazakarlar hareketin başını çeken öncü partiler. Fransa, Hollanda, Macaristan, Danimarka’da da kuvvetleniyorlar. AB’nin en önemli ülkesi Almanya’da euro karşıtı söylemleriyle son yıllarda yükselen AfD adlı parti de muhtemelen bu yılki seçimlerde AP’ye girmeyi başaracak. Almanya’nın da böylelikle ilk defa “AB karşıtı” vekilleri olacak.
Kimlerden oy alıyorlar?
AB genelinde yapılan araştırmalar aşırı sağcıların daha çok işçi sınıfından, özellikle de kalifiye olmayanlar, 50 yaş üstü dar gelirliler ve işsizlerden oy aldığını gösteriyor. Yani küreselleşme sürecinin kaybedenlerinden oy alıyorlar. İskandinavya ülkeleri bu konuda istisna oluşturmakta; bu ülkelerde modernleşme sürecinin kazananları, “kazanımlarını kaybetme korkusuyla” radikal sağa yöneliyor. Radikal ve komünist sol ise işçi sınıfından eskisi gibi oy toplayamıyor. Avrupa’nın güneyinde komünist partilere oy veren işçilerin oranı kuzeye oranla hâlâ daha yüksek. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde ise eski komünist rejimler için “süpermarketlerde fazla mal görmüyorduk ama hiç olmazsa sağlık ve eğitim ücretsizdi, işsizlik de yoktu” diyen orta yaş üstü dar gelirliler radikal sola yöneliyor. Muzafazakar veya milli-liberal partiler ise burjuvazi ve orta sınıfların bir bölümünün oylarını çekiyor.
Elbette AB ülkelerindeki AB karşıtlığı değişik nedenlerle açıklanabilir. Fakat genel olarak bakıldığında, AB’nin güney kanadındaki (İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya, Yunanistan) Avrupa karşıtlığının daha ziyade ekonomik krize paralel ilerlediği görülüyor. Bu ülkelerde sokağın başlıca kaygısı özellikle gençler arasında korkunç boyutlara ulaşmış olan işsizlik. Genel işsizlik oranının yüzde 25’i geçtiği İspanya ve Yunanistan’da, örneğin, 25 yaş altındakilerin işsizlik oranı yüzde 55’leri aşmış durumda. AB genelinde bu oran 2013 sonunda yüzde 23,5 olarak kaydedildi. Avrupa’nın kuzeyi ile Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde ise AB’nin karar alma sürecindeki saydamsızlık parmakla gösteriliyor. Bu ülkelerin halkları AB’de kim hangi kararı nasıl alıyor, onu bilmemekten, anlayamamaktan şikayetçi. AB, Avrupa’nın kuzeyinde ekonomik değil, kurumsal bir krizle karşı karşıya. AB’ye son 10 yılda üye olmuş eski Doğu Bloğu ülkelerindeki durum tamamen farklı. Bu ülkelerde genel olarak AB üyeliğinin “bedeli” ve “euro” korkusu yaşanıyor.
Avrupa Parlamentosu'ndaki güç dengeleri
“Avrupa karşıtı” partiler AP seçimlerinde güç kazanırsa parlamento içinde güç dengeleri nasıl değişir? Aşırı sol ve komünist partilerin AP içinde yıllardır kemikleşmiş bir siyasi grubu var. Bu grubun şu an 35 olan üye sayısının artması bekleniyor. İyimser tahminlere göre yaklaşık 50 üye çıkaracaklar. Yunanistan’da son yerel seçimlerdeki senaryo AP seçimlerinde de tekrarlanırsa, AP’de komünist (ya da Birleşik Sol) grubun dizginleri Yunan üyelerin eline geçebilir. Muhazafazakarların da İngiliz ve Polonyalı parlamenterler öncülüğünde kurulmuş grupları zaten mevcut. Onların sayılarının da artması bekleniyor.
Seçimlerin asıl bilinmeyeni aşırı sağcıların alacakları oy ve çıkaracakları vekil sayısında saklı. Bugün AB içinde aşırı sağın ideolojik temeli Fransa’da FN lideri Marine Le Pen, Avusturya’da FPÖ lideri Heinz-Christian Strache ve Hollanda’da PW lideri Geert Wilders üçlüsünden oluşuyor. Bu üçlü son birkaç yıldır partilerinin “aşırı sağcı” imajını düzeltme ve AP içinde müşterek bir zeminde buluşma konusunda planlar yapıyor. Bu kapsamda “Yahudi düşmanı görünmemek” konusunda stratejik uzlaşıya vardılar. Artık İsrail’i eleştirmiyor, antisemitizm yapmıyorlar. Bunun yerine İslam’ı hedef seçmiş durumlar. “Avrupa’nın İslam işgali altında” olduğunu savunuyorlar. Ortak hedefleri AB’yi çökertmek olduğundan AB politikalarına saldırıyorlar. Ülkelerinde euro hakkında referandum düzenlenmesini, ulusal para birimlerine ve ulusal sınırlara geri dönülmesini, AB’nin genişleme sürecinin durdurulmasını, Schengen serbest dolaşım alanından çıkılmasını ve ABD ile serbest ticaret anlaşması imzalanmamasını istiyorlar. Her geçen gün AB içinde zemin kazanan ve merkez sağ partileri de içine çeken bu fikirleri yeni AP’de de savunacaklar. Çıkaracakları vekil sayısı çerçevesinde AP üzerinden AB içindeki karar alma sürecini bloke etmenin hesaplarını yapıyorlar. Elbette her biri AP cephesinde elde edilecek “kazanımları” ulusal planda kullanmanın planlarını da hazırlıyor. AP’de siyasi grup kurabilmeleri için en az 7 ülkeden 25 parlamenteri bünyelerinden toplamaları gerekiyor. Anketlere bakacak olursak bu oranı fazlasıyla aşacaklar.
Fatura beklenenden ağır olabilir
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın kurumsal inşası Avrupa halklarının gözünde barış sembolü olduğu kadar, ulusların kendilerini dışarıya karşı koruması fikri üzerine oturtulmuş ve böyle kabullenilmişti. Yani ulusların yok olması, uluslarüstü bir kimlik altında ezilmesi diye bir şey söz konusu değildi. Ancak Sovyetik rejimlerin dağılmasının ardından hızlanan küreselleşme süreci, AB’nin ekonomik ve politik entegrasyon sürecini de değişik nedenlerden ötürü hızlandırdı. AB kurumlarının yetkileri ve görünürlükleri arttı. Bu bir bakıma ulusal planda iktidarların da işine gelmedi değil. Ulusal planda işler yolunda gitmediğinde sorumlu olarak AB gösterilmeye başlandı. Kamuoyu buna alıştırıldı. AB bir tür şamar oğlanı haline getirildi. Ciddi bir kriz meydana gelince de AB ile halklar arasındaki ipler koptu. AB bu nedenle artık Avrupa’da bazı halklar tarafından “ulusal bütçeye külfet”, bazıları tarafından da “halkların ulusal gururlarıyla oynayan bir birlik” olarak algılanmaya başlandı.
Küreselleşme sürecinin sermaye, insan, mal, görüntü ve fikir akışını hızlandırması, tüm bunlara hazırlıksız olan Avrupalıları korkutuyor. Bu korku öfkeye dönüşünce kendisini seçim sandığında radikal partilere oy olarak gösteriyor. Küreselleşme çılgınlığında kaybolan Avrupalı, selameti ulusal kimlikleri, ulus-devleti ve küreselleşme karşıtlığını savunan siyasi hareketlerde arıyor. 2008 yılında başlayan ekonomik ve finansal krizin sonuçları Avrupa’da sokağa daha yeni yansımaya başlıyor. Bu nedenle 22-25 Mayıs tarihlerinde yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinin AB’ye faturası beklenenden de ağır olabilir.