Berlinale’nin neredeyse gelenekselleşen bir kuralı var. Açılış filmi genelde vasat kalitede olur, festival ilerledikçe çıta da yükselmeye başlar. Berlinale bu yıl daha galasında turnayı gözünden vurdu. Festival Amerikalı yönetmen Wes Anderson’un “The Grand Budapest Hotel” adlı filmi ile son yılların en iyi açılışına sahne oldu.
Yarışma bölümünde, Altın ve Gümüş Ayı ödülleri için çekişecek 20 filmden biri olan “The Grand Budapest Hotel” için, Ralph Fiennes, F. Murray Abraham, Tilda Swinton, Edward Norton, Willem Dafoe, Bill Murray, Jeff Goldblum, Saoirse Ronan, Adrien Brody, Jude Law, Harvey Keitel, Owen Wilson, Tom Wilkinson ve henüz ikinci filmini çeken Tony Revolori gibi çok parlak bir kadro kamera önüne geçmiş. Anderson bu kadroyla, her saniyesi sinema sanatının meraklılarını tatmin edecek bir eser yaratmış.
Mösyö Gustave’nin maceraları
Avusturyalı yazar Stefan Zweig’in eserlerinden esinlenerek oluşan senaryo, birbirinin içine geçmiş zaman düzlemlerinde geziniyor ve filme adını veren otelin kapı görevlisi olarak çalışırken oteldeki misafirlere danışmanlık hizmeti de veren, her türlü özel isteği anında yerine getiren Mösyö Gustave'nin hikâyesini konu alıyor.
Söz konusu otel, 1. ve 2. Dünya Savaşları arasında Avrupa’daki (kurgu) Zubrowka Cumhuriyeti’nin en lüks otellerinden biridir ve aristokrasinin buluşma noktasıdır. Mösyö Gustave de özellikle ileri yaştaki kadın misafirlerin özel isteklerini yerine getiren, şiire meraklı ve neredeyse kendisi de asilzade görünüşlü bir hizmetkârdır. 16 yıldır her sezon otele misafir olan ve Mösyö Gustave ile özel bir ilişkisi olan 80’lik Madame D.'nin öldürülmesi ve paha biçilemeyen bir tabloyu Mösyö Gustave’ye miras bıraktığının öğrenilmesinden sonra cinayet, soygun ve entrika dolu bir macera başlar. Arka planda ise savaşın ayak seslerinin duyulduğu Avrupa’da tehditkâr bir şekilde değişen siyasi atmosfer kendini hissettirmektedir.
Her karesi Anderson kokuyor
2002'de “The Royal Tenenbaums” ve 2005'te "The Life Aquatic with Steve Zissou" ile festivalin yarışma bölümüne katılan Wes Anderson kariyerindeki en iddialı yapımlardan biri ile Berlinale’ye gelmiş. Film, Anderson'un filmlerine özgü özelliklerin hepsini içeriyor: Egzantrik karakterler, her cümlesi zekâ kokan bir senaryo, trajediye göz kırpan ama her dönüm noktasında bizi gülümseten bir mizah anlayışı, simetrinin ön planda olduğu kamera tekniği, “Evet, bu sahnede kullanılabilecek en iyi şarkı bu” dedirten müzik seçimi ve tabii ki en ince ayrıntısına kadar özenle dokunmuş bir sanat yönetmenliği. Tüm bunların harmanlanmasından ortaya tipik bir Anderson filmi çıkıyor. Filmin her karesi 'ben bir Wes Anderson filmiyim' diyor.
Filmde yönetmene özgü görsel öğelerin lezzetini kaybettiği tek bir kare yok. Hatta insanın filmi gördükten sonra bütün sahnelerinin resmini çekip, her bir kareyi bir tablo gibi duvara asası geliyor. İsimlerini yan yana görünce sinemaseveri kendinden geçirten birbirinden parlak oyuncuların nasıl bir heves ve zevk ile Anderson'un evreninde hareket ettiğini görmek de ayrı bir keyif veriyor. Açılış filmi “The Grand Budapest Hotel”i gören, bu yılki Berlinale'den birbirinden kaliteli filmler bekleyecektir.