23 Ocak 2019 20:57
Güncelleme: 24 Ocak 2019 00:08
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU
Türkiye basın tarihinde haberleri, yazıları, dosyaları ve kitaplarıyla büyük bir iz bırakan gazeteci Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin üzerinden tam 26 yıl geçti. 24 Ocak 1993’te, Ankara’nın o karlı ve soğuk gününde henüz çocuk olup patlamanın sesiyle sarsılanlar bugün orta yaşlarına merdiven dayadı. Suikastin işlendiği gün, sonradan Mumcu’nun isminin verildiği Karlı Sokak’ta “devlet büyüklerinin geleceği” gerekçe gösterilerek çalı süpürgesiyle delillerin süpürülmesi, 26 yıllık süreçte yaşanacakların habercisi gibiydi.
90’lı yılların karanlığı kendisini cinayetlerle gösteriyordu. Enseden sıkılan kurşunlar, bombalı paketler, araçlara konulan bombalar.
Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Musa Anter de bu saldırıların hedefi olan isimlerdi.
Bu cinayetlerin işlendiği dönemde, suikastlerin tek elden çıkmış olabileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Ancak 2000 yılında başlatılan Umut Operasyonu’nda tam 18 benzer olay birleştirildi ve bu eylemlerin tamamının “Selam/Tevhid-Kudüs Ordusu” adlı örgüt tarafından gerçekleştirildiği iddia edildi. İddiaya göre, 1988-1999 arasında gerçekleştirilen 18 ayrı saldırıyı bu örgüt yapmıştı. Çetin Emeç, Turan Dursun suikastlerinin de aralarında olduğu 5 ayrı eylem ise “İslami Hareket Örgütü” tarafından gerçekleştirilmişti.
Yargıya göre, her iki örgüt, İran’da Kudüs Ordusu ve İran gizli servisi Sawama ile bağlantıya geçip siyasi ve askeri eğitim almışlar, silah ve patlayıcı madde temin etmek gibi faaliyetlerde bulunduktan sonra saldırıları yapmışlardı. Ancak uzun zaman tüneli, yargının kayıt altına aldığı tüm bu cinayetlerle ilgili soru işaretlerinin, ilk günkü yerlerinde durduğunu gösterecekti.
Uğur Mumcu ve ailesi, o zamanki ismiyle Köroğlu Caddesi’nin paralelinde, Çankaya’nın tam ortasında, sakin ve sessizliğiyle bilinen Karlı Sokak’ta oturuyordu. Mumcu, tüm ülkenin tanıdığı, kitapları, yazıları, haberleri ve görüşleriyle en çok dikkati çeken gazetecilerin başında geliyordu.
Mumcu, uzun zamandır tehditler alıyordu ve yakın dostlarına kendisine yönelik bir eylem olabileceği kuşkusunu dile getiriyordu. Aslında ülke öyle bir psikoloji altına girmişti ki Uğur Mumcu ya da tanınmış bir başka gazeteciye yönelik saldırı ihtimali kimseyi şaşırtmıyordu. Herkes, kimin tehdit altında olduğunun farkındaydı.
Devlet de farkındaydı, ama nedense Mumcu’ya koruma verilmiyordu. Mumcu, her sabah arabasını aynı tedirginlikte çalıştırıyor, telefonları bu şekilde açıyor, bir yere gittiğinde etrafı kolaçan etmek zorunda kalıyordu.
Başka ne yapabilirdi ki?
Ama vazgeçmiyordu. Silah kaçakçılığından örgütlerin uyuşturucu bağlantılarına, laiklik karşıtı odakların dış bağlantılarından ABD’nin bu kesimlerle ilişkilerine kadar hemen her konuda yazmayı, araştırmayı sürdürüyordu. Masa başı gazetecisi değildi. Oturduğu yerden yazılar yazarak gününü geçirmiyor, farklı ülkelere kadar gidip, konularla ilgili en kritik isimlere ve belgelere ulaşıyor ve okurlarına aktarıyordu.
24 Ocak 1993 Pazar günü sabahı, Çankaya’nın hemen her yerinden duyulan patlama sesiyle irkildi Ankara.
Uğur Mumcu artık yaşamıyordu.
Kısa zaman içinde polis, itfaiye, olay yeri inceleme ekipleri Karlı Sokak’a akın etti. Aile, kendine gelmeye çalışıyordu. Ama önemli olan bu değildi devlet için! Devlet büyükleri gelecekti, hazırlık yapılmalıydı. Elde çalı süpürgesi ile bomba kalıntıları ve diğer kanıtlar süpürülmeye başlandı. Ülkeyi yönetenlerin “namus borcumuz” diyerek aydınlatma sözü verdikleri suikaste ilişkin yargı sürecinin akıbeti de daha o zaman anlaşıldı.
Dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) görevli askeri savcılarından Ülkü Coşkun, soruşturmada görevlendirilen isimdi. Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral’la birlikte soruşturma için Mumcu’nun evine giden Coşkun’un, “Üzerime gelmeyin, bu işi devlet yapmıştır” şeklindeki sonradan reddedilen sözleri tarihe geçti. Tıpkı dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın, aileyi ziyaretinde paylaştığı, daha sonra söylediğini reddettiği “Bir tuğla çekersek duvar yıkılır” sözleri gibi.
Ancak cinayetten sonra yaşananlar, reddedilen bu söylemlerin bir bir gerçekleşeceğini gösteriyordu. Soruşturma ilerlemiyor, Uğur Mumcu’nun evini arayanların listesi bile PTT’den istenmiyordu. Ekspertiz raporları televizyon programlarında açıklanıyor, savcılık buna karşı bile işlem yapmıyordu.
Bu gelişmelerin ardından Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu, Savcı Ülkü Coşkun’un soruşturmayı savsakladığı gerekçesiyle Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Müfettişler, soruşturmadaki ihmalleri ortaya çıkardı. Ancak Coşkun, asker olduğundan Milli Savunma Bakanlığı’nın işlem yapması gerekiyordu. O işlem hiç yapılmadı.
TBMM’de 1997’de çalışmalarını tamamlayan Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu’nun raporu, katilleri işaret etmese de cinayetin adım adım nasıl geldiğini göstermesi açısından önemliydi.
Komisyon, Mumcu’nun tehditlere rağmen korunmadığını, savcıların görevi ihmal niteliğinde eylemlerinin olduğunu açığa çıkarttı. Bütün bu süreçlerin aydınlanması için, raporun sonuç bölümünde şu önerilerde bulunuldu:
1 - Soruşturmayı savsaklayan ve görev kusuru olan DGM eski Başsavcısı Nusret Demiral ve DGM Eski savcısı Ülkü Coşkun,
2 - Uğur Mumcu'yu koruma konusunda gerekli önlemleri almayan Ankara Valisi ve her kademede görev yapan diğer ilgililer,
3 - Soruşturmanın gizliliğini ihlal eden ve 18.02.1993 tarihinde TRT'de yayınlanan Perde Arkası programına katılarak görüş belirten kamu görevlileri,
4 - Soruşturmanın gizliliğini ihlal eden ve 20.09.1993 tarihinde yayınlanan Ateş Hattı Programına tanık Ayhan Aydın'ı (Not: O dönemki şüphelilerden biri) götüren güvenlik görevlileri,
5 - İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde görevli polisler olup, tutanakta (Not: Olay yerindeki bazı kanıtlarla ve şüphelilerle ilgili tutanaklarda tarih oynaması yapılarak, cinayetten sonraki bir tarihin atıldığı kuşkusu doğmuştu) tahrifat yapan ve imha tutanaklarını tanzim edenlerle, diğer ilgili ve görevliler hakkında, inceleme, araştırma ve gerekli soruşturmanın yapılması uygun olacaktır.
Ancak bu önerilerin hiçbiri ile ilgili adım atılmadı. Soruşturmanın savsaklanması, Mumcu’nun korunmaması konusunda kimse hesap vermedi.
Danıştay 10. Daire, devletin koruma yükümlülüğüne rağmen adım atmaması nedeniyle Mumcu ailesine tazminat ödemesine hükmetmesine rağmen de ihmali olanlar için işlem yapılmadı.
Komisyonun çalışmaları çarpıcı bir bilgiyi de açığa çıkartmıştı. Mumcu, C4 tipi patlayıcı ile öldürülmüştü. Emniyete, elinde C4 olup olmadığı sorulduğunda, daha önce ele geçirilen 68 kiloluk malzemenin 43 kilosunun imha edildiği belirtilmişti. Geri kalan 25 kilo ile ilgili bir bilgi yoktu. Sonradan bu konuda bir tutanak düzenlenmişse de bu tutanakta 25 kilo değil, 250 gram patlayıcının imha edildiği görülüyordu. Geriye kalanların ne olduğu ise hâlâ faili meçhul.
Bir başka tespit, TBMM komisyonuna emniyetten gelen dosyayla yapıldı. Dosyadan, DGM Başsavcısı Demiral’ın gönderdiği, komisyona belge verilmemesi talimatını içeren yazı çıktı. Komisyon üyeleri, bu konuda açıklama üzerine açıklama yapsa da yine sonuç alınamadı.
1998’in sonlarında ise Abdullah Argun Çetin adlı, karanlık bağlantıları olan bir kişi medyayı gezerek, Mumcu cinayetiyle ilgili bilgileri olduğunu anlatmaya başladı. Kısa sürede tutuklandı. Çetin’in vereceği bilgilerle cinayetin aydınlanabileceği düşünüldü, ancak bilgileri çelişkiliydi. 23 aylık tutukluluktan sonra Çetin serbest bırakıldı ve umutlar yine boşa çıktı.
Mumcu cinayetini aydınlattığı iddia edilen Umut (Uğur Mumucu Uzun Takip) Operasyonu ise Ocak 2000’de Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu'nun Beykoz'daki villasına yapılan baskında bulunan hard disklerin incelenmesinden sonra başlatıldı. Buradaki bilgilerden İstanbul'da “Tevhit - Selam / Kudüs Ordusu” adlı örgütün İran bağlantısıyla eylemleri yaptığı şüphesi doğdu.
Büyük bir operasyonla iki kişi yakalandı. Bu iki kişiye, Mumcu cinayeti başta olmak üzere Ankara’da işlenen benzer suçlarla ilgili tatbikat yaptırıldı. Her ikisi de cinayetleri kabul ediyor, ayrıntılarla basının önünde bilgi veriyordu. Yusuf Karakuş ve Abdülhamit Çelik’in asıl şüpheliler olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Her ikisi de işkence altında ifade verdiklerini söyledi. Birkaç gün içinde Karakuş ve Çelik’in bağlı olduğu aynı örgütün üst düzey isimlerine yönelik operasyon yapılması, işkence iddialarını güçlendirdi.
Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, konuyla yakından ilgileniyordu. Yapılan soruşturma temmuz ayında tamamlandı. 11 Temmuz 2000'de Ankara 2 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde (Uğur Mumcu, Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok cinayetlerini de içeren) 18 olayın konu edildiği "Umut Davası"nda 15'i tutuklu, 17 sanığın yargılanmasına başlandı. İddianamede, Mumcu'nun aracına konan bombanın Ferhan Özmen tarafından yapıldığı ve araca Necdet Yüksel'in gözcülüğünde Oğuz Demir tarafından yerleştirildiği ifade edildi.
İlk yargılama sonunda sanıklardan Necdet Yüksel, Rüştü Aytufan ve Ferhan Özmen'e "Anayasal düzeni cebren değiştirmeye teşebbüs etme" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Örgütün İran bağlantısını sağladığı iddia edilen Ali Akbulut, Selahattin Eş, Ahmet Cansız, Aydın Koral ve firari sanık Oğuz Demir hakkındaki dosya ayrıldı.
2002'de Yargıtay Necdet Yüksel'e ve Rüştü Aytufan'averilen hapis cezaları onadı. Hakkındaki ilk karar bozulan Özmen’e 28 Temmuz 2005'te Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ağırlaştırılmış müebbet, Ekrem Baytap da 15 yıl hapis cezası aldı.
Yedi sanık (Abdulhamit Çelik, Hasan Kılıç, Mehmet Ali Tekin, Mehmet Şahin, Fatih Aydın, Muzaffer Dağdeviren ve Yusuf Karakuş) altı yıla kadar hapis cezasına çarptırıldı. Sanıklar hakkında ceza indirimi yapıldı. Firari sanık Oğuz Demir'in dosyası ayrıldı.
2006'da Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Özmen hakkındaki kararı onadı. Sanık Baytap'a verilen 15 yıl hapis cezası bozuldu. Diğer sanıkların ise cezalarında indirime yol açan Topluma Kazandırma Yasası'ndan yararlanamayacaklarına işaret edildi.
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, 2009'da “Tevhid-Selam ve Kudüs Ordusu” örgütü mensubu Ali Akbulut, Selahattin Eş, Ahmet Cansız ve Aydın Koral'ın yargılanmasına başlandı. Sanıkların Tahran'da yaşadığı ve örgütün İran bağlantısını sağladıkları belirtildi. Firari Oğuz Demir ile birlikte bu sanıklar hâlâ aranıyor.
Mahkeme, 17 Aralık 2013’te, sanıklardan Mehmet Ali Tekin, Hasan Kılıç ve Ekrem Baytap’ı “silahlı suç örgütü kurma ve yönetme” eylemlerinden 12 yıl 6’şar aya; Abdulhamit Çelik, Fatih Aydın, Yusuf Karakuş, Mehmet Şahin ve Recep Aydın da “silahlı suç örgütü üyesi olmak” suçundan 6 yıl 3’er ay hapse mahkûm etti.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi, bu kararı 31 Mart 2014’te onadı. Onama kararında, “Tevhid Selam Kudüs Ordusu” örgütünün, 1988-1999 arasında Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi olaylarının da aralarında bulunduğu 18 ayrı saldırıyı gerçekleştirdiği belirtildi.
Kılıç, Karakuş ve Şahin, 17 Temmuz 2014 ve 8 Ağustos 2014 tarihlerinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulundu. Başvurucular, gözaltında haklarının hatırlatılmadığını, azami gözaltı süresinin aşıldığını, haksız olarak tutuklandıkları ve gözaltına alındıkları gerekçesiyle kişi hürriyeti ve güvenliği haklarının ihlal edildiğini, ifadelerinin işkence altında alındığını, avukat huzurunda alınmayan ifadelerinin hükme esas alındığını, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini öne sürdüler.
Yüksek mahkeme, başvurucuların avukat yardımından yararlanma hakkıyla bağlantılı olarak hakkaniyete uygun yargılanma hakkı ve yargılamanın 13 yıl 10 ay 25 gün sürmesi nedeniyle makûl sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verdi. Karakuş ve Şahin’e 10’ar bin, Kılıç’a 18 bin lira manevi tazminat ödenmesine hükmedildi. 2017’deki bu karar uyarınca, 3 sanık yönünden yeniden yargılama süreci başladı.
Gelinen noktada, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alanlar dışında davanın sanıklarından cezaevinde kalan yok.
Mehmet Şahin, Talip Özçelik ve Mehmet Kassap 1 Nisan 2005’te yürürlüğe giren yeni TCK’da haklarında daha düşük ceza öngörüldüğünden, cezaevinde geçirdikleri 5 yıl gözönüne alınarak tahliye edildi.
Sanıkları evinde barındırdığı iddiasıyla hakkında dava açılan Arif Tari, Şartla Salıverme Yasası'ndan yararlandırıldı. Süreç içinde, sadece üyelikten ceza alan diğer isimler de yeni TCK nedeniyle tahliye edildi.
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde ikinci kez yargılanan ve hakkındaki ceza Yargıtay incelemesinden henüz geçmeyen sanıklardan Muzaffer Dağdeviren 22 Eylül 2005'te İstanbul Fatih'te girdiği bir silahlı çatışmada başından vurularak öldürüldü.
Firari diğer isimlerden farklı olarak davanın en kritik ismi görülen Oğuz Demir, 26 yıldır kayıp. 1971 doğumlu olan Demir, “arananlar” listesinde ve 600 bin TL ödülle aranıyor. Hakkında İran’da olduğu iddiaları de dile getirilen Demir’in, Ankara’da yapılan operasyon sırasında kaçtığı ve sınır kapısından yasal yollarla geçtiği sanılıyor. 2023’e kadar yakalanmaması durumunda Demir’in hakkındaki dava zamanaşımından düşecek.
Neden tatmin etmedi?
Umut Operasyonu ve davası, kapsamının büyüklüğüne rağmen kimseyi tatmin etmedi. Kamuoyunda hâlâ Uğur Mumcu’nun ve diğer isimlerin faillerinin bulunamadığı algısı hakim. Bunun en büyük nedeni, kritik süreçlerde ihmalleri saptanan kamu görevlileri hakkında işlem yapılmamış olması. Yakalanan ilk iki sanığın işkence altında suçlamaları kabul ettiği iddiası da soruşturmaya gölge düşürdü. En önemlisi, yargının açıkça İran’ı işaret etmesine rağmen Türkiye, diplomatik olarak herhangi bir adım atmadı. Bu tip sarsıcı cinayetlerin istihbarat desteği olmadan yapılamayacağı düşüncesi ve bu konuda somut tespitlerde bulunulamaması da 26 yıl sonra Mumcu cinayetinin ardındaki perdenin hâlâ aralanmadığı yorumlarına yol açıyor.
© Tüm hakları saklıdır.