Özel Dosya

Adım adım, didik didik Kabataş olayı

Zehra Develioğlu'nun başına, en azından anlattığı türden aklı zorlayan işler gelmiş olabilir mi? Polisteki ifadesinde hangi noktalar dikkati çekiyor? Yapılan açıklamalar ve yazılan yazılarda hangi olgular, ne gibi tutarsızlıklar var?

20 Şubat 2014 02:06

Ümit Kıvanç yazılarını yayınladığı  http://riyatabirleri.blogspot.com.tr blogunda “Kabataş Meselesi” ana başlığı altında ardarda dört yazı yazdı. Uzun ve çok ayrıntılı bir tarama, derleme, araştırma çabasının ürünü olan bu yazılar, artık bir genç kadının tacize uğrayıp uğramadığının çok ötesine taşmış, bir siyasal tartışmaya dönüşmüş “Kabataş Meselesi”ni gazetecilik mesleği açısından övgüye değer bir nesnellikle irdeliyor. Başta Başbakan olmak üzere çeşitli tarafların iddiaları yüzünden karmaşık, bulanık hale gelmiş “Kabataş Meselesi”nde zihin açıcı bir işlev taşıyan yazıları tek dosya halinde T24 okurlarına sunuyoruz. Dileyenler Ümit Kıvanç’ın bu ve başka konulardaki yazılarına Riya Tabirleri blogundan ulaşabilirler… 

*    *    *

ÜMİT KIVANÇ

"Kabataş'taki saldırı" hadisesine dair tavır belirleme zorunluluğundan kimse kendini muaf tutamaz; benden söylemesi. Görüntüler ortaya çıktığından beri, en ufak söz edene kulak kabartıyorum, tavırlara bakıyorum, hissetmeye-anlamaya çabalıyorum. Hem şimdilik kaydıyla varabildiğim sonuçları özetleyeceğim; belki birilerine yardımı dokunur; hem de belge olsun, kayda geçsin bâbından bir yazı koyuyorum buraya.

Önce geri saralım: 1 Haziran 2013 günü Kabataş'ta olup bittiği iddia edilenler başından beri fazlasıyla şüphe uyandırıcı, inandırıcılıktan uzaktı. Buna karşılık, başörtülü bir genç kadına terbiyesizlik yapacak evsafta insanların varolduğu bilindiğinden, vicdan ve izan sahibi insanlar o sırada, muhtemelen bir sözlü sataşma, belki küfür edilmiş olabileceğine ihtimal verdiler. Ancak, "üstleri çıplak, alınları bandanalı yetmiş-seksen kişi"nin, arabasındaki bir bebeği yaralaması, onca kalabalığın ortasında birilerinin bir kadının üzerine işemesi, cinsel organını başına sürtmesi, olsa olsa, satanizm efsaneleriyle okur gazlamayı planlayanlara yaraşır fanteziler olabilirdi. Bütün bunların üstüne bira şişesi tokuşturarak kahkahalar atanlarsa, daha çok, Yeşilçam'ın kötülerini andırıyordu.

Peki nasıl oldu da birçok insan, bu kâbusvâri tasvirlere karşı sesini çıkarmadı?

Çünkü genç bir kadın, kendisine sataşıldığını, itilip kakıldığını, bebeğine zarar verildiğini iddia ediyordu ve bir kadın saldırıya uğradığını söylüyorsa önceliği kadının dediklerine veririz.

Şimdi, aslında Zehra Develioğlu'nun başına en azından anlattığı türden aklı zorlayan işlerin gelmediğini gösteren kamera kayıtları ortaya çıktı. Elbette bunların tam da şimdi ortaya çıkması, tıpkı yolsuzluk operasyonuna benziyor: içerik hayırlı, maksat siyasî.

Dolayısıyla, hükümet propagandacılarının ilk savunma hamlesinin bu noktayı hedef alacağı aşikârdı, öyle oldu. Ne yazık ki, hiçbirimizin artık tamamen lağvedilmiş olan hukuk düzeninin icaplarına filan takılacak hali yok. Ama efendim, bu kayıtlar nasıl elde edilmiş, tam da şimdi, üstelik Doğan Grubu televizyonunda (Kanal D) nasıl servis edilmiş!.. Bu yaygaralar sahtekârlıktan başka şey değildir; geçiyoruz. Çünkü 1 Haziran 2013 günü Kabataş'ta genç bir kadının başına o korkunç olaylar geldi mi gelmedi mi, bunu bilmek istiyoruz. Hükümet propagandacılarının böyle bir derdi olmaması normal. Çünkü Kabataş saldırısı Gezi isyanı sırasında bir motif olarak kullanıldı, misyonunu tamamladı, şimdi bir an önce unutulsa isabet olur, herhalde, onlara göre. Maalesef bu olayı kafasına takmış vicdan ve izan sahibi insanlar için böyle değil.

 

Bu, herhangi bir saldırı değil

 

Propagandacı ekibin savunmasında ikinci ana unsur şu: Bu görüntüler hiçbir şey olmadığını kanıtlamaz; hem zaten saldırıya uğradığını söyleyen kadına inanmak esastır.

Eyvallah, zaten pek çoğumuz bu yüzden sustuk. Fakat burada, herhangi bir zaman herhangi bir kadının uğradığı saldırıdan bahsetmiyoruz; başbakan ve çeşitli siyasîlerin dillerine dolayıp siyasî mücadele aracı haline getirdikleri, kullandıkları, büyük kalabalıkların birbirine girmesine yol açacak, yürek burkucu, iç kanırtıcı, kafa bozucu, maneviyat tahrip edici bir provokasyon motifinden bahsediyoruz. Ayrıca, kanıtlanabilecek, kanıtlanması gereken, aynı şekilde aksi de kanıtlanabilecek bir olaydan bahsediyoruz. Bu, bir kadının tenhada saldırıya uğraması değildir. Basitçe, "başka tanık yoksa kadının sözüne bakarız, o kadar" deyip kestirip atılabilecek bir olay değildir. Her şeyden önce, olayın geçtiği yer itibarıyla başka tanık olmaması mümkün değil. (Bugüne kadar her şeye rağmen mağdurenin sözüne -akıllara zarar ayrıntılara değil ama "saldırıya uğradım" demesine- öncelik verdiğimi, içimdeki bütün şüpheye rağmen çenemi tuttuğumu hatırlattıktan sonra devam ediyorum.)

Görüntüler ortaya çıktıktan sonra gösterilen tepkiler, ne olduğu ne olmadığı hakkında üç aşağı beş yukarı bir şeyler anlayabilmek için pekâlâ hesaba katabileceğimiz işaretlerdir. Meselâ Yeni Şafak'ın internet sitesinde, "Önce tekmelediler, sonra taciz ettiler" başlığıyla sunulan "haber"de, mağdurenin ifadeleri yayımlanmıştı. Güya bu ifadelere yeni ulaşılmış gibi yapılıyordu. İfadelerle yeni ortaya çıkan görüntüler karşılaştırılarak akıl yürütülmüyordu. Zehra Hanım'ın akıllara durgunluk veren ifadesi tekrarlanıyordu. Yeni Şafak'ta bu olayla ilgili, özel olarak hazırlanmış başka herhangi bir haber yoktu. Yani gazete kendini işe karıştırmıyor, ifadeyi aktarıyor. Sahip çıkar gibi yapıyor ama tam da sahiplenmiyor.

Star ise, önce sadece Zehra Develioğlu'nun avukatının açıklamasını haberleştirdi, akşam saatlerinde, Kanal 24'te yayımlanan, birazdan değineceğim programın özetlenmiş bir dökümünü aktarıp sitesine koydu. Sunuşta her zamanki militanlık, pervasızlık, kararlılık yoktu. Haberin içerideki başlığı, "Osman Develioğlu'dan Kabataş'ta gelinine yapılan saldırıyla ilgili çarpıcı açıklamalar"dan ibaretti. (Bu gazeteyi her zamanki mücadelesi içerisinde izleyenler, niye "ibaretti" dediğimi anlayacaklardır.) Derken, geceyarısına doğru buna "Star TV çarpıtmada sınır tanımadı" manşeti eklendi. Star TV, biliyorsunuz, gazetenin adaşı, ama karşı kampta. Televizyon kanalı, Zehra Develioğlu'nun "70-100 kişi" olarak verdiği saldırgan sayısını "700"e çevirmiş, mağdurenin "yedi yüz kişinin saldırısına uğradım" dediğini iddia etmişti. Star gazetesi, bütün olayda, bula bula, adaşının olaya ve tartışılmasına dair hiçbir şeyi değiştirmeyen bu yanlışını bulabilmişti mevzu edecek. (Halbuki bu arada Yeni Şafak da saldırganları "yüzlerce kişi"ye çıkarmıştı: "... yüzlerce kişi mağdurun yanına geldi tartaklamaya ve tokatlamaya başladı...")

Bunları katlayıp bir kenara koyalım ve kendi görüşümüzü oluşturabilmek için biraz derine dalalım.

 

Develioğlu'nun ifadesi

 

Önce Zehra Hanım'ın saldırıdan birkaç gün sonra verdiği ifadenin büyük bölümünü sunuyorum. Olay üzerine konuşacak herkes, burada ortaya sürülen ayrıntılara dair fikir belirtmek zorundadır. Bu ifadenin ayrıntılarını bilmeden olaya dair konuşulamaz. Çünkü Başbakan ve bilumum yandaşlarının silaha dönüştürerek kullandığı iddia, Zehra Hanım'ın herhangi bir şekilde tacize, saldırıya uğraması değil, burada anlatılanların gerçekliğidir.

Evet, Zehra Hanım anlatıyor:

"... hakaret ederek insanları rahatsız ediyorlardı, kendilerine de karşılık veren olursa tartaklıyorlardı, bu şahıslar arasında bulunan erkek şahısların büyük bir kısmının üst kıyafeti yoktu, kimisinin kafasında siyah renkli bantlar bulunuyorlardı, yine şahısların bir kısmının üzerinde çeşitli takımlara ait taraftar forması bulunuyorlardı, bu kalabalık grup benim bulunduğum yere geldiklerinde, kalabalık grup bana da saldırıp, taşkınlık yapabilirler düşüncesiyle biraz daha duvar dibine yaklaşıp kenara çekildim. Grubun önünde yürüyen şahıslardan; tahminen 22-23 yaşlarında, zayıf yapılı, 1.55-1.60 boylarında, minyon tipli, siyah renk uzun saçlı, koyu renk sürmeli gözlü, başında siyah bant bulunan, kalın askılı beyaz badi, ön tarafında siyah renk Che Guevara resmi bulunan, altında açık mavi kot pantolon bulunan bayan şahıs vardı, eşkalini bildirmiş olduğum şahıs yanıma gelip durdu, ani bir şekilde benim başörtümü tutarak önce yukarıya doğru kaldırdı ben ne olduğunu anlamadan yüksek sesle, 'Tayyip'in o... buldum beyler, gelin...' diye bağırmaya başladı. Elimin içinde kızımın bulunduğu bebek arabasını tuttuğumdan dolayı hızlı hareket edemedim, ancak kafamı çekerek başörtümü bu kızın elinden kurtarmaya çalıştım ancak başaramadım, ben çabalamaya devam ederken kalabalık grup içerisinden eşkalini göremediğim erkek bir şahıs benim sol yanağıma tokat attı, benim dengem bozulduğundan dolayı bebek arabası elimden kurtuldu, sırt üstü yere düştüm, kalabalık grup benim etrafımı sardılar, etrafımda bulunan şahıslar benim üzerime doğru tükürmeye, tekmelemeye başladılar, ben yerden kalkmaya bu şahıslardan kurtulmaya çalıştıysam da, çok kalabalık olduğundan başaramadım.

 

'Üç-dört kişi idrar yaptılar'

 

Şahıslar beni tekmelerken 'Şerefsizin evladı, o... çocuğu, eşarplı kaltak', 'Biz devrim yapacağız, kökünüzü kazıyacağız Türkiye'den', 'Hayvan kaltak, Tayyip'i de seni de s... yollayacağız bu ülkeden' şeklinde yüksek sesle bağırıp hakaret ettiler, bana tekme vuruyorlardı, ben kendimi korumak için iyice kapandım, kalabalık arasından bebek arabasının arkasında, 28-30 yaşlarında, şişman yapılı, kahverengi kıvırcık saçlı, beyaz tenli, kahverengi gözlü, etli büyük geniş burunlu bir kişi bebek arabasının tutarak sallıyordu, arabanın içerisinde kızım aşağı-yukarı zıplıyordu. Kendimi bu şahısların arasından alıp, çocuğumun yanına gidemedim, gözümü dahi açamadım, bu şahıslar arasındaki kişilerden yanılmıyorsam 3-4 kişi benim üzerime idrarlarını yaptılar, tam bu esnada bir kadın sesiyle 'başörtüsüne, başörtüsüne işeyin' şeklinde bağırıyordu, ben aldığım darbeler, şahısların küfür ve hakaretlerinden dolayı korkmuştum, bu şahısların yüzünü göremedim, eşkalini veremiyorum. Bu esnada ben kendimi korumak için yüzümü yere, sırtımı havaya bakacak şekilde yere kapaklandım, etrafımdaki şahıslar yine bana tekme atmaya devam ediyorlardı, ben kafamı dahi kaldıramadım, birden şahısların bana vurmaları kesildi, tam bu esnada bir şahıs benim başıma doğru erkeklik organıyla sürtünmeye başladı, başka bir şahıs da benim arkama geçerek cinsel bölgesiyle sürtünüyordu, yine vücudumun değişik yerlerinden cinsel saldırıda bulunanlar vardı, ben şahıslardan emekleyerek kaçmaya çalıştım ancak başaramadım, bir ara kafamı kaldırdığımda beni baş kısmımdan sürtünmek suretiyle cinsel saldırıda bulunan şahıs tahminen 27-28 yaşlarında, uzun boylu, zayıf yapılı, beyaz tenli, kalın kaşlı, düz kısa dik saçlı, uzun yüzlü, kemikli ve çıkık burunlu olduğunu gördüm diğer şahısların yüzünü göremedim eşkalini veremiyorum.

 

'Kahkahalar attılar'

 

Kısa bir süre sonra yüksek bir sesle 'Heyecan var İnönü Stadında, araba yakıyoruz' diye bağırma sesi duydum, bu sesten hemen sonra benim etrafımdaki şahıslar dağıldılar ve İnönü Stadyumu istikametine doğru yürümeye başladılar, ben de ani bir şekilde yerden kalktım ve 3-4 metre ileride bebek arabasının yanına gittim, 6 aylık kızım ağlıyordu, sol ayak diz altında küçük bir sıyrık vardı, kanamıştı, yine sol kolunda morluk vardı, ben kendisini susturmaya, kendim de toparlanmaya çalıştım ancak başaramadım, bu esnada yine yoldan geçen gruplar halinde insanlar vardı, ancak bu insanlar bana ve çocuğuma saldırmadılar, olay esnasında bana saldıran protestocu gruplar dışında çevrede bulunan insanlar da yardımcı olmadılar. Bana cinsel saldırıda bulunan, darp ve hakaret eden protestocu şahısların arkalarından baktığımda iki şahsın ellerinde bira şişesi olduğu ve bu bira şişesini karşılıklı tokuşturduktan sonra içtiklerini, kahkahalar atarak güldüklerini gördüm, bu şahıslardan sol tarafta bulunan kırmızı üzerine beyaz çizgili enli tişört bulunuyordu, sağ tarafta bulunan kişi krem tonlu bir tişörtü bulunuyordu, bu şahısları arkadan gördüğümden dolayı başka da net bir eşkal veremiyorum. Protestocu grupların gitmesinden tahminen 3-4 dakika kadar sonra eşim Kabataş İskelesi tarafından benim bulunduğum yere yürüyerek geldi, ben yaşadığım olayların etkisi ile ağlıyordum, eşim bana ne oldu diye sorduğunda üzüntümden ve eşimin bana saldıran şahıslara karşılık vereceğini bildiğimden, yine bulunduğumuz yerde kalabalık bir şekilde protestocu grupların gelip geçmesinden dolayı kendisine bir şey söylemedim..."

Zehra Develioğlu ifadenin devamında, olayın ayrıntılarını anca birkaç gün sonra kayınvalidesine anlattığını, olayın etkisiyle birkaç gün evden çıkamadığını, 5 Haziran günü savcılığa giderek şikâyetçi olduğunu belirtiyor.

 

Bazı sonuçlar

 

Samimi fikrim şu: Zehra Hanım'ın bir grup terbiyesizden hakaret görmüş olabileceğine ihtimal veriyorum (meselâ geçerken laf atmış olabilirler), ama anlattıklarının anlattığı şekilde gerçekleşmiş olabileceğine inanmıyorum.

İlkin, birçok pratik, teknik sebep ve mantıkî engel, olayı anlatıldığı şekliyle göz önünde canlandırmaya izin vermiyor. Eğer birileri çıkar da samimi olarak tartışmak isterse olayı birlikte yeniden kurmaya çalışırız.

İkincisi: Şimdi karşımıza çıkan görüntülerden çok, bugüne kadar ortaya herhangi bir görüntü çıkmamış olmasını, Zehra Hanım'ın anlatımının kanıtlanamayacağına kanıt sayıyorum. Bugüne kadar görüntü çıkmadı, çünkü: (1) Herhangi bir görüntü, olayın faillerini somutlaştıracak, kişileştirecek, saldırının "Gezi" denen o soyut özneye mal edilmesi, bütün bir isyanın karalanması ve "yüzde elli"nin hınçla bilenmesi mümkün olmayacaktı. (2) Anlatılanları kanıtlayacak görüntü yoktu. Zehra Hanım'ın kayınpederinin dedikleri bu izlenimi doğrulamıyor mu:

"Dönemin Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’a defalarca ulaşmak istememize rağmen, hiçbir telefona çıkmayan ve çıktığı telefonlarda da çok böylesi bir görüntü elimizde yok diyen, mobeseler bozuk diyerek olayı kapatmaya çalışan görüntü vermeyen ve bize göre mobese kayıtlarının olması gerekiyor dedik. Öylesi bir süreçte ve işlek bir yerde mobeseler bozuk denerek üzeri örtülmeye çalışıldı." (Alıntı Star'ın sitesinden; televizyondan döküm olduğu için ifade böyle bozuk sanırım.)

Üçüncüsü: Yukarıda da belirttim, hükümet yanlısı televizyon kanalları ve gazetelerde gördüğüm karşı hamle, hiç mi hiç inandırıcı değil, yaygara, hiç de beklenebileceği kadar değil. (Savunmadaki takım itiraz etmiyorsa veya gönülsüzce ediyorsa penaltı kararının doğruluğundan şüphe etmeyiz, di mi?) Medyanın tavrı bir yana, olayla ilgili çok önemli iki kişinin tavrı da şahsen gözümde Zehra Hanım'ın inandırıcılığını azalttı. Gezi isyanı sırasında Zehra Develioğlu ile görüşüp olayı "patlatan" gazeteci Elif Çakır, 14 Şubat akşamı Kanal 24'te, laf arasında, "Ben onun dediklerini aktardım" demeyi ihmal etmedi. Çakır'ın fazlasıyla öfkeli oluşu, sözü hemen, "Bu şekilde Gezi'yi meşrulaştıramazlar" cinsinden siyasî mücadele kulvarlarına sokuşu da herhalde "haklılığına kanıt" sayabileceğimiz şeyler değildi. Zehra Hanım'ın Bahçelievler Belediye Başkanı kayınpederi Osman Bey, net olarak, "gelinim aynen anlattıklarını yaşamıştır" diyemediği gibi, "ona hissettirilenler" gibi pek ilginç ifadeler kullandı, aslında ayrıntıları gelininden dinlemediğini söyledi. Tıpkı bizim gibi, gelinine inanmayı tercih ettiğini belirtti. (Osman Develioğlu'nun kritik sözlerine aşağıda değineceğim.)

Dördüncüsü: Polise düşme tecrübesi olanlar, bu ifadedeki polis katkılarını kolaylıkla ayırt edebilirler. Özellikle, açık yakalamak isteyeceklere karşı düşünülmüş tedbirlere bakın: "o sırada bir an kafamı kaldırmıştım" falan türünden şeylere. (Zehra Develioğlu yere düşmüş, başını eğmişken, saldırganlardan birinin eşkalini tarif edecek, o sırada bir an başını kaldırmış oluyor, vs. Zaten ifadede, öyle bir saldırının şoku altındaki insanın paniğini, travmasını gözönüne alınca bizi ister istemez şüpheye düşüren, fazla somut ve ayrıntılı eşkal tarifleri var. Üstelik, bu tariflerle yakalanan kimse de yok. Niye? Çünkü görüntü yok... vs... Anladınız siz.)

 

'Müvekkilime ait olmayan beyanlar'

 

Beşincisi: Zehra Hanım'ın avukatı Abdurrahman Kayapınar'ın açıklamasında da fazlasıyla dikkati çekici unsurlar var. Öncelikle şu ifade:

“Basın yayın organları tarafından, müvekkilime ait olmayan bir kısım beyanlar esas alınarak görüntülerin bu beyanları desteklemediği iddia edilmekte.”

Zehra Hanım'ın ifadesini okuyun diye neden ısrar ettiğimi anlatabildim umarım. Çünkü olayın anlatıldığı şekliyle cereyan etmediği kesinleşince, "mağdurenin söylemediklerini gazeteciler ekledi" ayağına yatılacak sanırım. (Elif Çakır da belki buna karşı tedbir alıyordu.) Avukat Kayapınar'ın, saldırgan grubun nüfusuna dair beyanı da ziyadesiyle ilgi çekici:

"Müvekkilin etrafında kalabalık bir grup tarafından toplanılmış olması önemsiz bir olay gibi gösterilmekte..."

Bu sözü, "olay iddia edildiği gibi cereyan etmiş olamaz" iddialarına karşı söylüyor. Oysa kimsenin herhangi bir saldırı veya tacizi önemsiz gösterdiği yok. "Yüz kişi geldi, üstüme işediler, cinsel organlarını sürttüler, bebeğimi yaraladılar" başka şey, "birkaç kişi yanımdan geçerken küfür ettiler" başka şey. Yoksa değil mi? Kayınpeder Osman Bey de şöyle soruyordu:

"Taciz için kaç kişiye gerek var? Bir insanın bir travma yaşaması için kaç kişiye gerek var? Masum bir kıza saldırılması için bin kişi mi olması lazım? Üç kişi saldırınca daha az mı taciz oluyor, bin kişi saldırınca daha mı çok taciz oluyor?"

Elbette hayır. Ama o zaman "gelininiz niye yüz kişi dedi?" diye bir soru doğuyor. Yine Osman Bey, gelininin etrafına bir grubun "kısa süreyle" toplanmış oluşuna takılmamamızı istiyor:

"30 saniyenin, 2 dakikanın az olduğunu söylüyorlar. Bu sürede bir insana bir şeyler yapılamaz mı? Bir insan bıçaklanamaz mı? Şunu söyleyemiyor muyuz? 'Arkadaş böyle bir şey olduysa biz bunun karşısındayız. Bir kadına, bir genç kıza, bir anneye böyle bir şey yapılmasını kabul etmiyoruz' niye diyemiyoruz, niye bu empatiyi yapamıyoruz?"

Elbette yapıyoruz, o yüzden meselâ ben yaklaşık beş buçuk saattir, televizyonlarda her konuşulana kulak kabartıyor, Star veya Yeni Şafak'ın sitesine yeni bir şey kondu mu diye mütemadiyen kontrol ediyor, her satırı okuyor, Zehra Hanım'ın siteye resim dosyası olarak konmuş ifadesini dizip yazıya dönüştürüp buraya aktarıyor ve bu yazıyı toparlamaya çalışıyorum. Ama empati, o uğursuz soruyu ortadan kaldırmıyor: Eğer anlık bir olay söz konusuysa Zehra Hanım bütün o seviyesiz korku filmi ayrıntılarını nereden çıkardı ve neden uydurdu? Bunlar uydurulduysa belki o uydurmadı, o zaman kim uydurdu? Uydurup yazıp ona imzalattılar mı? Osman Bey'in ikna olma süreci nasıl ilerledi peki?

Avukat Kayapınar, yazılı açıklamasında, müvekkilinin ve bebeğinin darp edilmiş olduğuna dair Adli Tıp raporuna da işaret ediyor. Bu şartlarda herhangi bir resmî görevlinin görevini dürüstçe yapmış olacağına inanmamızı beklemesi iyi niyetli bir girişim tabiî. Ama buna gerek yok. Başta da belirttiğim üzre, Gezi isyanı sırasında Başbakan'ın mahvetmeye ve kahretmeye uğraştığı, benim gibi pek çok insan, sırf Zehra Hanım "darp edildik" dediği için, inanmasak bile ses çıkarmadık. Allah aşkına, hükümet adına düzenlenecek bir kara propaganda eyleminde Adlî Tıp raporu mu kusur kalacak? Dört bin polisle yüz altmış savcının üç-beş günde oradan oraya savrulduğu âlemde o raporun alınması kaç saniye sürer?

Velhâsıl: Eğer herhangi birileri, hele Gezi isyanının yarattığı ortamı fırsat bilerek, başörtülü diye bir kadına en ufak rahatsızlık vermişlerse, başlarına bin beteri gelsin, deşifre olsunlar, ceza alsınlar, bulundukları çevrelerden tecrit edilsinler, perişan olsunlar. Ancak izlenimim, Zehra Hanım'ın ya sadece kendisinin ya eşiyle ya da eşi ve kayınpederiyle birlikte, Gezi rüzgârını tersine çevirmek için kurulan kara propaganda kumpaslarından birine alet edildiğidir.

Ortaya çıkan görüntülere hükümet yanlısı propaganda mekanizmasından gelen tepkiler, bu izlenimi doğruluyor.

Polisin, civardaki 70 küsur kameradan elde edebildiği her şeyi biraraya getirip incelediği, etraftaki bütün büfecileri, taksicileri, o gün o saatlerde oradan geçtiklerini telefonları aracılığıyla saptadığı insanları sorguladığı, birçok kişiyi Zehra Develioğlu'na gösterdiği, fakat mağdurenin kimseyi teşhis edemediği bilgilerini buraya eklemek lazım aslında. Fakat burada sözü edilen polis hangi polis, kimin polisi, dolayısıyla bu bilgiler ne kadar bilgi, bilemediğimizden, o kısmı mecburen, sadece eksik kalmasın diye zikredip bırakıyorum. Ayrıca burada da inandırıcılık sorunu var. Her şeyi doğru kabul edelim. AKP'li belediye başkanının gelinine bütün bunlar yapılmış olsun. Bu işin suçlularından bir teki bulunmamış olabilir miydi şu ana kadar? Polisin bütün bu çabayı gösterdiği söylenince, kumpas varsa da ona katılmamış, masum olması gerektiği sonucu çıkıyor. Dolayısıyla bunlar da bunun için söyleniyor herhalde.

Zehra Hanım'ın her şeyi kendi başına hayal etmiş ve herkesi inandırmış olduğuna mı inanacağız? Yok artık!

 

Sis, pus, hamaset arasından...

 

Kabataş olayını araştırmayı sürdürüyorum. Ne yazık ki elimdeki araçlar sınırlı. İzlenimler oluşturabilir, belki bazı yargılara varabilirim. Esas olarak, alınan tavırlarla ve tavır alanların cibiliyetiyle ilgili değilim, olguların, hakikatin peşindeyim. Ve, neden bilmem, giderek, Zehra Develioğlu'nun ilk ifadesindeki "polis kokusu" burnuma daha keskin gelmeye başladı.

Mağdure Zehra Hanım'ın Anadolu Ajansı'na konuşması, son görüntülerin ortaya çıkışından bu yana en önemli gelişme sayılmalı. Ancak ne yazık ki, Zehra Hanım'ın söyledikleri gelinen noktada ikna edici değil:

“Bu yaşadığım olay, süreç esnasında basında medyada öyle bir hale ulaştı ki, sanki böyle bir olay yaşanmamış, bir kadın darp edilmemiş, bir çocuk bundan zarar görmemiş gibi hakkımda suçlamalar yapıldı ve ben kendimi savunmak durumunda kaldım. Ben o acıları yaşadım ve yaşadığım bu acıların büyüklüğü bana yeter. Bunu kimseye ispat etmek durumunda değilim. Bana zaten inanmak istemeyen inanmayacaktır. O görüntüleri ilahi bir kamera olup tepeden kaydetse bile inanmayacaklardır.”

Bu anlatımda birkaç sorun var. Önce yaşanan olayın "bir kadın darp edilmiş, bir çocuk bundan zarar görmüş"e indirgenmesi. Zehra Hanım'ın verdiği ifade bundan ibaret olsa, zaten pek çoğumuz her şeye rağmen hâlâ kendisini savunuyor olurduk.

İkinci olarak, ne yazık ki Zehra Hanım "bunu kimseye ispat etmek zorunda"dır. Çünkü yaşadığını ileri sürdüğü olay nedeniyle bu ülkenin en üst düzeydeki yöneticisi, halkın bir bölümünü töhmet altında bıraktı; bunu siyasî propaganda aracı yaptı. Birilerinin alnına kolay kolay çıkmayacak, utanç verici bir leke sürdü. Dindar insanların duygularıyla oynadı, onları tahrik etti.

 

'Gezi'nin saldırıya tavrı

 

Zehra Hanım şunu hatırlamalıdır (eğer haberi olduysa): Gezi isyanı sırasında, "çeşitli yerlerde başörtülü insanlara sataşmalar oluyor" haberleri duyulduğunda gayet geniş bir topluluk tepki gösterdi, Kabataş'tan Gezi Parkı'na bir kadın yürüyüşü düzenlenip bu saldırılar protesto edildi, bu yürüyüşe bizzat Gezi'ye katılan başörtülü kadınlar önayak oldu. (Yürüyüşteki sloganlar arasında "Başörtüsünden elini çek" ile "Meydanları, sokakları, camileri istiyoruz" da vardı.) Taksim Dayanışması da 14 ya da 15 Haziran 2013 günü bir açıklama yapıp, "Kabataş'ta ve basına yansımamış da olsa farklı yerlerde başörtülü kadınlara yönelik olarak gerçekleştirilen taciz ve saldırı olaylarını şiddetle kınıyoruz" dedi:

“Hükümetin politikalarına dair öfkenin başörtülü kadınlara yöneltilmesi kabul edilemez. Bu korkunç olayların failleri katiyen Gezi Parkı direnişinin bir parçası değildir. Saldırganlarla Gezi Parkı direnişçileri bir tutularak, direnişin itibarsızlaştırılmasına göz yummayacağız. Yaşanan saldırının politik bir malzeme haline getirilmesini değil, suçluların bir an once bulunmasını ve cezalandırılmasını istiyoruz.”

Görüldüğü gibi, Gezi direnişinin esas sahiplerinin talebi, Zehra Hanım'ınkinden farklı değildi. O dönemde hükümet adına ortalığı gazlama yerine sahiden olayın faillerinin peşine düşecek olsalardı, Abdülkadir Selvi veya Elif Çakır, Zehra Hanım'ın hakkını aramak için Gezi'den binlerce destekçi bulurlardı.

Bunları hatırlatmamın sebebi şu: Zehra Hanım, kendisine "inanmak istemeyen"in, "ilahi bir kamera olup biteni tepeden kaydetse bile" zaten inanmayacağını ileri sürüyor. Evet, böyleleri vardır; onlarla işimiz yok. Onlar, laik, çağdaş, İslâmcı fark etmez, ahlâksızlar ve vicdansızlar cephesini meydana getiriyorlar. Olduğunu iddia ettiği utanç verici, feci hadise sadece Zehra Hanım için değil, aynı kavramlarla tarif ve tekrar etmek isterim ki, vicdan ve izan sahibi bütün insanlar için ciddi bir travma yaratmıştır. Başbakan'ın bunu suistimal ediş tarzı da travmayı Zehra Hanım ve Elif Çakır için şüphesiz değil, ama bizler için katlamıştır.

Ara sonuç: Zehra Hanım'ın Anadolu Ajansı'na söylediklerinde, bizi ilk ifadesinde anlattıklarının doğruluğuna ikna edecek unsur yok. Aksine. Üstelik, ayrıntılarda ve özellikle çarpıcı-dehşet verici unsurlarda ısrar etmediği için ilk ifadenin büyük ölçüde polis tarafından yazıldığını veya en azından "geliştirildiğini" düşünmemiz için sebep var. (O ilk ifade size de daha çok bir erkek hayalgücü ürünü gibi görünmüyor mu?)

 

İlk savcı dedi mi, demedi mi?

 

Kanal D'nin yayımladığı görüntülerden sonra hükümet yanlısı yayın organlarının sarıldığı başlıca unsur, Kabataş olayının ilk savcısının söyledikleriydi. Akşam'dan Hilal Yıldırım savcı Rasim Işıkaltın'la görüşmüş, başka pek çok gazete ve site haberi oradan kelimesi kelimesine alarak aktarmışlardı.

“Savcı Işıkaltın, ‘O ana kadar herhangi bir müdahale söz konusu değil. O görüntü olay anından öncesine denk gelen görüntülerdir’ dedi. Işıkaltın soruşturma kapsamında Emniyet’te kayıtların incelenmesinin sürdüğünü, saldırı karelerinin dosyaya girmesinin beklendiğini söyledi.”

Söz konusu savcı Rasim Işıkaltın, Kabataş civarındaki 70 küsur kamera görüntüsünü inceleyen, etraftaki büfeciler, taksi şöförleri ve gelip geçtiği telefonları aracılığıyla tespit edilen çok sayıda kişinin ifadesini alan kişi. Bu yüzden dediği önemli.

Ancak dikkatle dinleyelim, acaba ne diyor?

Son görüntüleri yayımlayan Kanal D'ye göre olay akışı şöyle:

Genç kadın bebek arabasıyla  kaldırımda bekliyor.

19:43'de, yanından 8-10 kişilik bir grup geçiyor. Bir hareketlenme yok. Kalabalık, kısa süre içinde genç kadının yanından uzaklaşıyor. Çevrede de olağandışı hiç bir hareketlilik gözlenmiyor.

19:48:15'de 10-15 kişilik bir başka grup geliyor. Develioğlu'nun yanında 30 saniye kadar duraklıyorlar. Polise göre burada söz dalaşından dolayı bir hareketlilik oluyor. Grup 19.50'de görüntüden uzaklaşıyor. Çevrede yine bir olağanüstülük gözlenmiyor. Kabataş iskelesinin güvenlik görevlileri de normal işlerine devam ediyor.

Genç kadın, 19:48 - 19:58 arası kaldırımda sabit olarak bekliyor. Çevrede de her şey olağan seyrinde. Araçlar hızla önünden geçiyor.

19:58'de eşi geliyor. Bir dakika sonra, ikisi birlikte yolun karşısına geçiyorlar. 54 saniye sonra da, kameranın görüş açısından çıkıyorlar.

Bu durumda savcı, "öncesi" derken neyi kastediyor? "Sonrası" ne zaman? Kabul edelim ki, bir tuhaflık var. Bir de değil, çok tuhaflık... Söz konusu savcı zaten 73 kameranın görüntülerini incelemiş, ayrıca şu anda soruşturma kendisinde değil (savcı Mehmet Akıllı'ya aktarılmış); neye dayanarak "Emniyet'te kayıtların incelenmesi sürüyor" diyebiliyor? "Saldırı karelerinin dosyaya girmesi bekleniyor" ne demek? "Saldırı kareleri" nerede? Eğer "saldırı kareleri" varsa, Zehra Hanım bugüne kadar savcının gösterdiği kişiler arasından neden hiçbirini teşhis edemedi? Neden kimse yakalanmadı? Üstelik, Zehra Hanım'ın polis ifadesinde, o kargaşa ve şok içerisinde dahi verebildiği çok ayrıntılı eşkal tarifleri varken?.. (Tam burada iddiamı tekrar hatırlatıyorum: O eşkal tariflerini Zehra Hanım vermedi, veremezdi.)

Zaten bu kadar soru varken, SoL Haber Portalı'nda yer alan bir iddiaya da kulak tıkayamayız herhalde. SoL Haber, soruşturmanın ilk savcısı Işıkaltın'ın sözlerini inkâr ettiğini ileri sürdü. Muhabir Selin Asker savcıyla görüşmüş, Işıkaltın şöyle demişti:

“Bu dosya hazırlık soruşturması. Kısıtlama kararı var. Bu bakımdan soruşturmanın akıbetine, içeriğine ilişkin bilgi vermem mümkün değildir. Haberde yer alan ifadeler bana ait değildir. Demeç vermedim. O görüntüler de çıkmış bir yerden bilemiyorum, biz de tahkikatta dinledik, ettik, görüntüleri izledik.”

Haydi buyurun! Savcının açıklaması gereken bir çelişki var ortada. Bizim payımıza düşense, savcıya atfedilen "esas görüntüler daha sonra" ifadesinden duymamız gereken şüphe. Bu, gelinen noktada en önemli sorunlardan biri. (İzlenimim, Akşam muhabirinin savcının söylemediği bir şeyi yazdığı değil, savcının lafları ve işleri bir miktar karıştırdığı.)

 

Adli Tıp raporu tek dayanak oldu

 

Gezi isyanı sırasındaki propaganda senaryosuna bağlı kalmak isteyenlerin başında şüphesiz Başbakan Tayyip Erdoğan geliyor. Metro açılışında konuşurken şunları söyledi:

“Bira şişesiyle başörtülü kızımıza saldıranlarla o paralel yapı birlikte hareket ediyor. Biri en zor zamanlarda başörtüsüne teferruattır diyordu. Bugün de o başörtüsü düşmanlarının değirmenine su taşıyor. Kabataş'ta, yavrusu ile beraber bir kızımıza yapılan saldırıyla alakalı bakın şimdi onunla üzerinde oynamaya başladılar. Çok açık, net söylüyorum. Medya dünyasında amiral diye geçinenlerle söylüyorum, hele hele bugün attıkları başlığı, özellikle kendilerine hatırlatıyorum. Bunun altında da boğulacaksınız. Çünkü bu attığınız manşetler de doğru değil. Sizler Adli Tıp raporlarını nereye saklayacaksınız, nerenize koyacaksınız?”

Biz devlet yöneticilerinin ağzından hakaret işitmeye alışkın bir milletiz, bu yüzden kimsenin şu "nerenize koyacaksınız"a takılacağını sanmıyorum. Ben gerçi kendimi aşağılanmış hissediyorum ve cevap verebilmek istiyorum ama imkânsız. Zaten konumuz terbiye değil olgular. Devam edeyim.

Başbakan'ın görüntülere karşı öne sürdüğü tek dayanağın Adlî Tıp raporu olduğu görülüyor. Bu pek zayıf bir savunma.

Bu yüzden, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslâm'ın bunca kendinden emin konuşması, eğer hepimizin insan yerine konduğu, demokratik bir ülkede yaşıyor olsaydık, sonradan başa iş açabilecek cinsten sayılırdı:

“Hanımefendinin beyanları ortada. Biz de onları gazetelerden görüyoruz. Kendisi olayın hemen akabinde adli tıp raporu almış durumda. Darp edildiğine dair. Yeni ve eski savcının açıklamaları yine basında bugün yer alıyor. Dolayısıyla bizim bunun üzerine yapabileceğimiz çok fazla bir açıklama yok. Bana göre olay ortada, açık. Ortada derken ne olup bittiği gayet anlaşılır bir şekilde ortada demek istiyorum.”

"Hemen akabinde" dediği, beş gün sonra. "Yeni ve eski savcının" açıklamaları diye bir şey yok; yeni savcınınki hiç yok, eskisininki de şüpheli. "Gayet anlaşılır şekilde" olan neymiş acaba? Üstü çıplak, siyah bandanalı yetmiş-yüz kişi, kadını yere yıkıp üstüne işeyenler, cinsel organ sürtenler, bira şişeleri tokuşturup kahkahalar atanlar… bunlar mı "gayet anlaşılır"? Ayşenur Hanım siyasetin icabını yapıyor belki ama bundan sonra kendisinin ağzından çıkanlara nasıl muamele etmemiz gerektiği konusunda bizi uyarmış oluyor.

 

Fotoğraf kesitleri, fotoğraf kareleri

 

Başbakan'ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın topa girmemesi sanırım beklenemezdi. Anlaşılan olan biteni doğru dürüst takip edemeden girdi:

“Kabataş konusu başörtülü bir bayana saldırı oldu iddiası vardı. Şimdi birtakım fotoğraf kesitleri üzerinden yorum yapmak doğru değildir. Onun öncesi nedir, sonrası nedir? Yani o filmin tamamını görmeden bir fotoğraf karesi üzerinden yorum yapılamaz. Ortada bir mağdur var, bu mağdurun yaşadıkları var, anlattıkları var, adli tabiplikten aldığı raporlar var. Bunlar bizim için şu anda daha geçerlidir, aksi ispat edilmiş değildir o görüntülerin. Bunlardan medet ummayı da doğru bulmuyoruz. Ortada bir kadına böyle bir saldırı yapıldıysa bebeği ile birlikte bunun üzerinde durmak varken anlaşılan paralel yapının yönlendirmesiyle bu tür birtakım fotoğraf kareleri üzerinden bir anlam üretilmeye çalışılıyor, bunlar ortada duran gerçeği değiştirmez.”

Haydi Akdoğan’ın  "aksi ispat edilmiş değildir o görüntülerin" lafını yanlış aktarma sonucu sayıyor ve geçiyorum. Ama şunları sormadan geçemeyiz: Fotoğraf kesitleri nedir? Fotoğraf karesi nedir? Ortaya çıkan, anlık bir kare mare değil ki, bilmemkaç dakikalık görüntü!

Ayrıca başdanışmana şu uyarıyı yapacağım: Araya "paralel yapının yönlendirmesiyle" ibaresini katınca söylediklerinin daha inanılır hale geldiğini sanıyor muhtemelen - hayır, gelmiyor. Çünkü bir meseleyi laf kalabalığına boğmaya çalıştığını gizleyemiyor. Sonuçta Akdoğan, "mağdureye inanmalıyız" diyor ve o da Adlî Tıp raporuna işaret ediyor.

 

Ve İçişleri Bakanı

 

Yeni içişleri bakanının şimdiye kadarki performansı, yakında yeni bir İdris Naim Şahin vakasına dönüşebileceğine delâlet ediyor. Efkan Alâ, Kabataş'a dair konuşurken, "Hiçbir olay, olayın bir kısmıyla izah edilemez," dedi. Şüphesiz. Gerisine de kulak verelim:

“O zaman kişilerin kendileri de açıklamalarını yaptılar. Devlet elindeki bilgiler de o yöndeydi. O gün neler yaşandığını bütün Türkiye gördü. Şimdi neyi, kim, niçin araştırıyor? Araştırdığında ne kadarını bulmuş oluyor da çıkıp bu hükümleri verebiliyor. Bunları kamuoyunun takdirine bırakıyorum. O olay gerçekleşmiştir, ilgililer ve işin sahibi, o olaya maruz kalan çıkmış bunu söylemiştir. Bu da adli tıp raporuyla teyit edilmiştir. Kim neyi, neden yeniden yanlış ve eksik bilgiyle gündeme getiriyor? Burada, Gezi olaylarında Türkiye'ye verilen zarar da ortadadır, onun sonuçları da ortadadır. Yani bir günah çıkartma mıdır, bu. Onu kamuoyunun takdirine bırakıyorum.”

Şunları söylemeliyiz:

1- O gün neler yaşandığını "bütün Türkiye" falan değil, kimse görmedi,

2 -  "İlgililer" bir şey söylemedi, sadece Başbakan ve propagandacıları söyledi, aksine, meselâ gazeteci Elif Çakır'ın görüntüye ulaşmak için sıkıştırdığı İstanbul Emniyet Müdürü bir şey söylemedi,

3 - Adlî Tıp raporuyla teyit edilen nedir? Zehra Develioğlu'nun ifadesindeki hangi ayrıntı raporla teyit edilmiştir?

4- Ve, evet, tabiî, hı hı, Gezi olayları çok kötüdür falan... İşte tam takıldığım türden resmî açıklama. İçişleri Bakanı'nın söyleyebileceği bundan ibaretse, şüphelerimiz büyüyecektir haliyle.

 

Yazılan çizilen

 

Önce yine, Yeni Şafak ve Star'da kimsenin bu mevzuda cengaverliğe soyunmamış oluşuna hayretimi belirteyim. Bunu karineden öte bir şeyler saymayı sürdürüyorum. Muhtemelen hamaset dışında söylenebilecek fazla laf yok, ondan. Açığı başkaları kapatmaya çalıştı, onlardan birazdan söz edeceğiz, bakacağız zihin açıcı bir şeyler demiş mi kimse.

Önce "Kabataş saldırısı" haberinin ilk sahipleri Abdülkadir Selvi ve Elif Çakır'ın Timetürk'te yer alan açıklamalarına göz atmalıyız.

Selvi, şu anda bu görüntülerin ortaya çıkarılmasını "kara propaganda" diye niteliyor, sözü hemen "28 Şubat'ta da bunlar yapılmıştı"ya getiriyor. "Saldırıya uğradım" diyen bir kadını "yalancılıkla itham etme"nin "saygısızlık" olduğunu belirtiyor. Somut, olgusal düzeyde hiçbir şey söylemiyor.

Elif Çakır, esas meselenin "bu genç anne üzerinden" kendisi ve bazı gazetecilere yönelik bir "itibarsızlaştırma kampanyası" yürütülmesi olduğunu iddia ediyor. Olaya ilişkin birkaç ayrıntıya değiniyor. Zamanında polisten saldırıya ilişkin görüntü temin etmek için çok uğraştıklarını ama elde edemediklerini anlatıyor.

Elif Çakır'ın, olgusal düzeyde ciddiye almamız gereken bir iddiası var: Şimdi ortaya çıkan görüntülerin Gezi isyanı dönemine değil başka bir zamana ait olduğunu iddia ediyor (ama ben, tam da şu anda bu görüntüleri ortaya çıkaranların bu kadar salak olabileceğine ihtimal vermiyorum). Elif Çakır şöyle yazdı:

“...o görüntülerde Gezi Olaylarının kalabalığı yok. Servis edilen görüntülerde sıradan bir yaz akşamı ve normal bir seyir var.”

Bu pek çürük dalın yanı sıra, Çakır da ilk savcının beyanına sarılıyor, esas darp görüntülerinin kesildiğini, gördüklerimizin montajlanmış olduğunu ileri sürüyor. Bu elbette bilgiye dayalı bir iddia değil. Saldırıya uğrayan kadının beyanının esas alınması gerektiğini vurgulayan Çakır, sonunda "mesele hükümeti yıpratmak" noktasına varıyor.

Her ikisinin de, olgusal düzeyden ilk fırsatta siyasete sıçramaları, hiç de Zehra Hanım'ın ilk ifadesine inandırıcılık kazandırmıyor. Aksine, her ne kadar "genç bir anne ve bebeğinin uğradığı saldırı" motifleriyle hamaset yapılsa da esas derdin siyasî mücadele olduğunu, o genç annenin de bebeğinin de siyaset uğruna kullanılabileceğini -tekrar tekrar- düşündürüyor.

Timetürk'te Selvi ve Çakır ile birlikte görüşlerine yer verilen Ahmet Taşgetiren ise, olayın ilk savcısının "esas olay bu görüntülerden sonra" açıklamasını "önemli bulduğunu" belirtiyor, "henüz bütün görüntülerin ortaya çıktığını söylemek zor" diyor. Neye dayanarak? Biliyor mu başka görüntülerin de olduğunu? Niyeyse sanmıyorum. İlk savcının beyanıyla ilgili şüpheli durumu tekrar hatırlatayım. Zaten Taşgetiren de lafı hemen, "başörtüsüne yönelik aşağılama ve tepkilerin yakın geçmişteki tarihi"ne getiriyor, Fethullah Gülen, Gezi vs. diye sürdürüyor. Zehra Hanım'ın söylediklerine "uydurulmuş iddialar" muamelesi yapmanın "insafsızca" olduğunu belirtiyor. Olgusal düzeyde başka söz etmiyor.

 

'Gezi'nin çemkiren kokoşları'

 

Haber7.com'da konumuzla ilgili iki yazı var. Her ikisi de bol nefret ve hamaset içeriyor. Esra Elönü, "Ben sütüne acı karışan Zehra'nın yanındayım!" diyor ("İlahi mahkemenin paraleli yok, sabır Zehra!", 14 Şubat):

“Ben altı aylık bebeğin kolundaki çiziklere inanıyorum, sizin montaj manyağı yaptığınız görüntülere değil! Sabah saatlerinde Zehra'yla görüştüm, o annenin atılan iftiralardan gezinin çemkiren kokoşlarının küfürlerinden konuşmaya hali kalmamış! Sizin şalvar lastiğine manşet bağlayıp müftü karısından haber yapma ahlaksızlığınız mı esas yoksa Zehra'nın morlukları mı? Ne oldu, morlukları montajlayamadınız mı? Diyelim ki yalan ki ben asla ve asla yalan olduğuna inanmıyorum. Görüntülerin yok edildiğine inanıyorum ben Esra olarak buna inanıyorum. Yolunda yürüyen bir anne bebeğiyle eşini beklerken neden böyle bir yalan uydursun! (...) Gerçekler ortaya çıktığında gerzekler iptal olacak buna kalbimle inanıyorum! Hani evrensel hukukta şiddet gören kadının beyanı esastı! Ne oldu? (...) Bakıyorum da sazan pozisyonunu alan bazı gazeteciler tüh tüh vah vah senfonisine katılıp bir açıklama bekliyorum moduna girmişler! Ne açıklaması ya! Allah'ın bildiğini hunharca montajlayan adamlara mı inanıyorsunuz yoksa Zehra'nın beyanına, gördüğü şiddetin mor rengine mi?”

Hamaset perdesini aralarsak, Elönü'nün şunları iddia ettiğini anlıyoruz: (1) Altı aylık bebeğin kolunda çizikler vardır, (2) Görüntüler montajlanmıştır, (3) Görüntüler yok edilmiştir.

Adlî Tıp raporuna göre, Zehra Hanım'ın bedeninde şu izler saptanmıştır: "Sağ diz üst iç kısımda üç adet, iç alt kısımda bir adet, sol diz üst dış kısımda bir adet yaklaşık 1 ila 1 buçuk santimetre çapında mor renkli ekimozlar (berelenmeler)". Bebeğin ise "sağ kruris (alt bacak) iç alt kısımda üç adet 0.2 santimetrelik sıyrık" görülmüştür. (Bilgileri Yeni Şafak'ın haberinden aldım ki maraza çıkmasın.)

İnsan, en azından Esra Elönü'nün yaptığı tarzda cansiparâne ortaya atlayacak birisinden, sıyrık bebeğin neresinde diye bir bakmış olmasını bekliyor. Sıyrığın yeri olayı hafifleştireceği-ağırlaştıracağı için değil; gazeteci gazetecilik mi yapıyor, sahiden ne olup bittiğini merak ediyor mu, yoksa önceden angaje olunmuş davaya hizmetten başka bir şeyi gözü görmüyor mu, o bakımdan... Öyle yapsa, meselâ "Diyelim ki yalan..." diye başladığı sözün sonunu da getirebilirdi belki.

Görüntüler konusundaysa, Elönü'nün de muhtemelen herhangi bir bilgisi olmaksızın "bunlar montajlandı" dediğini sanıyor, ciddiye almıyorum. (Eğer bilgisi varsa sadece özür dilemekle kalmam, teşekkür ederim bizi aydınlatacağı için.) Zaten biraz sonra da "yok edildiler" diyor; ne dediğini anlamıyoruz.

Yine Haber7'de Hasan Öztürk ("Kabataş'ta o gün ne oldu?", 15 Şubat), "Ey alacakaranlık kuşağının adamları! Ey alçaklar..! Ey edepsizler..!" diye girişiyor, şöyle sürdürüyor: 

“O görüntülerden çıkardığınız sonuç, Zehra Develioğlu'nun hiçbir şiddete uğramadığı mıdır? Ya da o görüntüler olayın tamamına ait görüntüler midir? O görüntüler 'gerçek' midir? Siz de biliyorsunuz gerçeği oysa..! Biz 'beyan esastır' diyenlerdeniz! Ha, 'beyan esastır' düsturuna itibar etmiyorsanız, o zaman soruşturmanın sonucuna kadar beklemeniz gerekecekken… 'Montajlanmış',  bazı yerlerinde saat sayacı 'silinmiş' görüntüler üzerinden, 'inananları' , 'inananlar' üzerinden Başbakan Erdoğan'ı, Başbakan Erdoğan üzerinden de 'ülke'yi vurmaya çalışmanız sadece ve sadece sizin alçaklığınızı gösterir!..

Zehra Develioglu Anadolu Ajansı'na konuştu. Konuşmasında önemli bir cümle var: 'Ben bu söylediklerimin tamamını yaşadım. Kimseyi inandırmak zorunda değilim..!' Şimdi soru şu, o görüntüleri kim sızdırdı? Sızdırmadan önce ne kadarını montajladı? Ve bu yayınlanan görüntülerin dışında başka görüntüler var mı? Varsa bu görüntüler çıkarsa ne olur?”

Anlaşılan haykırış tonunda okumamız gereken bütün bu vurgulu, ünlemli cümlelerden Öztürk'ün olgusal düzeyde söylediklerini yine de ayıklayabiliriz: (1) Görüntüler gerçek mi, belli değil, (2) Görüntüler montajlanmış, (3) Görüntüler üzerinden saat sayacı silinmiş, (4) Zehra Hanım kimseyi inandırmak zorunda değil, (5) Başka görüntüler de varolabilir.

Duyageldiklerimiz dışında burada bir tek "saat sayacı" meselesi var. Bu eğer hiçbirimizin fark edemediği, sadece Hasan Öztürk'ün uyandığı bir ayrıntıysa helâl olsun. Ben burada muhtemelen, özellikle Zehra Hanım'ın eşini beklediği on dakikalık süre TV yayınlarında kesildiği için doğan bir karışıklığın söz konusu olduğunu sanıyorum. Yine de, burada bir mesele varsa tantanası nasıl olsa yapılacaktır, bekleyelim.

Öztürk'ün siyasî iddiasını ise anlayamadığımı belirtmeliyim. Zehra Develioğlu'nun anlattığı gibi gerçeküstü bir saldırıya uğramadığı ortaya çıkarsa bu niye "inananlara vurmak" olacak? İnananlar hakikate inandığı sürece kimse onlara vuramaz, Öztürk merak etmesin.

Evet, şimdilik bu kadar. Değinmesem olmayacak tek nokta kaldı: İsmet Berkan ve Balçiçek İlter. Her ikisi de olaya dair duygu ve düşüncelerini hemen açıkladıkları ve söyledikleri yeterince açık olduğu için diyecek pek bir söz yok. Sadece Balçiçek'e tamamen hak verdiğimi belirtmek istiyorum. Sıcağı sıcağına ve kadın kadına yapılmış öyle bir görüşmede insan karşısındakine kolaylıkla inanır. Ben de gitsem, kadınca bir saldırıya uğramışlık duygusunu tanımayışıma rağmen, çok etkilenir ve gerçekle gerçekdışını ayırt etmekte zorlanırdım. İnsanlar hata yapmış, "hata yaptık" demişler, büyütülecek, uzatılacak bir tarafını göremiyorum. Çabamızı hakikati ortaya çıkarmaya harcamak daha doğru görünüyor.

 

Serbest uçuş halleri

 

Önce meseleyi "bir kadının 'saldırıya uğradım' demesine mi inanmıyorsunuz?" hilesinden kurtarıp, başından beri uğraştığım ilk ifade muammasına açıklama getirmeye çalışan Fehmi Koru ile başlamalıyım. Koru ("Çabalama Kaptan", Star), her şeyden önce bu noktanın aydınlatılması gereğine -tıpkı benim gibi- inanıyor olmalı ki, cesurca bir tez attı ortaya:

“Gezi Parkı olayları sırasında tartışma gündemimize girmiş Kabataş’ta saldırıya uğrayan bebekli genç kadınla ilgili haber —nasıl olduysa ancak şimdi çıkan— görüntülerle doğrulanmadı. Aylar sonra ortaya çıkan kamera görüntülerinde genç kadın ve bebek arabası var, etrafında kalabalık da var, ama anlatıldığı türden bir ‘fiili saldırı’ emaresi görünmüyor...

Hepsi bu kadar mı görüntülerin; bilmiyoruz. Hemen bütün gazeteler, dün, ‘yalan’ sözcüklü manşetlerle çıktı. Anlatıma inanıp konuyu sütunlarında işlemiş yazarlar ve yorumcuların üzerine gidiliyor; "Aldanmışım" yollu özürler kabul edilmiyor... Özellikle yoğunlaştıkları birkaç ismin ‘daha ne yapabilirim’ çaresizliğinin keyfini çıkaran çıkarana...

Olayı işitmesine rağmen üzerinde kalem oynatmamış biri olarak duruma müdahale etmem gerekiyor.

Eğer Kabataş’ta yaşanmış yakışıksız bir ‘sözlü’ müdahaleyi toplumu meşgul edecek çapta bir saldırı biçimine sokma söz konusuysa gerçekten, bunun sebebini, anlatanın birkaç ay önce doğum yapmasıyla açıklamak mümkün... Psikolojide bunun bir adı da var; ‘post-partum depresyon’ deniyor... Bayağı yaygın örnekleri bulunan ve etkisi altına aldığı genç kadınlarda beklenmeyen ârazlara yol açan bir rahatsızlık bu. Bir tür travma.“

Böyle bir şeyi ilk defa duyuyoruz. Fehmi Koru belli ki, gözü kapalı rakibe tekme yumruk girişmeyi değil, olaya serinkanlılıkla bakmayı tercih etmiş. Dolayısıyla o ifadenin akıl dışı niteliğini görüyor ve buna bir izahat arıyor. Ben daha çok, ifadeyi birtakım erkeklerin, muhtemelen bu işlerde tecrübesi olan polislerin yazdığını düşünmeye eğilimliyim. Belki oradaki bazı deyişleri bir genç kadınla bağdaştıramadığım, belki de bir şekilde tacize uğradığına inandığım genç kadına ifadeyi bütünüyle yakıştıramadığım için. Belki de bu memlekette yetişmiş ve aklını yitirmemiş herkesteki sağduyuya, devlet tecrübesine sahip olduğum için. Bilemiyorum. En azından bir kişinin daha ifade muammasına açıklama araması memleketin genel aklıselimi bakımından sevindirici.

Ancak Koru aynı zamanda, bu ifadeye dayanılarak zamanında yürütülen tahrik ve kamplaştırma faaliyetini mazur görme anlamına çekilebilecek sözler ediyor:

"Ağızdan ağıza aktaranları, işittiğini kalabalıklar önünde paylaşanları, okurlarına duyuranları kınayabilir, olayı şimdi yaşanan türden bir çarmıha germe vak’asına dönüştürebilir miyiz? Ayıp oluyor gerçekten…“

"İşittiğini kalabalıklar önünde paylaşanlar"a Başbakan da dahil mi? Zehra Develioğlu'nun ifadesini okuyup veya dinleyip hiç şüphe duymayanların gazeteciliği meşru ve masum mu peki?

Sanırım ısrarla tekrarlamak gerekiyor: Biz "saldırıya uğradım" diyen bir kadına inanıp inanmamayı tartışmıyoruz. Fantastik bir ifade ile yürütülmüş bir siyasî tahrik kampanyası yüzünden bu konuyu tartışıyoruz. Bugün hâlâ, meselâ Ahmet Taşgetiren gibi aklı başında bir insan, Kabataş kalabalığının orta yerinde, gözü dönmüş bir güruh halinde, bir kadının üzerine işenmiş, cinsel organlar sürtülerek taciz edilmiş olduğuna inanabildiği, bunu köşesinde dile getirebildiği için tartışıyoruz.

Fehmi Koru, medyanın bu memleketteki kirli tarihine değiniyor, sabıkalarını hatırlatıyor ki, bu konuda elbette haklı, ve sonra şöyle diyor:

"İyi ki bir Kabataş olayı yakaladılar; bütün kirli tarihlerini onunla temizleyebileceklerini sanıyorlar. O olayın ilk anlatanın özel durumuyla ilgili anlaşılabilir bir sebebi var; buna karşılık, medyamızın tarihini kirletmelerinin, kendi hastalıklı halleri dışında, hiçbir makul sebebi yok...“

Dolayısıyla, Fehmi Koru ile, başka yollardan gelip başka yollara gitsek de, Zehra Hanım'ın ilk ifadesinin gerçekdışılığı konusunda anlaşıyoruz. (Bu arada, medyanın kirliliği konusunda da anlaşıyoruz, ama ben medya derken onun kastetmediği gazete ve TV kanallarını da katıyorum işin içine.) "Kabataş olayı yakaladılar" demek için de henüz erken olduğunu düşünüyorum. Oradaki tertip, Zehra Hanım'ın, kayınpederinin masumiyet veya iştirak düzeyleri, polisin rolü açıklığa kavuşturulursa böyle denebilir ancak.

 

Siyasî propaganda üzerinden okumayacakmışız

 

Star yazarı Halime Kökçe ("Zehra'dan özür dilerim"), Zehra Hanım'ın başına gelenin siyasî malzeme yapılmasının sorumluluğunu Gezi eylemcilerine atıyor:

"Olayı siyasi bir propagandaya alet edenler Gezi’nin bütün küfür literatürünü esirgemeden üzerimize boca edenler oldu. O küfürler olmasaydı kimse çıkıp “başörtülü bacım” demezdi, emin olun.“

Emin mi olalım? Nasıl? Neye dayanarak? Kimden emin olalım? "Camide içki içtiler" yalanını yayıp, "içmediler" diyen müezzini sürenlerden mi?

Halime Hanım ayrıca Kabataş olayının bütün niteliğini değiştiren o ilk ifade mevzuuna hiç mi hiç takılmamaya da niyetli:

“Polise anlattıklarının ne kadarı doğru ne kadarı yanlış”, “kamera görüntülerinde bir şey de yok, ne ola ki”, “acaba Zehra travma anında yaşadıklarını abartmış olabilir mi” gibi makulleştirme çabalarına da gerek yok. Zira mezkur görüntüler Zehra’nın anlattıklarını doğrulamadığı gibi yalanlayamıyor da.

Bu şekilde davranınca hayat ne kadar kolay oluyor? Tercihin belli, olmasını istediğin belli, karşına ne çıkarsa çıksın diyeceğin belli, başkasının "sorun var!" diye tepinmesi umurunda değil, sallıyorsun gidiyor. Halime Kökçe'nin şu dediklerinden ne anlamalıyız:

"Kafası karışıklara, olayı mağdur olmuş bir kadın üzerinden değil siyasi propaganda üzerinden okuyanlara da tavsiyem, takılmasınlar çok fazla! Nasılsa bu fenalık kendi başlarına gelmedi! Hem bu kavganın tarafı da değiller nasılsa!“

"Nasılsa bu fenalık kendi başıma gelmedi" deyince Gezi isyanı sırasında hayatını kaybedenlere, gözü çıkanlara, kafa travması geçirenlere dair Halime Hanım'ın muhitinde gösterilen tutumları hatırladım niyeyse. Zehra Hanım'ı bilemiyorum şu anda ama başka başörtülü insanların çeşitli terbiyesizliklere muhatap olduğunu biliyorum ve bunlarla muhtemelen Halime Hanım'ın hatırlayamayacağı dönemlerden beri mücadele eden bir insanım. İstediği lafa istediği taklayı attırabilir; Kabataş olayında maalesef karanlık bir yan, bir tertip var gözüküyor. Şu anda ortaya çıkan görüntüleri "paralel yapı" servis etmiş, "kirli medya" yayımlamış olsun; bu, ilk ifadenin gerçeküstülüğünü ve olayın siyasîler tarafından kara propaganda için kullanılış tarzını değiştirir mi? Halime Hanım gibi, haftanın birkaç akşamı ekranlarda konuşma, gazetede yazma şansı bulmuş insanların şu gözü kapalı militanlık tavrını azıcık aralayıp gazeteciliğe, yani şüpheciliğe ve soru sormaya azıcık yer açmaları görevleri değil midir? Yoksa görevleri zaten bu izlediğimiz midir?

 

Tam da bunu demeye çalışıyorum

 

Haftasonunda Kabataş konusunda yazan-konuşan başkaları da oldu. Bu konudaki en kritik isimlerden Elif Çakır, aktarılmaya değer yeni bir şey söylemedi, Zehra Develioğlu'na inandığını ve şu anda hükümete karşı bir operasyonla karşı karşıya olduğumuzu yineledi. TRT 1'deki "Enine Boyuna" programında biraraya gelen Hatem EteTaha Özhan ve... ve... son ayların starı Mustafa Karaalioğlu, önümüzdeki günlerde hükümete yapılabilecek başka fenalıkları tartışırken, Kabataş meselesinde mâlûm pişkinliğin ötesine geçmediler. Karaalioğlu, "Adlî Tıp raporu, var, kadının beyanları var, tutarsız değil," dedi ve "bu saldırının teyit edildiğini" ileri sürdü. Ötekiler de itiraz etmedi. Nasıl teyit edilmiş? "Beyanlar" "tutarsız değil"miş. İşte öyle yani...

Star'da Yusuf Ziya Cömert'in yazısında geçen bir ayrıntı, Kabataş'taki hakikate dair tartışmamıza katılmalı, kayda geçmeli. Kabataş saldırısını öğrendikten sonrasını şöyle anlatıyor Cömert:

"Emniyet’ten tanıdığım, itimad ettiğim arkadaşları aradım. ‚Bu, hepinizin namusudur, kendi kardeşinize yapılmış gibi‘ dedim. Bazı bakanlarla görüştüm. Vali Bey’le görüştüm.“

Olaya dair şüphelerimi artıran ayrıntılardan birini şöyle izah etmiştim: Saldırıya uğrayan, üstelik, Bir AKP'li belediye başkanının gelini. Muhtemelen Başbakan bizzat emir vermiş olmalı, saldırganlar derhal yakalansın diye. Kimbilir kaç kişi polisi, valiyi, bakanı aramış, infialini belirtmiştir. Nitekim polis, olabilecek herkesin ifadesini almış, oradan gelip geçenleri bile çağırmış, kimisini mağdureye göstermiş. Bu şartlarda bugüne kadar tek kişinin yakalanmamış olmasını nasıl izah edeceğiz? Evet, saldırganlığı bütün Gezi isyancılarına mal etmek için başta muğlaklık tercih edilmiş, saldırı kişiselleşmesin diye birileri yakalanmamış olabilir. Peki sonra? Geçen sekiz ay içinde? Şimdi?

Hrant öldürüldüğü sırada civarda bulunanlar saptanamasın diye var gücüyle uğraşan polisin, Kabataş'ta gelen geçen herkesi cep telefonu sinyallerinden tespit edip ifadeye çağırmış olmasına dair ne düşünmeliyiz?

Bu soruları cevaplaması gereken ama elbette cevaplamayacak olan Başbakan'ın mevzumuza dair son beyanlarını aradan çıkaralım, sonra Nihal Bengisu Karaca'nın nispeten farklı şeyler söylediği yazısına geçelim.

 

'Bir görüntü üzerinden...'

 

Tayyip Erdoğan, bu defa bir hastane açılışında (16 Şubat), Kabataş meselesine dokunmayı ihmal etmedi. Söyledikleri şöyle:

"Üzerinden aylar geçtikten sonra, Kabataş'taki çirkin saldırının görüntülerini yayınlayıp güya oradaki çirkinliği örtmeye çalışıyorlar. Türkiye genelinde, Gezi olayları sırasında başörtülülere yapılan saldırıları görmüyorlar. Bir mağdurenin beyanlarına itibar etmiyorlar. İfade tutanağına itibar etmiyorlar. Adli Tıp raporuna itibar etmiyorlar. O mağdurenin vücudundaki darp izlerine itibar etmiyorlar. Çıkmışlar bir görüntü üzerinden olayın nasıl olmadığını anlatmaya çalışıyorlar.“

 

Tek tek bakalım:

 

1- "Üzerinden aylar geçtikten sonra..." Ne demek? Daha önce, meydan meydan dolaşırken dilinize dolayıp olayı tahrik unsuru olarak kullanacağınıza o dehşetengiz fantezinin gerçekliğine dair en ufak bir kanıt koysaydınız ortaya!

2 - "Türkiye genelinde olanları görmüyorlar..." Görüyorlar. "Basına yansımayanlar dahil başörtülülere yapılan saldırıları" kınadılar. Ayrıca, "Türkiye genelinde" kırk saldırı olduysa bile, bu, Kabataş için anlatılanları doğrulamaz.

3 - "Mağdurenin beyanlarına itibar etmiyorlar..." "Etmiyorlar" değil, edemiyorlar; çünkü inanılabilecek beyanlar değil.

4- "İfade tutanağına.." Nihayet! Esas meseleye geldik. Sorun zaten bu ifade. Mağdureye inanmaya hazırız, ama bu ifadeye parmak kadar beyni olan kimsenin inanması mümkün değil.

5 - "Adlî Tıp raporuna... ve darp izlerine..." İtimat etmiyoruz, çünkü size itimat etmiyoruz. Delil uydurarak hükümete karşı darbeye kalkıştığını ileri sürdüğünüz insanlar o kadarcık raporu mu tanzim edemeyecek? Bir insanın bacağının iç kısmında (bir adet de diz üstünde) morluklar olması, bütün o gerçeküstü ifadenin doğruluğunu nasıl kanıtlar?

6- "Bir görüntü üzerinden..." Hayır, sadece bir görüntü üzerinden değil, (a) En başta verilmiş ifadenin aklı zorlayan niteliğinden, (b) Şimdiye kadar tek saldırganın dahi teşhis edilememiş oluşundan, (c) Ortaya çıkan görüntüler karşısında bizzat sizin ve propagandacılarınızın kullandıkları argümanlardan, öne sürdükleri görüşlerden hareketle söylüyorum meselâ ben, ne söylüyorsam.

 

'O sırada güveniyorduk'

 

Habertürk yazarı Nihal Bengisu Karaca, Kabataş'a dair yazısına "Gelin" başlığını atmıştı. Şahsen bunu ilginç buldum. "Kadın", "Anne", vs. değil, "Gelin". Mağdurenin kayınpederi AKP'li belediye başkanı, bu yüzden. Her şeyi bir yana bırakıp bir genç kadının uğradığı saldırıyı düşünmeliyiz, ama o kadını "partiye akrabalık" derecesiyle tanımlamalıyız. İlginç hakikaten.

Karaca, bu yazısında son derece mâkûl şeyler söyledi:

“Z.D.'ye yapıldığına inandığım şeyler konusunda yanıltıldıysam başkalarının yanılmasına istemeden alet olduğum için özür dilemem gerekir, biliyorum, emin olun ikna olursam bunu yaparım. Ama o noktada değilim. Bu ülkede bir kadının genel eğilimi şiddet gördüğü halde görmedim, tacize uğradığı halde uğramadım demektir çünkü, tersi değil. Bir kadının ciddi bir şiddete maruz kalmadan polise gidip ifade vereceğini, savcılık başvurusu yapacağını düşünmüyorum. Ortada bir kandırmaca olduğunu düşünmem için, gizlenmiş, zaman ayarlı bombaya dönüştürülmüş, bolca kör noktası bulunan, misal Z.D.'nin görünmediği kareler barındıran, net olmayan, servis ediliş şekli son derece şüpheli kayıtlardan fazlasına ihtiyacım var.”

Evet. Bizim de öyle. Ama Karaca ile -sözüm meclisten dışarı- paralelliğimiz buraya kadar. Kendisinin şu sözlerini, tıpkı yazısının başlığı gibi, "günün psikolojisinin" eseri sayarsam yanlış mı olur:

Nihal Karaca devam ediyor:

“Ortada polise verilmiş ifade var, ifade tutanakları kamuoyuna yansıyan verilerden çok daha sert iddialar içeriyor, savcılığa başvurulmuş, soruşturma başlamış, adli tabip raporu var ve o günler emniyet ve yargıyla ilgili şu an içinde bulunduğumuz şartlardan kaynaklanan bir güvensizlik de oluşmuş değil.”

Hayır, "ortada ifade var"ın lafını etmeyeceğim. Yeni Şafak ifadeyi olduğu gibi bastığına göre "kamuoyuna yansıyanlardan daha sert iddialar" ne demek, daha ne yansıyacak, sormayacağım. O ifadedeki iddialar için sadece "sert" mi denir, kurcalamayacağım. Çünkü daha büyük vahamet var. Sözlerin siyahla vurguladığım kısmı... Nihal Hanım'a şunu sormak lazım: Şu andaki güvensizlik o esnada "oluşmuş" değilmiş; kimin için? Kime göre? Henüz "paralel yapı" hükümete karşı harekete geçmemişti, bu yüzden mi? Delil icat etmeler şunlar bunlar, acaba Zehra Hanım'ın ifadesiyle ilgili olarak da icra edilmiş pratikler olamaz mı? Niye en ufak ihtimal vermiyorsunuz buna? Ayrıca, Gezi isyanı sırasında polisin tutumu en hafifinden, düşmanı imhaya soyunmuş öncü birliği tavrı değil miydi? En ufak kanıt olsa kimbilir kafamıza nasıl geçirilirdi. Yanlış mıyım?

Nitekim bizzat Nihal Hanım, Kabataş olayına "Gülen'ci medya"da da Zehra Hanım'ın ifadesine dayanarak yer verildiğini linkler vererek hatırlatıyor:

“Zaman gazetesinin 13 ve 14 Haziran 2013 tarihli nüshaları da gelinin beyanlarını esas kabul etmiş, haberleştirmişti. Bakılsın: "Kadınlar Küfrediyor Erkekler Vuruyordu" ve "Darp Edilen Genç Annenin 6 Aylık Bebeği Sütten Kesildi". (Karaca linkleri açık olarak vermişti, tıklanabilir hale ben getirdim -ÜK)”

O sırada Emniyet ve yargıyla ilgili güvensizlik "oluşmuş değil"miş. Bu "oluşmaz" ki! Türkiye'de her bebek bu genetik bilgiyle doğar. İnsanlar iktidar konumlarına nasıl da alışabiliyor, gözleri nasıl da birçok hakikate körleşebiliyor...

 

Hilal Kaplan herkesi suçluyor

 

Hilal Kaplan, Yeni Şafak'ta 16 Şubat'ta yayımlanan yazısında ("Kabataş, taciz, insaf"), başörtüsü yüzünden karşılaştığı kaba davranışları, terbiyesizlikleri, saldırıları özetledi, 2011 Ağustos'unda, şort giydiği için otobüste saldırıya uğradığını iddia eden voleybolcu kız olayında koparılan gürültüyü, buna karşılık sonunda kızın haksızlığının anlaşıldığını hatırlattı, buna rağmen ilk anda kızdan yana çıkılması doğruydu, dedi, Kabataş hadisesinde çifte standartlı davranıldığını ileri sürdü. Sonra hedefi belirsiz sözlerle çamuru ortalığa atıp olabildiğince fazla kişiye bulaştırma hilesine başvurdu:

“... Olayın medyaya yansıdığı ilk günden itibaren Z.D.'nin beyanını esas almak şöyle dursun, içlerinde kadın hakları savunucusu olduğunu iddia eden kişiler de dahil 'göster bakalım kamera kaydını' pornografik talimatını vermekten öte hiçbir şey yapmadı.”

Bu düşük cümleden Kaplan'ın kimi suçladığını anlayamıyoruz. Zaten o da bunu amaçlıyor belli ki: Yeni Şafak okuru, dindar olmayan hiç kimsenin ve özellikle "Gezi'cilerin" menfur bir saldırıya hiç tepki göstermediğini düşünsün.

Oysa bizzat Gezi Parkı direnişçilerinden kadınlar Kabataş'tan Taksim'e yürüyüş yapmış, Taksim Dayanışması, "basına yansımayanlar dahil" başörtülü insanlara yapılan saldırıları kınayan bildiri yayımlamıştı. Zaten parkta başörtülü kadınlar da vardı. Benim gibi pek çok insan da, gücü yettiğince, çevresine olayı konu etmiş, bu tür saldırılara karşı tepki oluşması için uğraşmıştı. Ancak İslâmcı yazarların "onlar" kategorisinde bizim gibilerin adı anılmaz. Sebebi de basit: biz çok azız; lafını etmeye değecek bir yekûn tutmuyoruz. Seçim sonuçlarını değiştiremeyiz meselâ. Üstelik, kalıplaşmış suçlama motiflerini kullanmalarına engel olup işleri karıştırıyoruz.

Evet, Kabataş saldırısını kınadık, ettik. Ancak Başbakan ve propagandacılarının bunu malzemeleştirme tarzını görünce, hele oradaki mağdurenin ifadesini öğrenince doğal olarak işin içinde iş var diye düşünmeye başladık. Çünkü ezcümle İslâmcı yazarlar gibi Hilal Kaplan da yokmuş gibi davranıyor ama ortada el-kol bağlayıcı bir olgu var: Zehra Hanım'ın ifadesi. Zehra Develioğlu'nun "beyanı" esas alınabilecek gibi değildi. Hilal Kaplan bu ifadedeki ayrıntılara ve bunların varlığında ortaya çıkan ihtimallere hiç değinmiyor. Muhtemelen "taciz küçükse kınamayacak mıyız?" filan diyecektir. Meselenin bununla ilgili olmadığını nasıl anlatabileceğim, bilmiyorum. Deneyeyim:

Yoldan geçen birilerinin başörtülü bir kadına küfür-hakaret etmesi, hele itip kakması, yeterince vahim bir dallamalıktır. Ama, saldıranların, her türlü sapıkça fanteziye hayat verecek tarzda, tuhaf kılıklara girmiş, hele "üstü çıplak", bandanalı vs. olması, -şu özellikle önemli:- aralarındaki kadınların erkekleri başörtülü kadına saldırmaya teşvik etmesi, erkeklerin kadını yere yıkıp üstüne işemeleri, cinsel organlarını sürterek tacizde bulunmaları, üstelik bunların 70-100 kişilik bir grup olması ve aralarından kimsenin çıkıp bu korkunç işlere mani olmaya çalışmaması, bütün rezaleti yapıp ettikten sonra uzaklaşırken bira şişeleri tokuşturarak kahkahalar atmaları... şüphesiz çok ama çok farklı bir durumdur. (Nitekim Başbakan Erdoğan 15 Şubat 2014 günü hâlâ "bira şişeleriyle saldıranlar"dan söz ediyordu.) Burada daha çok linçe benzer bir hareket, şeytanî çağrışımlar ve aleni sapıklık söz konusudur ve üç-beş saldırganı değil, bütün bir kitleyi bağlar. Zaten, bu korkunç işi sadece fail olduğu iddia edilen 70-100 kişiye de değil, bütün Gezi eylemcilerine yıkma gayreti, ilk andan itibaren organize bir şekilde gösterilmiştir. Tıpkı şu anda Hilal Kaplan'ın "inanmadılar-kınamadılar" suçlamasını ortaya atarak ilgili görülebilecek herkese bulaştırması gibi.

Gezi'den bu yana hükümet cephesinin en şahane savaşçısı olarak sivrilen Mustafa Karaalioğlu, tarihe tek yazısıyla geçecekse bu, 19 Haziran 2013 Çarşamba günü Star gazetesinde yayımlanan "Dinle Gezi Parkı" başlıklı metin olacaktır. Hoşlanmadığı herkesi aynı kapta toplayıp eritmeyi başaran simyacı kimliğiyle Karaalioğlu, bu yazıda net olarak, Kabataş'ta Zehra Hanım'a saldıranların Gezi'cilerin "içinden bir güruh" olduğunu belirtmiştir:

“Siz, Taksim Meydanı’nda yaktığınız ateşin etrafında şarkılar söylerken içinizden bir güruh hemen aşağıda Kabataş’ta genç bir 'başörtülü' kadını ve bebeğini tartaklıyordu. Mizah duygularını yitirmişlerdi ama küfürleri gayet okkalıydı. Bu ülkenin işgal yıllarından beri şahit olmadığı bir sahneyi oynuyorlardı. Afacan değil barbardılar!”

Kimse kimsenin elini tutmuyordu tabiî; nasılsa kendi tribünlerine oynuyorsun, istediğini sallarsın... Motife bak: "İşgal yılları"! Büyüksün!.. Yine de Karaalioğlu, ifadedeki aklı zorlayan günahlardan söz etmemeyi uygun görmüş, "tartaklıyordu" ile yetinmişti. Kabataş'taki -muhayyel?- failleri bütün "Gezi'ci"lerle özdeşleştirme pratikleri için bu örnek yeterlidir sanırım.

Fakat nasıl oluyorsa, Hilal Kaplan, Kabataş hikâyesindeki saldırganların bizzat hükümet ve propagandacıları tarafından Gezi'nin bütünüyle özdeş kılınmaya çalışıldığı gerçeğini tersine çevirebiliyor:

Sanki memlekette on yıllardır süren, cumhuriyetin ilk 80 yılı boyunca resmî politika olarak benimsenmiş bir başörtüsü ırkçılığı ve bunun gururlu failleri yoktu.

Sanki Gezi eylemcilerinin hepsi yedi tas kutsal suyla yıkanmış meleklerdi ve hepsine kefil olmak her Gezicinin üzerine vazifeydi.

Sanki Z.D.'nin yaşadıkları yalanlansa, mesela Taksim metrosunda 'senin gibi böcekleri ezmekten geliyorum' diyerek başörtülü kadının üzerine yürüyen Gezici ve benzerleri buhar olup havaya karışacaktı.

Gezi'nin esas kitlesinin, Kabataş senaryosuna itirazıyla aslında "biz öyle bir şeye izin vermeyiz" demeye çalıştığını anlamazlıktan geliyor. (Bu niyet, çeşitli yerlerde başörtülü insanlara sataşılmasını önleyemedi, doğru. Fakat bu niyetin varlığı ve yüksek sesle ifade edildiği bir durumdan, olan biteni sadece hükümet yanlısı gazete ve televizyonlar aracılığıyla izleyen kimsenin haberi var mıdır?)

Hilal Kaplan, toptancı bir edâyla şu gerçek dışı sözü ortaya savuruyor: "Gezi'yi âdeta seküler bir hac mekânıymış gibi kutsayanlar, bir karış ötelerinde gerçekleşen tacizleri görmemeyi seçtiler."

Kimdir bunlar? Kaplan'a soruyorum: kimlerden söz ediyor? "Orada faşistler de vardı" diyor. Evet vardı, bana kalırsa. Tıpkı Mağrip dönüşü Başbakan'ı havaalanında karşılayan, "yol ver geçelim, Taksim'i ezelim" diye bağıran kalabalığın arasında olduğu gibi, Kocamustafapaşa'da "yarın akşam ölülerinizi sayarsınız burada!" diye haykırarak insanların üstüne sopalarla yürüyenler arasında bulunduğu gibi. Karşılıklı faşist hesabı tutmaya başlarsak Kabataş'ta olan biteni aydınlatabilecek miyiz?

Böcek möcek diye terbiyesizlik yapan kadın, evet, Zehra Hanım'ın yaşadıkları yalansa da maalesef başımıza bela olmayı sürdürecek; ama o zaman, genç anne ile bebeğine saldırıp korkunç işler yapan yüz kişilik güruhtan değil, metroda terbiyesizlik yapan bir kendini bilmezden söz edeceğiz. Aynı şey midir? Hilal Kaplan niye başörtüsü konusunda sergilenen faşistoid moronluklarla Kabataş'ta anlatılan fantastik hikâyeyi birbirine bu kadar yakın görüyor? Nasılsa kahramanları "onlardan" diye mi? Metroda da çemkirirler, kadını yere yıkıp üstüne de işerler, hattâ işte burada yazı da yazarlar... Böyle mi? İktidar katından bakınca başka herkes nokta gibi ufacık, dolayısıyla birbirine bu kadar benzer mi görünüyor? Uçaktan bakarmış gibi...

İnsanlığın sadece İslâmcılar ve "ötekiler"den ibaret olmadığını izaha kalkışmayacağım. Kabataş konusuyla sınırlayalım kendimizi. Kaplan'ın şunu anlaması ve kabullenmesi lazım: Sorun, Zehra Hanım'ın verdiği ileri sürülen ifadede ve bunun başta Başbakan, AKP propagandacıları tarafından kullanılma tarzında. Dört gündür, üç uzun yazıdır, bu ifadenin gerçekliğine dair en ufak izin peşinde koşuyorum. Şimdilik anlayabildiğim, buradaki hiçbir fantastik ayrıntının gerçek olmadığı. Kaplan'a tavsiyem, oturup bu ifadeyi olabildiğince serinkanlılıkla incelesin ve şu ürkütücü soru üzerine düşünsün: Bu ifade acaba Zehra Hanım'ın ağzından çıkanlardan ibaret midir? Yoksa "üstünde çalışılmış" mıdır? O anlatılan olayın sıcaklığı içerisinde o soğukkanlı, ayrıntılı eşkal tarifleri falan..? Eğer böyleyse Develioğlu ailesi kullanılmış mıdır? Gönüllü mü, zoraki mi?

Bundan daha az vahim olmayan bir ihtimal daha var: Fehmi Koru'nun, burada daha önce aktardığım, "doğum sonrası, post-partum depresyon" ile yaptığı açıklama isabetli midir? (Ki, şahsen o ifadedeki polis "katkısı" üzerinde ısrarla durmama rağmen, danıştığım hekim-psikiyatr arkadaşlarım öyle bir ifadenin gayet iyi bilinen ve yaygın bazı psikolojik problemlerle açıklanabileceğini, insanların başkalarını fantastik ayrıntılara inandırabileceğini söylediler.) Hilal Kaplan bu sorulara cevap arıyor mu, merak ediyorum. Eğer ilk ifade konusunda benim şüphelerimi paylaşsaydı nasıl bir açıklama bulabilirdi duruma? Yok, o ifadede şüphe duyulacak bir şey yok, diyorsa, artık akla mantığa dayalı herhangi bir şey tartışmayız, olur biter.

Bir kadının, bebeğiyle veya bebeksiz, en ufak tacize uğraması yeterince vahim bir durumdur; ama bu olaydaki gibi bir ifadenin düzenlenmesi ve bunun üzerinden, üstelik yetkililer eliyle toplumsal gerilim-çatışma operasyonu yürütülmesi, aslında milyonlarca insanın şeytanlaştırılması, kabul edelim ki, çok daha vahimdir. Hükümetin kriminalize ettiği bir olayda, hükümetin kriminalize ettiği kişilerce yapılmış bir saldırının faillerinden hiçbirinin yakalanmamış, ifadeye göre en zor anında saldırganların eşkalini ayrıntısıyla tarif edebildiğine inanmamız beklenen Zehra Hanım'ın kendisine gösterilen kişilerden hiçbirini saldırgan olarak teşhis edememiş oluşu da az vahim değildir.

Bu olaydaki gerçekliği araştırmak, başörtülü insanların yakın zamana kadar uğradığı haksızlık ve tacizleri inkâr etmek değildir. Hilal Kaplan'ın şunu içine sindirmesi lazım: Gayet rahat yalan söyleyebilen yöneticilerin yer aldığı bir partiyi ve hükümeti savunuyor; kendisi de gayet rahat, gerçek dışı sözler edebiliyor; dolayısıyla, o taraftan ortaya atılan iddiaların gerçekliğinin araştırılması zaruridir. Bu okkalı mağduriyet motifi elimizden gidecek telaşına kapılacağı yerde, Zehra Hanım'ın akla zarar ifadesinin muhtemel hikâyesi üzerine düşünmesi, yazısının başına yerleştirdiği alıntıya daha uygun bir davranış olacak, ona kalbini ve vicdanını hatırlatacak, hakikate hizmet olacaktır.