Ahmet Altan *
Necip Fazıl, yargılandığı bir davada savcıya kızmış, “bugüne kadar suç uyduran çok savcı gördüm ama hukuk uyduran savcıyı ilk defa görüyorum, “ demişti.
Onlar güzel günlermiş.
Artık savcılar “hukuk uydurma” zahmetine bile girişmiyorlar.
İktidarın “cüppeli propaganda birlikleri” gibi çalışıyor çoğu.
“Reisleri” bir gazeteci için “onun peşini bırakmayacağım” mı dedi, bunu bir emir telakki edip onlar da “peşini bırakmıyorlar” ve akla mantığa sığmayacak ne kadar saçmalık varsa yazıp iddianame diye ortaya koyuyorlar.
Biliyorsunuz Can Dündar ile Erdem Gül için bir kez ağırlaştırılmış müebbet, bir kez müebbet, otuz yıla kadar da hapis cezası istedi savcı.
Mahkumiyet istemeye doyamamış.
Suçlamaları görünce “gözlerine mil çekilmesini” istemediğine, giyotinle kafalarının kesilmesini talep etmediğine şaşıyor insan.
“Bizim hukukta öyle cezalar yok” diyorsanız, “bizim hukukta savcının yazdığı gibi suçlar da yok” derim size.
Gazetede yayınlanmış bir haberin “casusluk” olabileceğini iddia edebilecek bir hukuk, bir mantık, bir akıl olabilir mi?
Haberi yayınlayan bir gazeteciyi “casuslukla” suçlayabilecek bir akıl, o gazeteciyi “kaçak et kesimi”, “beyaz kadın ticareti”, “orman yangınıyla” da suçlayabilirdi, hepsi aynı derecede mantıksız olurdu.
Ama konu iktidarın canını sıkan gazeteciler ve akademisyenler olunca artık iktidarın ve yandaşlarının akılla, mantıkla, hukukla bağı kalmıyor.
Red Kit’teki cenaze levazımatçısı gibi “asalım, asalım” diye bağırmaya başlıyorlar.
Dündar ile Gül, “casusluk yaparken” FETÖ/PDY silahlı terör örgütüyle “işbirliği” yapmışlar.
Örgütün adına bir bakın, “FETÖ/PDY”, vışşş, ne fiyakalı örgüt adı o öyle.
Tam açılımını bile insanın aklında tutamayacağı bu örgüt bildiğiniz gibi “Cemaat”, Dündar’la Gül’ün “dinî bir oluşumun” parçası olduğunu söylemek için nasıl bir hukuk gerekiyor sizce?
Hukuktan vazgeçtim, nasıl bir akıl gerekiyor?
Hep söylüyorum, Nazilerin “Yahudiliği” bir suç haline getirmesi ve bütün toplumu terörize etmesi gibi bu iktidar da “paralel” diye bir örgüt uydurup her kızdığını aynı suçlamayla içeri atıyor.
Eğer “paralel” diye hukukta karşılığı olmayan bir suçun varlığını kabul ederseniz, ondan sonra akıl ve mantık dışı bir hukuk terörünün parçası olursunuz… Her kurban bu torbanın içine atılır.
Savcıyı “casusluk” suçlaması kesmemiş.
Dündar’ın “17-25 Aralık girişimlerini meşrulaştırmaya çalıştığını” söylemiş.
17-25 Aralık hırsızların yakalandığı tarih.
O hırsızlıkları Dündar’la Gül değil, bu iktidarla yandaşları meşrulaştırmaya çalışıyor.
Şimdi bu saçma sapan suçlamalarla, o hırsızlıktan söz edilmesini de yasaklamaya uğraşıyorlar.
Paraları çalacaklar, ayakkabı kutularına dolduracaklar, kutularla, bavullarla rüşvet alacaklar, sonra da bu hırsızlıktan bahsetmek suç olacak…
Hırsızlığın serbest, “hırsızlık yapıyorlar” demenin suç olduğu bir ülke yaratacaklar.
Buna da hukuk diyecekler.
Hırsızlıkları dile getiren gazeteci hapis, “hırsızları” alkışlayan gazeteciler resmî uçaklarda, televizyon programlarında baştacı olacak.
Nasıl bir gazetecilik istedikleri belli değil mi?
Mesaj net… “Bu iktidarı eleştirmeyeceksiniz.”
Hırsızlıklarını ortaya çıkarmayacaksınız.
Ortaya çıkarılan hırsızlıklar yok gibi davranacaksınız.
Rüşvet dolu bavulları götüren adamların resimlerini, videolarını hafızalarınızdan sileceksiniz.
Ayrıca kimin emriyle nereye gittiği, ne taşıdığı belli olmayan TIR’ların varlığını da sorgulamayacaksınız.
Milli Güvenlik Kurulu’nun mahkemeye gönderdiği, “bizim öyle TIR’lardan haberimiz yok” açıklamasını hatırlatmayacaksınız.
“Vallahi de billahi de o TIR’lar Türkmenlere gitmiyordu” diyen başbakan yardımcısının bu beyanını kayıtlardan sileceksiniz.
Yoksa “paralelci” olarak yargılanırsınız.
Bir ülkede iktidar hırsızlık yaparken suçüstü yakalandı mı iki şeyden biri olur.
Ya toplum hırsızları yargının karşısına gönderir.
Ya hırsızlar toplumu yargının karşısına gönderir.
İktidar hırsızlık yaparken yakalanınca mutlaka biri yargılanır.
Biz şu anda toplumun ve onların sözcülüğünü yapan gazetecilerle akademisyenlerin yargılandığı bir dönemi yaşıyoruz.
Herkesi yargılayabilir, herkesi hapsedebilirler.
İnsanları “hırsızlığı ortaya çıkarıyor” diye suçlayabilirler.
Suçluyorlar da zaten.
Suçluyorlar ama susturamıyorlar, toplum konuşuyor, eleştirenlerin sayısı artıyor, sesini yükseltenler çoğalıyor, bu ses öyle güçleniyor ki dünya bile bu sesi duyuyor.
Bu sesi neredeyse acınacak bir çaresizlikle susturabilmek için imkânsızın peşinden bir süre daha koşacaklar, biraz daha hukuktan, akıldan, mantıktan uzaklaşacaklar.
Böyle dönemler, iktidarların “azgınlaştığı” dönemlerdir.
Ve bu “azgınlık” iktidarların sonu olur.
Fiilen bitti bu iktidar, artık ülkeyi yönetemiyor, sadece kan içinde tepiniyor.
Öldürerek, bastırarak, hapsederek, yalan söyleyerek bu azgınlık dönemini biraz daha uzatmaya çabalıyorlar ama…
Bu, sadece suçlarını artırmaya yarar.
Dürüst gazetecilerin sağlam duracağı zaman bu zaman.
İktidara payanda olmaya çalışan çürüklerin gücü de bu cesamette bir suçu taşımaya yetmez zaten.
***
Basit sorular
Yıldıray Oğur’un 22 Ocak’ta yazdığı yazının önemli bir yazı olduğunu düşünüyorum.
Alaycı bir ifadeyle söylemiyorum bunu.
Varlığını ancak cinayetlerle sürdürebilen hırsız ve alçak bir iktidarın medyasının bu dönemde nasıl bir işleve sahip olduğunu bu yazı net bir şekilde ortaya koyuyor çünkü.
Yazının girişinde Van’da güvenlik güçlerince öldürülen 12 kişinin ölümüyle ilgili kısa bir bölüm var.
O bölümün son cümlesi şu:
“Demek ki infaz edilenler gerillaymış.”
Öldürülen 12 kişinin “infaz “edildiğine dair ciddi iddialar var.
Öldürülen o insanların yanında bulunan silahlar ve olayda bir güvenlik görevlisinin öldürülmüş olması, 12 kişinin “infaz” edilmediğini kanıtlamaya yeter mi?
İlk çatışma anından sonra teslim olmuş olamazlar mı?
Aralarından biri ateş etmiş, diğerleri teslim olmayı tercih etmiş olamaz mı?
Ev aniden basılmış, biri ateş ederken diğerleri çatışmaya giremeden ya da girmeden yakalanmış olamaz mı?
Evin çevresinde, ciddi bir çatışmanın yaşandığını, evden dışarı ateş edildiğini gösteren işaretlerin olmaması, evin dışında kurşun izlerinin bulunmaması bu kuşkuyu güçlendirmez mi?
Bir gazetecinin işi, bu kuşkuların peşine düşmek, insan hayatına sahip çıkmak mı yoksa bu cinayetleri haklı göstermeye uğraşmak, “gerillaydılar onun için infaz edildiler” demek mi?
Ortada on iki ölü, bunca iddia, olayın toplu bir cinayet olduğunu düşünmeye yol açacak ciddi belirtiler varken olayın üstünü örtmek için Oğur’un gösterdiği bu telaş ne?
Niye olayın üstünü örtmeye, bu olaydaki çelişkileri dile getiren haberciyi hedef göstermeye çalışıyorsun?
Devletinin asla böyle bir iş yapmayacağından nasıl bu kadar eminsin?
Bu kuşkular ortadayken, “demek ki infaz edilenler gerillaymış” cümlesi ne anlama geliyor?
Gerilla olanlar infaz edilebilir mi?
Bu cümle, ancak şiddetle varolabilen bir iktidarın cinayetlerini olağanlaştırmıyor mu?
Cinayetleri olağanlaştırmak, hayatın doğal bir parçası gibi göstermek bir “gazetecinin” görevi mi?
Gazeteciler “infazları” böyle olağanlaştırıp sıradanlaştırdığında, Bingöl’de dört kişinin bir araba içinde vurulmasından sonra onların “cezalandırıldığını” söyleyen bir başbakanın iktidarında, yargının ortadan kaldırılıp “cezaların” güvenlik güçleri tarafından verilmesi hayatın umursanmayan bir parçasına dönüşmez mi?
“Oluk oluk kan dökeceğiz” diyen mafya şeflerinin serbest bırakılıp, bir bildiri imzalayan akademisyenlerin evlerinin sabah vakti basıldığı bir ortamda gazeteciler “infazları” haklı göstermek görevini mi üstlenir?
Bunlar, Van’da yaşanan olayla ilgili sorular.
Yazının ondan sonraki bölümü ise Van’a gidip, olay yerini gören, çevredekilerle konuşan ve bir çatışma izine rastlanmadığını söyleyen “haberciyle” ilgili.
Oğur, 12 kişinin “infaz” edilmesile ilgili olayı üç paragrafta geçip, yazının geri kalan bölümünü “haberciyi” hedef haline getirmeye adıyor.
Buradaki sorular da basit ve net.
Neden haberi bırakıp haberciyi haberleştiriyorsun?
Neden istihbaratçıların, devletin suçlarını ortaya çıkartan gazetecileri hedefe yerleştirip “haberleştirme” yöntemini birebir bu yazında uyguluyorsun?
Benim ilk yazıma cevap veren Oğur’un yazısında epeyce bir laf kalabalığı var ama bu soruların cevapları yok.
“Bana MİT’çi diyorlar, bana istihbaratçıların av köpeği” diyorlar diye yakınan Oğur’un kendi yazılarından yansıyan bu görüntüden gerçekten rahatsız olup olmadığını bilmiyorum.
Ama rahatsızsa yapacağı iş basit…
Histeri krizlerine kapılmadan, meseleyi anlatmaya Mercidabık Savaşı’ndan başlayıp yazıyı bir laf salatasına çevirmeden bu sorulara net cevap vermek.
Bakalım bu sorulara net cevaplar alabilecek miyiz yoksa gene Oğur’un akşamları hangi televizyon programlarını seyredip orada hangi akrabalarını görmekten korktuğunu mu okuyacağız.
* Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'te yayımlanmıştır.
Yıldıray Oğur'un "Başka ne olmasını bekliyordunuz ki?" ve Said Sefa'nın "Kamuoyuna açık mektup: Ben kimim?" başlıklı yazılarını okumak için tıklayın.