01 Haziran 2020 15:04
Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, "Belindeki silah nedeniyle kendini hukuk yerine koyan, kanun benim mantığıyla hareket eden, hukuk devletini polis devleti ile ikame eden anlayış hem yapılan fedakârlıklara hem de demokrasi kültürümüze gölge düşürmektedir" görüşünü dile getirdi.
Ekonomiye ilişkin sert bir şekilde eleştirilerde bulunan Davutoğlu, "Bugün, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşadığımız için siyasal kriz yaşamıyoruz. Tam tersine, bir siyasal kriz, hukuk krizi, adalet krizi ve en önemlisi yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz" dedi.
"Koalisyon hükûmetinin farklı iki partideki sözcüleri birilerine racon kesmek için, tehdit etmek için birbirleriyle yarışmaktadır. Bu ortam çok ciddi bir kaotik atmosferin öncüleri gibi algılanmaktadır" diyen Davutoğlu, devamında şunları kaydetti:
"Bir gün Cami’ye diğer gün Kilise’ye, ertesi gün bir vakfa yapılan provokasyonlar eski Türkiye tehlikelerine işaret etmektedir. İşte bunların tamamı, insanların ihtiyaç duyduğu normalleşme ile iktidarın sunduğu normalleşme arasındaki makasın ne kadar açık olduğunu gösteriyor.
Kaldı ki, koalisyon hükûmeti bir dizi yeni anti-demokratik düzenlemeyi de telaffuz etmeye başlamıştır. Henüz ne planladıklarını bilmiyoruz. Ancak demokratik değerlerle bir türlü barışamayan ortakları siyasi partilerden sivil toplum kuruluşlarına, meclis iç tüzüğünden milletvekillerinin statüsüne kadar bir dizi değişikliğin işaretlerini vermişlerdir."
Davutoğlu'nun açıklamaları şöyle:
"Buradan TBMM’ne ve grubu bulunan bütün partilere bir kez daha çağrıda bulunuyorum: 27 Mayıs sonrası kurulan ve hukuk tarihimizin yüz karası olan Yassıada Mahkemelerinin aldığı tüm kararları geçersiz kılan ve bu süreci keenlemyekun ilan eden bir Meclis kararı derhal alınmalıdır. Demokrasi şehitlerimize borcumuzu nutuk atarak değil böyle bir kararla iade-i itibar yaparak ödeyebiliriz."
Bugün itibariyle korona salgını ile mücadelede normalleşme dönemine giriyoruz. Üç aya yakın bir süredir yaşadığımız eşsiz ve çetin tecrübe bugün itibarıyla yeni bir aşamaya geçiyor. İktidar Korona süreci boyunca onlarca tutarsız ve fırsatçı karara imza atmış olmasına rağmen, milletimizin sabrı ve feraseti sayesinde görece daha az bir hasarla bu süreci geçirdik. Ancak bilim insanları açık bir şekilde yeni dalgalar için bizleri uyarıyorlar. Hükûmetin alacağı tedbirler ve her birimizin göstereceği kişisel hassasiyet normalleşme döneminin nasıl geçeceği üzerinde doğrudan etkili olacaktır.
Bu bağlamda Sağlık Politikaları Kurulumuzun tespit ettiği bazı hususlarda ilgilileri uyarma ihtiyacı hissediyorum. Öncelikle, yeni normalleşme sürecine geçmeden önce virüs bulaştırma potansiyeli yüksek taşıyıcıların test yapılarak belirlenmemiş olması ciddi bir eksikliktir. Sağlık personeli, garsonlar, mağazalarda çalışanlar, marketlerde kasalarda çalışanlar, otobüs ve taksi şoförleri gibi yoğun temas grubuna uygulanacak testler ile bulaşma ihtimalini azaltmak mümkün olabilirdi. Bu potansiyel süper bulaştırıcıların tespit edilmesi için 100 bin testin yeterli olacağı göz önüne alındığında, Sağlık Bakanlığı'nın test politikasını yeniden değerlendirmesi son derece önemlidir.
İkinci olarak, Sağlık çalışanlarımız bağlamında İdari izinli sayılan personel içerisinde gebelerin bulunmaması doğru olmamıştır. Dün gece kaybettiğimiz Dilek hemşireyi rahmetle anarken, gebelerin de idari izinli sayılması gerekliliğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
Üçüncü olarak, sıcak yaz ayları da düşünülerek binalarda iklimlendirme ve klimalar konusuna özen gösterilmeli ve bu yolla oluşabilecek riskler miinmize edilmelidir.
Dördüncü olarak, henüz salgın tehdidinin sürdüğü ülkelere seyahat kısıtlamasının kaldırılmaması gerektiğini hatırlatmak istiyorum. ABD, Rusya gibi ülkelere yönelik seyahat kararları alınırken milletimizin sağlığının göz önünde bulundurulması gerekir. Ayrıca tüm normalleşme adımlarına rağmen 65 yaş üstü ve 18 yaş altı vatandaşlarımızın evlerinden çıkamamaları durumu bizleri endişelendirmektedir.
Elbette insanımızın sağlığı için gerekli önlemler alınır ancak özellikle 65 yaş üstü insanlarımızın sağlıklarını koruyucu önlemler almadan gerekli düzenlemeler yapmadan sadece evde kalın demek kolaycılıktır. Yetkililere düşen 65 yaş üstü için gerekli önlemleri almak, sosyal mesafe ve koruyucu sağlık hizmetleri konusunda gerekli adımları atmak, 65 yaş üstüne özel toplu taşıma ve mekân düzenlemeleri yapmaktır. Yoksa sadece “siz evde kalın” demek ne temel insan hak ve hürriyetleriyle ne de sosyal devlet anlayışıyla uyuşmamaktadır.
Bugün maalesef hemen her gün yaşanan olaylar, ortaya çıkan aktörler, işlenen hukuksuzluklar ve kötü yönetim örnekleri yaygın bir şekilde 1990’larla kıyaslanır hale geldi. Hatta 1990’ları da geride bırakarak 1980’lerin, 1970’lerin uygulamaları konuşulur hale geldi. Hem de bizzat iktidarın sözcüleri tarafından. Hal böyle olunca, iktidarın normalleşmesiyle ülkenin acilen ihtiyaç duyduğu normalleşme arasında büyük bir uçurum oluşmuş durumdadır.
Bugün, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşadığımız için siyasal kriz yaşamıyoruz. Tam tersine, bir siyasal kriz, hukuk krizi, adalet krizi ve en önemlisi yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz. Hukukun keyfileştiği, adaletin olmadığı, özgürlüklerin baskı altına alındığı ve demokrasinin işlemediği ülkelerde ekonomik ve sosyal krizler de mukadder oluyor. Ne yazık ki Türkiye’de de yaşadığımız budur. Siyasal krizimiz ekonomik krizimizi tetikliyor ve derinleştiriyor. Bu nedenle, normalleşme kavramını ülkenin nefes borularının açılması, dinamizminin önündeki engellerinin kaldırılması ve gençlerimizin yaratıcılığını körelten uygulamaların ortadan kaldırılmasına yol açacak şekilde daha geniş bir çerçevede ele almalıyız.
Hukuk devleti deyince adaletin a’sını bile unutmuş adalet sarayları inşaatlarını anlamaktadır. Ekonomi ve refah deyince yolsuzluk düzeninin, belli sınıfların çıkarlarının, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı ilişkilerinin devamını anlamaktadır. Kalkınma deyince kamu kaynakları dışında neredeyse hiçbir ciddi iş yapamamış bir grup iş adamını anlamaktadır.
Hatırlayın Korona krizinin tam ortasında, millet can derdindeyken bile bu iktidar bir grup müteahhittin derdine düşmedi mi? Hâlâ milletimize nasıl kullanılacağını ve hangi bilim kurulu tavsiyesi gereği yapıldığını açıklayamadıkları İstanbul’daki iki hastaneyi hatırlayın. Bu hastaneleri yapan müteahhit birisini bedava yapmış!
Yıllarca kamu kaynaklarıyla büyüyenlerin lütuflarıyla değil milletimizin vergileriyle hastanelerimiz yapılmalıdır. Bu şeffaflıktan uzak ilişki tarzı tam demokratik hukuk devletlerinde değil ancak hukukun ayaklar altına alındığı, rüşvetin ve suiistimalin diz boyu olduğu ülkelerde olur.
Elbette terörle mücadelede ve asayişin korunmasında cansiperane görev yapan güvenlik güçlerimiz başımızın tacıdır. Gerektiğinde ülke güvenliği için canını vermekten çekinmeyen şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Ancak belindeki silah nedeniyle kendini hukuk yerine koyan, kanun benim mantığıyla hareket eden, hukuk devletini polis devleti ile ikame eden anlayış hem yapılan fedakârlıklara hem de demokrasi kültürümüze gölge düşürmektedir.
Koalisyon hükûmetinin farklı iki partideki sözcüleri birilerine racon kesmek için, tehdit etmek için birbirleriyle yarışmaktadır. Bu ortam çok ciddi bir kaotik atmosferin öncüleri gibi algılanmaktadır. Bir gün Cami’ye diğer gün Kilise’ye, ertesi gün bir vakfa yapılan provokasyonlar eski Türkiye tehlikelerine işaret etmektedir. İşte bunların tamamı, insanların ihtiyaç duyduğu normalleşme ile iktidarın sunduğu normalleşme arasındaki makasın ne kadar açık olduğunu gösteriyor.
Kaldı ki, koalisyon hükûmeti bir dizi yeni anti-demokratik düzenlemeyi de telaffuz etmeye başlamıştır. Henüz ne planladıklarını bilmiyoruz. Ancak demokratik değerlerle bir türlü barışamayan ortakları siyasi partilerden sivil toplum kuruluşlarına, meclis iç tüzüğünden milletvekillerinin statüsüne kadar bir dizi değişikliğin işaretlerini vermişlerdir.
Öyle görünüyor ki önümüzü kesmek için oyunun ortasında kuralları değiştirmeye ve hile yapmaya niyetliler. Allah’ın izniyle Gelecek Partisi olarak kendi gücümüzle ve teşkilatlanmamızla koalisyon hükümetinin her türlü ayak oyununun ve hilesinin üstesinden geleceğiz. Bir yerde iktidar sürekli ayak oyunlarına, hilelere başvurma ihtiyacı hissetmişse, bilin ki milletin gündeminden kopmuş ve gönlünden çıkmıştır. Korkuyordur. Onlar korku ve hileye, biz ise ilke ve ümide sarılacağız. Onlar toplumu korkutmaya talip, biz ise umutlandırmaya. Haklı olduğumuz için ümitliyiz, milletle beraber yol yürümeye kararlı olduğumuz için güçlüyüz.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin çerçevesini oluşturan ve adını da koyarak AK Parti’ye neredeyse dikte eden iktidarın diğer ortağı bugünlerde üzerinden daha iki yıl geçmeden yeni sistemin reforme edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Türkiye’yi uçuracağı iddia edilen bir sistemin iki yıl içinde eskiyerek reforma ihtiyaç hissetmesinin bu sistemin mimarları tarafından ifade edilmesi çok açık ve acı bir itiraftır.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin mimarı ve isim babası Sayın Bahçeli’nin bu sistemi reforme etme zaruretini vurgulaması, başka marjinal bir partinin liderinin dört yıldır ülkeyi AK Parti’nin değil kendilerinin idare ettiğini ve bu sayede 28 Şubat’ın altın çağlarını yaşadığını söylemesi ile Sayın Bahçeli’nin övdüğü Hazine ve Maliye Bakanı’nın “demokrasi olmadan da ekonomik kalkınma gerçekleştirilebileceği” yönünde Çin’i örnek gösteren açıklaması yan yana getirildiğinde demokrasimiz adına “nereye gidiyoruz?” sorusunu sormak biz zaruret halini almış bulunmaktadır.
Son dört yıl içinde AK Parti’nin demokratik eksenini zayıflatan ve tasfiye noktasına getiren bu ilişkiler ağının bir sonraki hedefi AK Parti’yi 28 Şubat sonrasında iktidara taşıyan geniş kitlelerin sivil direncini de kırarak iktidarın küçük ortağının hâlâ kanal kanal dolaşarak dillendirmekte beis görmediği 28 Şubat zihniyetini hortlatacak bir dönemi başlatmaktır.
FETÖ terör örgütüne karşı nasıl mücadele ettiysek 28 Şubat zihniyetinin hortlatılması çabalarına da aynı şekilde direneceğiz. Karşı karşıya kaldığımız soru açıktır: Siyasal kazanımlarımızı kaybedersek daha önceki darbe süreçleri sonrasında görüldüğü gibi tekrar kazanabiliriz ama ya her gün güç yozlaşması ile kaybetmekte olduğumuz değerleri tekrar nasıl kazanacağız? Son bir televizyon programında canlı bir şekilde gördüğünüz kabalığın, nobronluğun ve nezaketsizliğin yerine bize yakışan edep, nezaket ve saygıyı nasıl tekrar ihya edeceğiz?
Şu hususun altını bir kez daha kalın çizgilerle çiziyorum: Bir kişinin ya da partinin değil en az dört neslin mücadelesinin ürünü olan kazanımları korumak için milletimizin kaderini alternatifsiz bir savrulmaya asla teslim etmeyeceğiz. Bu böyle biline!
İktidarın gizli ve açık, büyük ve küçük ortakları hükümet sistemini daha da otoriter kılacak reformlardan bahsederken, iktidar partisinin en güçlü bakanının ve gelecek planlaması yapan müstakbel liderinin “demokrasi olmadan da ekonomik kalkınma olabileceğini” ilan etmiş olması normalde siyasi gündemin ana konusu olması gerekir. Ancak, maalesef ciddi ve meslek ilkeleriyle hareket eden basın tamamen baskı altına alınıp dışlandığı için iktidarın ortaklarıyla birlikte açıkça demokrasiden vazgeçme mesajı haber bile olmamıştır.
Benzer şekilde hukuk devletine olan inanç o kadar azalmıştır ki, demokratik bir ülkede bir bakanın kendi ülkesinde “demokrasi olmasa ne olur” açıklaması iktidar götürürken, Türkiye’de haber bile olamamıştır.
İktidar ve ekonomi yönetimi koyduğu yanlış teşhisler nedeniyle ülke her geçen gün daha kapalı bir ekonomi haline dönüşmektedir.
AK Parti yönetimi dış politikadan sonra şimdi de ekonomi ile ilgili olarak kendi dönemini reddeden bir sorumsuzluk sergilemektedir. Başarı olarak algılanan politika ve süreçlerle ilgili “başbakan olmasa bakan ne yapabilirdi ki?” diyen, her hangi bir olumsuz algı oluştuğunda ise kendi geçmiş bakanlarını sanık sandalyesine oturtan ve bir taraftan büyük ve küçük ortaklarının diğer taraftan trol çetelerinin hedefi haline getiren bir anlayışın siyasi ahlaktan bahsetmesi mümkün değildir.
Türkiye’yi önümüzdeki günlerde bekleyen en önemli tehdit 1990’lara dönüş değildir. Aksine doğrudan bu kafayla ülkemizin 1970’lere götürüleceği ilan edilmiştir. Rahmetli Özal bu zihniyetle mücadele için bir ömür uğraştı. Benzer şekilde AK Parti, uzun yıllar boyunca ülkeyi dışarıya kapatan içe kapanmacı zihniyetle mücadele etti. Ne yazık ki bugün bütün o emeklerin, mücadelenin heba edilmesine şahit oluyoruz. Ülkemize yazık ediliyor. Milletimize yazık ediliyor. Gençlerimizin ve çocuklarımızın geleceği ipotek altına alınıyor. İktidar suyu tersine akıtmaya çalışıyor. Ancak Milletimiz müsterih olsun bu mantıkla mücadele edecek ve Türkiye’yi tekrardan hak ettiği istikamete sokacağız.
Bu liyakatsiz yönetim, bayramın birinci günü sabahı, yangından mal kaçırır gibi döviz işlemleri için banka ve sigorta muameleleri vergisi oranını %1 gibi çok yüksek bir seviyeye çıkardı. Böyle yüksek oranlı işlem vergileri herkesi “arka yollara” yönlendirir. İşlemlerin kayıt dışına çıkmasına yol açar. Bunlar bir yana, kambiyo vergisini getirenlerin “Zenginlerin elindeki döviz... vatandaşın elindeki döviz” şeklinde ayırması vatandaşa açık bir tehdittir. Her ne olursa olsun, Türkiye’ye hâlâ güvenen, birikimlerini bankacılık sisteminde tutan vatandaşları adeta suçlayan ve hedef gösteren bu söylem, sektöre duyulan güvene zarar verir.
Sayın Cumhurbaşkanı, Bakanının açıkça dile getirdiği Çin özentisine ne demektedir? Doğu Türkistan’da kardeşlerimizi toplama kamplarında toplayıp 21. Yüzyılın en aşağılık zulümlerini yapan Çin modelini bu bakan niçin örnek göstermektedir? 2009 yılında baskılar daha bu düzeyde değilken bile Doğu Türkistan’daki Çin politikasını “soykırım” olarak tanımlayan sayın Cumhurbaşkanı şimdi niçin suskundur? Bu fikirleri, size Çin zulmünün Türkiye mümessili yeni iktidar ortağınız mı aşılıyor? 28 Şubatçı, demokrasi düşmanı bu kıymetli yol arkadaşınız mı veriyor bu akılları? Büyük bir ülke olarak Çin ile ilişkilerimizi geliştirme zarureti yapılan zulümler karşısında sessiz kalmayı mazur kılmayacağı gibi Çin modelini Türkiye’ye taşıma gibi arkaik bir Maoculuğu da meşru kılamaz.
Demokratik ve milli karakterden kopuşu yansıtan bu siyasi ve diplomatik savrulmalar içinde bocalayan iktidarın sözcüleri, bir taraftan da sürekli “milli ekonomi” nitelemesine başvurarak hamasetle durumu idare etmeye çalışmaktadırlar. Şimdi açık ve net olarak bir kez daha vurgulamak istiyorum: Millilik hamaset değil yürek, akıl ve eylem işidir.
Mili ekonomi, bundan 4 yıl önce;
2.9 olan döviz kurunu 7 liraya çıkartmamaktır.
Mili ekonomi, bundan 4 yıl önce;
11 bin dolar olan kişi başına geliri 9 bin dolara düşürmemektir.
Mili ekonomi, bundan 4 yıl önce;
49 milyar TL olan faiz harcamalarını 104 milyar TL’ye yükseltmemektir.
Mili ekonomi, bundan 4 yıl önce;
%6-7 bandında olan enflasyonu %12’ye çıkarıp milletin belini bükmemektir.
Mili ekonomi,
İsraf ve kötü yönetimle Merkez Bankasının 40 milyarlık yedek akçesine göz dikmemektir.
Mili ekonomi,
Arka kapı operasyonlarıyla ülkenin 77 milyar dolarlık rezervlerini satmamaktır.
Bu çerçevede hamaset ile gerçeklik arasındaki farkı göstermek üzere geçtiğimiz hafta açıklanan 2020 yılı ilk çeyrek büyüme rakamlarına değinmek istiyorum. İktidar açıklanan büyüme sonuçları üzerinden her zaman yaptığı gibi bir “İLLÜZYON” oluşturmak peşinde. AB, G20 ve OECD ülkelerinin büyüme rakamları tek tek sıralanıyor ve sözde “bizi kıskanan” tüm yabancılara karşı yeni bir kahramanlık destanı yazıldığı ifade ediliyor. 2019 yılının ilk çeyreğinde %2,3'lik küçülme olduğunu, baz etkisiyle 2020 yılı ilk çeyrek büyümesinin %4,5 olarak gerçekleştiğini söylemiyor elbette. 2018 yılının ilk çeyreğinden 2020 yılının ilk çeyreğine 2 yıl boyunca toplam büyüme yalnızca %2,1 olmuştur.
Yıllık potansiyel büyüme oranı %4-5 olan Türkiye, ekonomi yönetiminin beceriksizliği ve liyakatsizliği nedeniyle 2 yıl boyunca toplam %2,1 büyüyebilmiştir. Aynı dönemde ülkemizin Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçiş ile birlikte uçacağı iddiaları da hafızalardadır. Bırakın uçmayı, rakamların da açıkça gösterdiği ülke ekonomisi serbest düşüş halindedir. İktidar ne kadar gizlemeye çalışsa da Türkiye yakın tarihinin en yakıcı iktisadi krizini yaşıyor. Bugün kişi başına düşen milli gelirimiz 2007 yılının gerisine düşmüştür. Türkiye bugün kişi başına gelirde 2007’den daha fakirdir.
Burada bir kez daha tekrar vurgulamak istiyorum. Türkiye’de bir ekonomik kriz olduğu için siyasal kriz yaşamıyoruz. Aksine, Türkiye’de bir siyasal kriz başka bir ifadeyle bir yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz. Daha zengin ve bereketli bir sofranın yolu daha adil bir yargı sistemi, daha hakkaniyetli bir hukuk düzeni ve daha demokratik bir siyasal sistemden geçer. Ekmek sorunumuz temelde bir adalet sorunudur.
Türkiye’nin hem ekmek hem adalet sorunu için Gelecek Partisi olarak var gücümüzle çalışmaya ve politika önerileri yapmaya devam edeceğiz. Doğru olanı destekleyecek, yanlışın ise karşısında duracağız. Türkiye’nin enerjisini dünün kavgalarıyla heba etmeye değil, yarının siyasetini kurmak için harcayacağız. Dünün kavgalarına değil yarının siyasetine ve Türkiye’sine talibiz.
Gelecek Partisi'nin önümüzdeki dönem planlarıBu bağlamda konuşmamın son bölümünde partimizin önümüzdeki dönemde yapacağı çalışmalarla ilgili de bilgi vermek istiyorum. Son Parti Başkanlık Kurulu toplantısında aldığımız kararları sizlerle paylaşmak istiyorum. Öncelikle, bundan sonraki kamuoyu açıklamalarımızı evden değil, bugün İstanbul İl Başkanlığımızdan olduğu gibi sosyal mesafe kurallarına dikkat ederek kurumsal mekanlarımızdan yapacağız. Ancak, riskin hala devam ettiğini de göz önünde bulundurarak kurallarına kurul ve birim toplantılarını dijital ortamda yapmayı sürdüreceğiz. İkinci olarak, tadilat çalışmaları tamamlanmakta olan Genel Merkezimizin açılışını da bu ay içinde gerçekleştirerek kurumsallaşma yönünde güçlü bir adım daha atmış olacağız. Genel Merkezimizdeki çalışmalarımız Sağlık Politikaları Kurulumuzun tavsiyeleri doğrultusunda planlanacak ve uygulanacaktır. Üçüncü olarak, karantina sürecinde her türlü olumsuz şarta rağmen ivmesini kaybetmeyen teşkilatlanma çalışmalarını ivmesi artarak devam ettireceğiz. Şu anda 53 il başkanımız 172 ilçe başkanımız atanmış bulunmaktadır. Ayrıca Ankara’da 200, İstanbul’da 150, Konya’da 50, İzmir’de 40 mahalle başkanımız da görevlendirilmiş durumdadır. Bütün illerimizde bu çalışmalar hızla devam etmektedir. Size bir müjde olarak ifade etmek isterim ki, Büyük Kongre yapma şartı olan 41 ilimizde il kongrelerimizi yapma noktasına gelmiş bulunuyoruz. 81 ilimize atamalarımızı da en kısa sürede tamamlayacağız. Bu yaz içinde bütün illerimizde örgütlenmemizi tamamlayarak hangi tarihte yapılırsa yapılsın her seçime kendi irademizle ve kendi gücümüzle katılmaya kararlıyız. Dördüncüsü, daha önce duyurduğumuz aylık ekonomi değerlendirmelerinin ilkini ekonomi kurul üyelerimizle birlikte basın toplantısı şeklinde yine sosyal mesafe kurallarına dikkat ederek 15 Haziran’da gerçekleştireceğiz. Bu toplantılarda hem ekonomide gelecek vizyonumuzun ana esaslarını hem de her bir sektör ve sorun alanı ile ilgili kısa, orta ve uzun vadeli çözüm planlarımızı sizlerle paylaşacağız. Beşincisi, AR-GE birimimiz tarafından sürdürülen Koronavirüs sonrası Dünya ve Türkiye ile ilgili olarak yürütmekte olduğumuz çalışmasını tamamlayarak bir vizyon dökümanı olarak kamuoyumuza sunacağız. Altıncısı, iki hafta önce Part-içi Eğitim Birimimiz tarafından başlatılan Geleceğe-Bakışlar programı haftalık vizyon konuşmaları şeklinde sürdürülecektir. Yedincisi, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı vesilesi ile başlattığımız “Gençlerle Geleceğe Doğru” başlıklı interaktif sohbet programımız ülkemizin her kesiminden ve her bölgesinden gençlerimize açık bir şekilde aylık peryotta sürdürülecektir. Ve nihayet gelecek vizyonumuz açısından son derece önemli bir adım daha atıyoruz. Önümüzdeki günlerde uzmanların da katıldığı “Yeni Anayasa ve Yönetim Sistemi” çalışma grubunu oluşturacağız. Bu çalışma grubunun hazırladığı ilkesel nitelikli yeni anayasa ve yönetim sistemi taslağını yaz ayları içinde yapmayı planladığımız Büyük Kongremize sunmayı planlıyoruz. Bu çalışma ile sayın Bahçeli’nin reform çağrısı çerçevesinde daha da otoriterleştirilmeye çalışılan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine karşı alternatif demokratik sistem teklifimizi ortaya koyacağız. |
© Tüm hakları saklıdır.