13 Eylül 2019 12:40
Ahmet Davutoğlu, siyasette ve akademide bilindiği sıfatla Hoca, 2002 sonundan itibaren Türkiye'yi yöneten AKP iktidarının en çok tartışılan isimlerinden biri oldu.
2014-2016 yılları arasında AKP Genel Başkanı ve Başbakan olarak görev yapan Davutoğlu, tartışmalı dış politika tercihleri nedeniyle bugün dahi eleştiri toplayan bir siyasetçi. AKP ile ilişkisi sona eren Davutoğlu'nun Ali Babacan gibi yeni bir parti kurarak siyasetteki varlığını devam ettireceği öngörülüyor.
Davutoğlu, 1959'da Konya'nın Taşkent ilçesinde dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi'ni, ardından da Boğaziçi Üniversitesi'nde Ekonomi ve Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümlerini çift ana dal programıyla bitirdi. Doktorasını da Boğaziçi'nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamladı.
1990 yılında, Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi'nde yardımcı doçent unvanı ile çalışmaya başladı. Üniversitenin Siyaset Bilimi bölümünü kurdu ve 1993 yılına kadar bu bölümün başkanlığını yürüttü. 1995-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1998-2002 yıllarında, Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademilerinde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi. 1999 senesinde profesör unvanını aldı.
Davutoğlu, 3 Kasım 2002'de yapılan genel seçimlerde işbaşına gelen Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti döneminde Başbakan Başmüşavirliği ve Büyükelçilik görevine atandı ve böylece siyasete danışman sıfatıyla adım atmış oldu.
Davutoğlu'nu siyasete kazandıran isim, Ali Babacan'da olduğu gibi, 2007-2014 arası cumhurbaşkanlığı da yapmış olan AKP hareketinin önde gelen isimlerinden Abdullah Gül olmuştu.
Gül, Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olarak seçilip AKP Genel Başkanlığı ve Başbakanlık görevlerini Davutoğlu'na bırakmasının açıklandığı 2014 Ağustos ayında yaptığı bir konuşmada, "Kongrede Genel Başkan seçilecek olan Ahmet Davutoğlu'nu siyasete ben kazandırdım, başarılı olacağına inanıyorum" demişti.
Davutoğlu'nun, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan ile de tanışıklığı olduğu ancak Gül ile ilişkisinin daha güçlü olduğu biliniyor.
Erdoğan ve Gül ile yakın ilişkisi sayesinde hem başbakan hem de dışişleri bakanına danışmanlık yapma olanağını bulan Davutoğlu, 2002'den itibaren zaman zaman özel temsilci veya arabulucu olarak da Türk dış politikasında önemli roller oynamaya başladı.
Dış politikanın oluşturulmasında ağırlığının artmasıyla birlikte, 2001 senesinde yayımlanan "Stratejik Derinlik" kitabı siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler ve yabancı diplomatlar tarafından dikkatli bir şekilde okunmaya ve incelenmeye başlandı.
Davutoğlu, 100'den fazla baskı yapan ve birçok dile çevrilen Stratejik Derinlik kitabında, Türkiye'nin "yakın kara havzası" olarak tanımladığı Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu; "yakın deniz havzası" olarak tanımladığı Karadeniz-Boğazlar-Marmara-Ege-Doğu Akdeniz-Kızıldeniz-Basra-Hazar ve "yakın kıta havzası" olarak tanımladığı Avrupa-Kuzey Afrika-Batı ve Orta Asya bölgesinde tarihsel, coğrafik ve stratejik derinliğe sahip "merkez ülke" konumunda olduğunu kayda geçiriyordu.
Merkez ülke sorumluluğunun Türkiye'ye bu bölgelerle olan ilişkilerinde "stratejik yenilenme" zorunluluğu verdiğini savunan Davutoğlu, bu konumun Türkiye'nin bölgesel ve küresel rolünü artıracağı öngörüsünde bulunuyordu.
Stratejik Derinlik kitabı, Türkiye'nin bu bölgelerde daha etkin ve oyun kurucu bir rol üstlenmesi gerektiğini bunu da Osmanlı mirası üzerine kurulacak bir zihni değişimle yapması tavsiyesini yapıyordu.
Davutoğlu'na yapılan "yeni-Osmanlıcı" eleştirilerinin kaynağı da yine bu kitapta dile getirdiği görüşler oldu.
Davutoğlu'nun AKP saflarında uyguladığı siyaset, dört önemli tarihte incelenebilir: 2002-2009 danışmanlık dönemi; 2009-2014 dışişleri bakanlığı, 2014-2016 başbakanlık ve 2016-2019 arası dönem.
2002-2009 döneminde AKP hükümetlerine danışman olarak hizmet veren Davutoğlu, bu dönemde hassas konular ve bunalımların çözümünde önemli roller oynadı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 31 Mart tezkeresini reddederek ABD'nin 2. Irak Savaşı için Türkiye topraklarını kullanmasını engellemesi, Kıbrıs'ta Türk ve Rum toplumlarını yeniden bir ortak devlet kurmaya teşvik eden Annan Planı müzakereleri ve Türkiye'nin AB ile tam üyelik müzakerelerini başlatması bu dönemde akla gelen en önemli dosyalardan sadece birkaçı.
Davutoğlu'nun uluslararası diplomasi sahnesinde giderek daha görünür olduğu bu dönemde Suriye ile İsrail arasında Golan Tepeleri sorunun çözümü için gerçekleştirdiği arabuluculuk girişimi, Hamas lideri Halid Meşal'in 2006 yılında yaptığı sürpriz Ankara ziyareti gibi gelişmeler dikkat çekti.
Davutoğlu, danışman olarak başladığı siyaset kariyerini 2007 seçimlerinden sonra bırakıp üniversite hocalığına geri dönmeyi planlıyordu. Milliyet gazetesine verdiği bir demeçte, kararından vazgeçme nedenini şöyle açıklıyordu:
"Ben o dönem üniversiteye dönmeyi çok arzu ediyordum. Bunu da beyan etmiştim. Ancak o kararı vereceğim dönemde, Türkiye'de hukuka uygun olmayan gelişmeler yaşandı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 garabeti baş gösterdi. Dağlıca baskını oldu, içimiz yandı. Sonra 2008'in başında AK Parti'yi kapatma davası açıldı. Milli iradeye büyük bir müdahale vardı. Bu durumda üniversiteye dönemezdim. Bırakıp kaçmak olurdu. Yapamazdım. Bu davanın içinde kalmam gerekiyordu. Öyle yaptım."
Erdoğan da 2014'te El Cezire'ye yaptığı bir değerlendirmede, Davutoğlu'nu siyaseti bırakma kararından vazgeçirirken, "Biz dedik ki artık bak buraya kadar danışman olarak geldin, Abdullah Bey'in yanında çalıştın şimdi bizim yanımızda çalıştın bundan sonra sizi çok daha farklı görevler bekleyecek. Siz bugüne kadar teorisyendiniz. Şimdi bundan sonra bu işin pratiğini de yapmak suretiyle teoriyle pratiği bir araya getirecek ve ülkemize, milletimize bu şekilde çok daha faydalı olacaksınız." ifadelerini kullandığını anımsatacaktı.
2007 seçimlerinden sonra kurulan hükümette Ali Babacan dışişleri bakanı olarak görev aldı. Babacan'ın ekonomi kökenli bir bakan olması ve daha düşük profilli bir dışişleri bakanı olarak görev yapması, Davutoğlu'nun bu süreçteki rolünü daha da artırdı. Türkiye, 2009-2010 dönemi BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine Babacan'ın dışişleri bakanlığı, Davutoğlu'nun danışmanlığı döneminde seçilmişti.
Davutoğlu'nun artan etkisi ona Dışişleri Bakanlığı'nın kapılarını bu süreçte açtı. Milletvekili olmayan Davutoğlu, 1 Mayıs 2009 tarihinde dışardan atama yoluyla dış politikanın başına geldi.
Bakan olarak ilk açıklamasını Babacan'dan görevi devralırken yapan Davutoğlu, Stratejik Derinlik kitabında dile getirdiği görüşlerin yeni oluşturacağı diplomasinin temelini inşa edeceği mesajını da veriyordu:
"Öncelikle komşularla sıfır problem ilişkisini maksimum çıkar ilişkisine dönüştürme gayreti içinde olmalıyız. Türkiye tek bölgeyle anılan bir ülke değildir. Balkan ülkesidir, Kafkas ülkesidir, Ortadoğu ülkesidir, Karadeniz ülkesidir, Akdeniz ülkesidir, Hazar ülkesidir, Körfez ülkesidir hatta etkileri itibarıyla. Bütün bu bölgelerde Türkiye düzen kurucu ülke rolü üstlenmek durumundadır."
"Düzen kurucu ülke" iddiasıyla Dışişleri Bakanlığı'na başlayan Davutoğlu, 5 yıl sürecek görevi boyunca cumhuriyet tarihinin belki en çok tartışılan Dışişleri Bakanı oldu. Davutoğlu, muhalefet partilerinin hakkında en çok gensoru verdiği dışişleri bakanlarından biri olarak da siyaset tarihine girdi.
Davutoğlu yönetimindeki Dışişleri Bakanlığı ilk ciddi eleştiriyi, İsrail ile yaşanan ve 10 Türk vatandaşının yaşamını yitirdiği Mavi Marmara bunalımında, Mavi Marmara isimli yardım gemisinin İsrail'e gitmesini engellemediği gerekçesiyle almıştı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Mavi Marmara saldırısından bir hafta sonra yaptığı açıklamada, Dışişleri'nin saldırı olabileceğini bilmesine karşın, geminin Akdeniz'e açılmasını engellenmediğini ancak AKP milletvekillerine gemiye binmeme talimatı verildiğini iddia etmişti. Kılıçdaroğlu, "Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanlığı, İsrail'le yapılan yazışmaları lütfen kamuoyuna açıklasın, gizli kalmasın bu süreçte. Halk doğruları, bilsin öğrensin. İsrail uyardı mı uyarmadı mı? 'Müdahale yapacağım' dedi mi demedi mi? Bu süreçte Amerika'yla da görüşmeler yapıldı. Amerika aracı oldu. İpler karşılıklı atılmış vaziyette. Nedir bu olayın ayrıntıları biz öğrenmek zorundayız," demişti.
2010 sonunda Tunus'tan başlayan, Libya, Yemen, Mısır ve Suriye'yi etkileyen Arap Baharı, Davutoğlu'nun Türk dış politikasının "stratejik yenilenmesi" projesi için uygun bir ortam sundu.
Libya'da Muammer Kaddafi'nin, Mısır'da Hüsnü Mübarek'in yıkılması ve başta Müslüman Kardeşler olmak üzere siyasi İslam çizgisindeki hareketlerin güç kazanması, Orta Doğu'daki dengelerin bir anda değişmesine yol açtı.
Arap Baharı'na güçlü destek veren Türkiye, bu ülkelerde yönetime gelen iktidarlarla yakın ilişki içinde olmayı ve böylece 'düzen kurucu ülke rolü' oynamaya girişti. Özellikle Mısır'da 2012'de yapılan seçimleri kazanan Muhammed Mursi ile kurulan yakın ilişki, bölgede güçlü bir Ankara-Kahire ekseni kurulmasına yol açtı.
İsrail ve Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkelerinin tepkisini çeken bu gelişme, 2013 Temmuz ayında Mısır Savunma Bakanı Sisi liderliğinde bir askeri darbeyi tetiklemiş ve Mısır için Arap Baharı'nı sonlandırmıştı.
Bu dönem Türk diplomasisiyle ilgili en çarpıcı değerlendirmeyi eski ABD Ankara Büyükelçisi, şimdi Suriye Özel Temsilcisi olarak görev yapan James Jeffrey yapmıştı. Wikileaks tarafından sızdırılan belgeler arasında Jeffrey'in 2010'da ABD Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği bir rapor da yer alıyordu.
Davutoğlu'nun liderliğinde Türkiye'nin Balkanlar ve Ortadoğu'da yeni Osmanlıcı politikalar izlemesinin ABD açısından en büyük tehlike olduğunu kaydeden Jeffrey, "Kendilerini Rolls Royce sanan ama bir Rover'ın olanaklarına sahip olan Türkler, eyleme geçme konusunda sıkıntı yaşadıklarında, bir mazlum bularak "kandırmaca" yapıyorlar ve 'bu adam'ın çıkarı için 'Batılı' duruşa toslamaya kalkışıyorlar. Batı'nın politikaları ve güdülerinin Türk kamuoyunun büyük kısmı ve AK Parti tarafından sorgulanması, 'etki', 'güç' ve 'Geri döndük!' sloganları için düşük maliyetli ve popüler bir araç sağlıyor," değerlendirmesinde bulunmuştu.
Davutoğlu'nun uzun Dışişleri Bakanlığı döneminde Türkiye'yi en çok meşgul eden, ve hala da etmekte olan, konu Suriye oldu. 2011 Mart ayında Suriye'ye ulaşan Arap Baharı, Beşar Esad yönetiminin sert karşılığı nedeniyle kısa sürede iç savaşa döndü. BM rakamlarına göre 1 milyondan fazla insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarcasının evlerinden ve ülkelerinden kaçmasına neden olan Suriye bunalımı; ABD, Rusya, Türkiye ve İran gibi bölgesel ve küresel güçlerin de içinde olduğu en önemli istikrarsızlık kaynaklarından biri haline geldi.
Suriye bunalımının bu kadar büyümesinde ve Türkiye'nin bu sürecin içine çekilmesinde en çok sorumluluk sahibi olarak görülen siyasetçilerin başında Davutoğlu geliyor.
Esad yönetiminin haftalar içerisinde yıkılacağı hesabıyla Suriye muhalefetini destekleyen, Suriye'den kaçarak gelen üst düzey ordu mensuplarına rejime dönük muhalefet hareketlerini planlayabilmeleri için harekat merkezleri kurmasına izin veren Türkiye, Şam yönetimiyle köprüleri atan ilk hükümetlerden biri oldu.
Davutoğlu, Temmuz ayında gazeteci Yavuz Oğhan'ın YouTube kanalına verdiği röportajda "Suriye politikasından pişman mısınız?" içerikli bir soruya yanıt verirken, bazı hesap hatalarının yapılmış olabileceği yanıtını vermişti. Davutoğlu, "Uluslararası toplum dediğimiz toplumun Suriye konusunda bu kadar riyakar bir tutum takınacağını düşünemedik" diyerek de hesap hatasının uluslararası toplumdan kaynaklandığı mesajını vermişti.
Davutoğlu'nu, Suriye konusunda, sadece muhalefet partileri değil kendi partisinden üst düzey yetkililer de eleştirdi.
Davutoğlu'nun Başbakanlık görevinden ayrılmasından sadece birkaç ay sonra konuşan dönemin Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Türkiye'nin başına gelen birçok şeyin Suriye'deki durum ve 'Suriye politikasının bir sonucu' olduğunu söyledi. Hürriyet gazetesinin haberine göre Kurtulmuş, "Başkaları da öyle, ama biz de geçerli bir politika ortaya koyamadık. Ben bunu yıllardır söylüyorum. Keşke zamanında geçerli bir barış perspektifi geliştirilebilseydi. Yakında inşallah dışarıdan zorlamayla değil, Suriye halkının kabul edebileceği bir çözüm bulunacaktır," ifadelerini kullandı.
Musul Başkonsolosu ve 49 Türk vatandaşının IŞİD tarafından 101 gün boyunca alıkonulması, IŞİD'in Türk vatandaşlarını hedef alan saldırılarını bu dönemde artırması Davutoğlu'na Suriye stratejisinin faturası çıkarılırken en fazla dillendirilen gelişmeler oldu.
Davutoğlu'na bir eleştiri de bakanlığı döneminde Gülen Hareketi'nin Dışişleri Bakanlığı'na sızmasını kolaylaştıracak adımlar attığı iddiaları oldu. Davutoğlu'nun halen hapiste olan Özel Kalem Müdürü Gürcan Balık'ın büyükelçi atamaları başta olmak üzere birçok kilit karar süreçlerinde etkin olduğu, başta Personel Dairesi olmak üzere önemli pozisyonlara Gülen hareketine bağlı isimleri getirttiği iddia edildi.
Davutoğlu'nun da 2013 senesinde BM Genel Kurulu toplantıları için ABD'de bulunurken heyet başkanı dönemin Cumhurbaşkanı Gül'e haber vermeden Pensilvanya'ya gidip Fethullah Gülen'le görüşmesi dikkat çeken bir gelişme olmuştu.
Gül'ün dönem süresinin dolması ve Erdoğan'ın Ağustos 2014'te Cumhurbaşkanlığına seçilmesinin ardından gözler, AKP Genel Başkanlığı ve Başbakanlığa kimin geleceğine çevrilmişti. O dönem öne çıkan iki isim Davutoğlu ile birlikte Binali Yıldırım olmuştu. Erdoğan, AKP'de yapılan uzun değerlendirmelerin ardından Davutoğlu'nu halefi olarak seçmişti.
Erdoğan, Davutoğlu'nu seçme nedenini şöyle açıklamıştı: "Zaten değerler noktasında fikri planda en ufak bir ayrılığımız söz konusu değil. Ve çalışkan bir kardeşimiz, arkadaşım. Buna inanıyorum, buna güveniyorum. Burada çalışmak çok önemli; yani bu biraz böyle keyfilik kabul etmez, çok koşturmayı ister. Dışişleri Bakanlığı'nda bu noktada başarılı bir performans Sayın Davutoğlu ortaya koydu şimdi de inşallah gerek ülke içi gerek ülke dışı beraberce koşturacağız. Bakanlarımızla beraber inşallah ülkemizi çok daha farklı bir yere taşıyacağız."
Davutoğlu, 27 Ağustos 2014'te yapılan AKP Kongresi'nde Genel Başkan seçildi ve ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından hükümeti kurma görevi verildi. Erdoğan, bu süreçte uygulanacak yönetim modelini "güçlü cumhurbaşkanı-güçlü başbakan uyumu" ile tanımlayacaktı.
Ancak iki lider arasındaki çalışma biçimi beklenenden önce çatışma işaretleri vermiş ve Davutoğlu, başbakanlık makamında iki seneyi bile tamamlayamadan 5 Mayıs 2016 tarihinde görevinden ve AKP Genel Başkanlığı'ndan istifa etmek zorunda kalmıştı. 2015'de yapılan iki seçimde Genel Başkan sıfatıyla AKP için oy isteyen Davutoğlu, 1 Kasım 2015 seçimlerinde yüzde 49,5 oy oranıyla 2002'de bu yana en yüksek oy oranını almış ama sadece 7 ay sonra makamından ayrılmak durumunda kalmıştı.
Her ne kadar Erdoğan, "güçlü başbakan" kavramını gündeme getirse de aslında istediğinin kendisine tam bağlı, sözünden çıkmayan "düşük profilli bir başbakan" ile çalışmak olduğu kulislerde konuşuluyordu. Temmuz ayındaki demecinde bu noktanın altını çizen Davutoğlu, Erdoğan'ın kendisine "Sen başbakan gibi görün ama başbakan olma. Başbakanmış gibi yap ama yetki kullanma" mesajını verdiğini kaydetti. Davutoğlu, "O dönemde düşük profilli bir başbakan isteniyordu. Ben kendimi bilirim benden her şey olur da düşük profilli olmaz" ifadelerini kaydetti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu'nu karşı karşıya getiren önemli olaylar arasında AKP Genel Başkanı olarak Davutoğlu'nun MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı 2015 seçimlerinde milletvekili adayı yapmak istemesi ve Erdoğan'ın buna karşı çıkışı; yolsuzlukların önlenmesi için Davutoğlu'nun şeffaflık yasası çıkartmaya çalışması; Davutoğlu'nun başkanlık sistemine mesafeli oluşu ve 7 Haziran seçimlerinden sonra Erdoğan'ın aksine koalisyon hükümeti kurmaya niyetli olması sayılıyor.
Davutoğlu'nun demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi ilkeler konusunda daha liberal bir yaklaşımda olması örneğin barış dilekçesine imza atan akademisyenlerin tutuksuz yargılanmalarını tercih ettiğini kaydetmesi de ikili arasındaki uçurumu keskinleştirdi.
İkili dış politikada da ayrı düştüler. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Davutoğlu'nun müzakere ettiği AB ile göçmen anlaşmasından hoşnut olmadığı, Başbakan'ın ABD ile temasların kendi üzerinden yapılması için Beyaz Saray'dan randevu istemesi ve Rusya ile ilişkilerde düşürülen uçak bunalımını aşmak yönünde ciddi bir çaba göstermemesi iki liderin arasın açan diğer gelişmeler oldu.
Davutoğlu ise Rus uçağının düşürülmesinin ardından krizi yönetmeye çalıştığını ancak Cumhurbaşkanlığı'ndan "bir işgüzarın" "Rus uçağını düşürdük" açıklaması yaparak süreci sabote ettiğini iddia etti.
Rus uçağının düşürülmesi Davutoğlu'nun başbakanlığının dış politikada karşılaştığı en önemli krizlerden birini oluştururken, içeride, en ciddi kriz, çözüm süreci sırasında silahların bir dönem sustuğu Kürt sorununun alevlenmesi oldu.
'Çözüm süreci'nin çökmesinin ardından PKK'nın 2015 ortalarından itibaren Güneydoğu'daki birçok kentte ve ilçede hendekler ve barikatlar oluşturarak bu bölgelere polis ve askerin girmesini önleme çabalarına hükümet sokağa çıkma yasakları ve operasyonlarla yanıt verdi.
Çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği bu olaylar sırasında hükümet ve güvenlik güçleri insan hakları örgütleri tarafından insan hakları ihlalleri yapmakla suçlandı.
Bu süreçte Başbakan Davutoğlu'nun tahrip edilmiş olan Sur ilçesini İspanya'nın tarihi Toledo kentine benzer şekilde yeniden inşa edecekleri açıklaması büyük tepki toplamıştı.
Davutoğlu'nu istifaya götüren süreç 29 Nisan 2016'da toplanan Merkez Karar ve Yönetim Kurulu'nun Genel Başkanın yetkilerini elinden alması ile başlamıştı. İkinci darbe ise Mayıs ayı başında Pelikan Dosyası adı verilen bir bildirinin sosyal medyada yayılmasıyla yaşandı. Davutoğlu ile Erdoğan arasındaki çatışma unsurlarını irdeleyen ve Başbakan'ı küçük düşürecek bir dil kullanılan bildiri, AKP Genel Başkanlığı ve Başbakanlıkta yakında yaşanacak görev değişikliğini haber veriyordu.
Görevden uzaklaştırılmasıyla ilgili uzun süre konuşmayan Davutoğlu, Temmuz ayındaki demecinde "Pelikan çetesi' denilen çete, herkes tarafından malum oldu. Bu bildirinin arkasındakileri biliyorum, kimlerden talimat aldıklarını biliyorum. 'Ben ne yaptım bu insanlara? Acaba kendimde bir şey var mı?' dedim. Beni istifaya zorlamak istenen bildiri beni Alman ajanı ilan ediyordu. Ben ne yaptım ki bu kadar ağır bir ithamla karşı karşıya kaldım?" diyerek hayalkırıklığının sürdüğünü kayıtlara geçiriyordu.
Ahmet Davutoğlu, bir dönem Adalet ve Kalkınma Partisi'ni siyasi konjonktür partisi değil, 'aziz milletin tarihsel yürüyüşünde küresel bir gücün doğuşunu, yeni bir nizam-ı alem davasının misyonu' olarak tanımlamıştı.
Şimdi bu partiyle yolları ayrılmış durumda. Siyasete yeni bir partiyle devam etme kararıyla ise bir dönem tarihsel misyon atfettiği eski partisinin kaderinde rol oynamaya devam edecek gibi görünüyor.
© Tüm hakları saklıdır.