24 Haziran 2015 03:06
Faruk Köse, Yeni Akit gazetesi yazarlarından. Şeriattan yana ve hilafetin ihya edilmesini istediğini köşesinde sık sık dile getiriyor. Dolayısıyla AKP’ye eleştirileri de İslamcı bir perspektiften hareket ediyor.
AKP oylarının 7 Haziran’da neden düştüğüne, AKP’nin 13 yıldaki evrimine, muhafazakâr medyadanın iktidarla sınavına İslamcı camiadan bir ismin gözünden bakmak için Faruk Köse ile buluştuk. Köse, partiye yönelik eleştirilerini “Onlar anlar” diyerek iktisatlı bir lisanla sınırlarken otosansür uyguladığını ve “gazeteye yollamadığı bir klasör yazı olduğunu” söylüyor.
Tayyip Erdoğan’da diktatörleşme eğilimi görmediği ama AKP’de devletçi bir otoriterleşme olduğunu söyleyen Köse, otosansürün gerekçesini şu ifadelerle açıklıyor:
“Güvenli bir ortamda olduğumu düşünmüyorum çünkü birçok kişi attıkları tweet nedeniyle bile mahkemeye çıkarılabiliyor.”
Faruk Köse, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. 1990 yılında Mülkiye’den mezun olduktan bir süre sonra Avrupa ve Asya’da çeşitli ülkelerde bulunan Köse, Türkiye’ye dönüşünde “devlette çalışmamak”la da sınırladığı seçenekler arasında yayın mecrasında karar kıldı. Ve Madve Yayınevi’nde editörlük yaptı. Aynı zamanda, kuruluşundan itibaren Akit gazetesinde, bazen ismiyle, bazen müstear isimle yazan ve söyleşiler yapan Köse, 2011’den itibaren Akit’te tekrar gerçek ismiyle yazmaya başladı. “Cahiliyyenin Değişmeyen Yüzü”, “İslam İnkılabında Metod”, “İnanç Devleti, Bir İdeal Devlet Teorisi”, “Biz Kardeşiz”, “Kesintisiz Cinayeti” ve “Ortadoğu'da İslamcı Siyasetin Rolmodeli: İhvan-ı Müslimin” adlı kitaplarda imzası bulunan Faruk Köse, Türkiye'de "Helal Gıda Standartları"nın oluşturulması için 2005'te, iki dönem başkanlığını yapacağı "Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Denetleme ve Sertifikalandırma Derneği"ni kurdu.
Akit yazarları içinde özgün bir yere sahip Köse, “AKP döneminde AKP tabanında nelerin değiştiğini” sorduğumuzda “İslami duygular son derece zayıfladı” yanıtını veriyor ve ekliyor:
“Örneğin CHP iktidarda olsaydı, bizlere bu kadar hak vermeyebilirdi ama Müslümanların hayatında da bu kadar yozlaşma olmazdı. AKP’yle birlikte bizim kitle bir rehavete kapıldı.”
Faruk Köse, T24’e verdiği söyleşinin ilk bölümünde “darbe girişimi” olarak nitelediği Gezi Parkı eylemleri sürecinde Kabataş’ta toplu taciz iddialarının ispatlanmadığını hatırlatarak yönelttiğimiz soru üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan için şöyle bir özür parantezi açıyor:
“Erdoğan özür dilemeli ama, ‘Beni yanılttılar’ tarzında. Sonuçta bizzat gidip görmüş değil. Kendisine güvendiği kadrolar tarafından getirilen bilgi olmadan öyle bir açıklama yapmazdı herhalde. Bu yüzden, özürden ziyade, ‘Beni yanılttılar’ türünden bir yarı özür gibi olabilir... Eğer bu bilgiler yanlışsa özür dilemesi daha faziletli olur.”
Yarın yayımlanacak ikinci bölümü muhafazakâr medyanın iktidar karşısındaki tavrına odaklanan söyleşinin ilk bölümünde Faruk Köse’nin T24’ün sorularına verdiği cevaplar şöyle:
- Şeriatın gelmesini, hilafetin ihya edilmesini savunan bir isim olarak sizce AKP’nin oyları neden düştü?
AKP’nin oylarını kaybetmesinin birçok sebebi var ama asıl sebepler endişelerdi. Bunlardan üçü öne çıkıyor. Birincisi çözüm süreci. İnsanlar, çözüm sürecindeki hatalar nedeniyle korktu ve “bölünüyor muyuz” endişesine kapıldı. Çözüm isteyen, ama PKK’ya alan kazandırılmasını, bölgenin fiilen PKK'nın egemenliğine terk edilmesini eleştiren İslami kesimden pek çok kişi, bu yüzden AKP’ye oy vermekte tereddüt yaşadı.
- Problem sizce İmralı ile görüşülmesi mi?
Hayır. Şahsen ben, kan duracaksa Apo’nun serbest kalmasına bile taraftarım. Daha büyük belaları savuşturmak için, insanlar bazı sıkıntılara katlanır. Asıl endişe, Güneydoğu’da tüm dağlarıyla, köyleriyle, mezralarıyla kırsal alan, kamu binaları dışında ilçeler, geceleri de il merkezleri tamamen PKK’nın kontrolüne bırakıldı. En azından toplumda böyle bir algı oluştu. Bu da insanları korkuttu.
AKP'nin seçimi kaybetmesinin bir diğer önemli nedeni, Kırmızı Kitap’a “devlete paralel bütün yapılanmalar” yazılması. Böylece tüm cemaatler, daha önceki tanımsız "irtica" kavramında olduğu gibi, hedef haline getirildi. İnsanlar, iktidara kendileri gibi düşünmeyen bir grup geldiğinde bu ifadenin, “irtica” gibi kendilerine karşı kullanılacağını düşündü.
- Sizce Gülen cemaati ile çatışma değil, gelecek senaryoları mı İslami çevrede soru işaretleri uyandırdı?
Tabii ki. Bir cemaatle mücadele etmek için yapılan tanımlama, bütün cemaatleri suçlu hanesine yazdırabilecek nitelikte.
Oyların düşüşündeki üçüncü önemli sebep de, başkanlık sisteminin doğru izah edilemeyişi. Ben bu sisteme tarafım ama sistem insanlara doğru anlatılamadı ve İslami çevreler içinde önemli bir kitle, “Başımıza diktatör mü gelecek” diye korktu. Bu, “Erdoğan başımıza diktatör mü olacak” değil, “Bir diktatörlük sistemi mi gelecek” korkusuydu. Çünkü şahısların inisiyatifine bırakılan sistemler, kötü niyetli şahıslar geldiğinde zulme dönüşebilir.
- İslami çevreler, aralarında “Diktatörlük yoluna çoktan girdik” diye düşünenlerin ciddi bir kesimi oluşturduğu laik çevrelerin endişelerini ne kadar dert edindi?
Ben bu endişelerin doğru olmadığını düşünüyorum. Özellikle laik çevrelerin hangi hakları kısıtlanıyor, yaşam tarzlarına hangi müdahaleler yapılıyor ki? Bu, aslında yıllardır ezdikleri İslami kesimin haklarına kavuşmasına hazmedememe durumudur.
- Sorumuz bir fikrin doğruluğundan ziyade, farklı kesimlerin birbirini ne kadar önemsediğine ilişkindi. Yine de Akit internet yasasına karşı çıkanları “pornocu” olarak itham ederken, siz “Yargı diktatörlüğü getirir”, Twitter’ın kapatılmasını “3. sınıf oligarşik diktatörlüklerde görülebilecek bir sansür” olarak nitelediniz. Bu ifadeler sizin de benzer endişelere sahip olduğunuz izlenimi veriyor.
Doğrudur, bu tür yasakları doğru bulmuyorum. İnsanların fikirlerini özgürce ifade edebilmelerinden yanayım ve fikir özgürlüğünün kısıtlanması beni bozar. Ancak, şu anda iktidarın potansiyel olarak ona ulaşma gücü yok. Bakın, Erdoğan hakkında her şey yazılıyor, çiziliyor. “Bu adam diktatördür, tek sözüyle gazetecileri işten arttırıyor” diyorlar ama ben başından beri eleştirilerimi yazdım ve bana bir kelimelik tepki gelmedi. Telefonlar geldi ama “İşin aslı bu” diyen telefonlardı. Bizim camiada ağırlığı fazla olan biri de değilim, tek telefonla beni gazetemden edebilirdi, ama Erdoğan veya başkası bunu yapmadı. Böyle diktatör mü olur?
- Bir varsayım: Sizce Erdoğan veya çevresinden işten çıkarılmanız yolunda bir telefon gelse, Hasan Karakaya veya gazete patronajı buna karşı çıkar mı, çıkmaz mı?
Daha alt seviyelerde gelen tepkilerde patronajın bunu kaale almadığını biliyorum. Ancak tepki daha üstten gelirse ne yaparlar bilemiyorum. Sanırım bir muhasebe yaparlar; beni tutmak mı gazete için daha faydalı, atmak mı? Burada hangisi ağır basarsa onu yaparlar diye düşünüyorum. Ama hakkaniyeti korumaya gayret edeceklerini düşünüyorum.
- “Bana tepki gelmedi, böyle diktatör mü olur” deseniz de Erdoğan, bir mitinginde bir gazeteciyi hedef alarak “Batsın böyle gazetecilik” veya başka bir gazeteci için “Soyadı Mert ama o namert” demedi mi?
Bunları diyebilir, normaldir. Eleştiri hakkını kullanamaz mı? Bir siyasi, bazı gazetecilerin gazeteciliklerini eleştirebilir.
- Bu sözlere AKP yöneticilerinin telefonları eşlik etti. Derya Sazak, Yalçın Akdoğan tarafından arandığını söylerken Erdoğan, Bahçeli’nin Gezi sürecinde Abdullah Gül’ü göreve çağıran ifadelerinin altyazıdan kaldırılması için Habertürk’ü aradı. Bunları yok mu sayıyorsunuz?
Lokal bazı durumlar olmuş olabilir. O günkü hassas ve kritik zeminde, tepkisellikle doğan durumlar olabilir ama genel bir diktatörlük politikası olduğunu düşünmüyorum.
- Sizin için ne “lokal”, ne “genel”?
Gezi süreci kritik bir kalkışmaydı, hatta deprem diliyle konuşacak olursak, 8 şiddetindeydi. Bu aşamada “Neden bu işe körükle gidiyorsunuz” tarzında bir tepkisellik gösterilmiş olabilir. Bazı geçmişten gelen hatıra dayalı talepler olabilir bunlar. Yani genel bir müdahale değil de, vaka bazlı bir müdahale olması, genel politika olarak basına baskı anlamına gelmez. Mesela Sözcü her istediğini yazıyor. Erdoğan diktatör olsa ne kadarını yazabilirdi?
- Yazılarınızda geçen “Hükümeti devirmeye çalışmak haktır” ifadenize rağmen, bu iddiaya sahip olduğu hükümet tarafından ileri sürülen Gezi Parkı eylemleri sizin için neden “darbe”?
Gezi’yi dış destekli gördüğüm için ona darbe diyorum. Ama insanların hükümetleri devirme hakkı olmalıdır. İnsanlar, devlet düzenini değiştirmek için paralel, yatay, dikey, nasıl gerekiyorsa örgütlenebilmeliler. Mesela, ben İslam devletini kurmak istiyorsam, bunu kurabilecek nitelikte Müslümanların yapılanması, kadrolarını yetiştirmesi lazım. Bu da tam anlamıyla paralel devlet yapısını kurmak demek. Bakınız, İhvan, Mısır’da kurumlara egemen olamadığı için devrildi. O yüzden, "paralel" tartışmasına stratejik olarak katılmıyorum.
- Gezi sürecinde mealen şunu yazdınız: “Namusuna, dinine dil uzatıldığında dindar Müslümanları hiçbir güç yerinde tutamaz. Bugün meydanlarda terör estirenler kaçacak delik bulamaz. PKK solda sıfır kalır. Polis asayişi sağlamalı.” Birkaç ay geçtikten sonra polise verilecek yetkileri eleştirecek siz, neden polis şiddetini göreve çağırdınız?
Ben polis şiddetini çağırmadım. Polisin asayişi sağlaması gerektiğini yazdım. Çünkü asayişi sağlamak polisin görevi. Ama polisi göreve çağırırken, ona diktatörce yetkiler verilsin, üstümü istediği gibi arasın, kafasına göre istediği insanı içeri alsın demiyorum. Bu ikisini karıştırmayalım. Eğer asayişi polis sağlamaz da iş karşıt kitlelere kalırsa, işte yazıda dediğim o durumlar olabilirdi. Bunun olmaması için, polisi vazifeye çağırdım. Ama usturuplu olarak. Gezi Parkı eylemlerine ilk başta ben de destek veriyordum, ağaçların kesilmesine karşı çıkılıyordu çünkü. Fakat Gezi, başlangıçtaki masum halinden çıkarılıp, dış mihrakların, uluslararası güçlerin “Bu hükümeti nasıl hizaya getiririz” sorusuna yanıt noktasına getirildi. Elbette hükümeti yıkmak, tabii ki meşru mücadele yollarıyla olursa, insanların hakkı olmalı, ama kendi iç bünyesinde olmalı, birilerinin piyonu, taşeronu, projesi olarak değil.
- Vaktiyle Erdoğan’a da destek veren Guardian’ın veya CNN’in Gezi Parkı eylemlerinde, şiddet gören eylemcileri desteklemesi mi sorun?
O kadar basit değil. Onun arka planında İsrail’e kadar uzanan sistemler var.
- “İsrail desteği alan Geziciler” demek için bir dayanağınız var mı?
İlk baştaki çevreci gruba destek verdiğimi söylüyorum. Oraya da gittim, oturdum, arkadaşlarıma da anlattım, desteğe çağırdım; hatta onlarla da birbirimize girdik. Ama bu çevreci grubun eylemlerine, sonra marjinal, militan gruplar da katıldı. Mesela Levent Kırca'nın İstanbul'u ele geçirdik naralarını unutmuş olamazsınız. Daha nice veriler var. Toplumsal bir gerilim yaşandı. Hükümete karşı ve hükümetin yanında olan iki grup oluştu ve çatışma noktasına gelindi. Yani fiilen yaşanan bir çatışma sahnesi vardı. Çatışmayı değil, asayişi tercih ettim.
- Size toplumsal gerilimin müsebbibi kimdi?
Müsebbibi kim olursa olsun, bu çatışmanın önlenmesi için polisin asayişi sağlaması gerektiğini söylüyorum. Ayrıca İslami kesime ve hatta İslami değerlere saldırılar olmaya başladı. O esnada, “Kitleleri provoke ederseniz, İslami kesimi cihat havasına büründürürseniz öyle bir kaos oluşur ki önünü kimse alamaz” dedim. Bu durumda asayişi ben sağlamayacağım herhalde, polis sağlayacak. Bunu istemenin nesi yanlış?
- 8’i sivil 10 kişi ölünce polis asayişi sağlamış oldu mu sizce?
Keşke o 10 kişi ölmeseydi. Eğer insanlar ölmeden bir birim zaman yerine, daha uzun zamanda çözülebilecekse, daha yavaş davranmak gerekecekse bu daha iyi olurdu. Ama polis asayişi sağlamasaydı çok daha fazla kişi ölecekti. Oraya doğru gidiyordu.
- Toplumsal gerilimde rol oynayanlardan biri Dolmabahçe Camii’nde içki içildiği iddiası oldu. Siz bir yazınızda “İç savaşa kalkışıp camiyi işgal edecek, içki içecek, ayakkabılarıyla insanların secde ettiği halıyı kirleteceksin, ama bu yanına kalacak öyle mi?”...
Vaziyet buydu. Kitleler buna bileniyordu, ben de dile getirdim. Hem, camiye ayakkabılarıyla girmediler mi?
- AKP kurucusu Fatma Bostan Ünsal’dan alıntıyla: “İnsanlar can derdiyken caminin halısı gitse ne olur?”
Benim davamı gütmeyen kimse, hatta benim mescidime, davama karşı söz eden kimse, benim mescidimi de amaçları için kullanamaz.
- Faruk Köse’yi tanımak için soracağız; bir kişiye kafası kanarken “Camimden, mescidimden, halımdan uzak dur” mu diyorsunuz? Sizce halı, candan daha mı değerli?
Öyle şey olur mu? Birinci öncelik insan hayatıdır. Buradaki durumun farkı, fiili çatışma ortamı. İnsanlarda “camiye ayakkabıyla girdiler, içki içtiler, Başbakanlık ofisini basacaklardı, o insanlar camiyi üs olarak kullandılar” algısı oluştu. Üstelik de camiye, İslam'a karşı insanlardı bunlar, kitlelerin algısı böyleydi. “Hem kökü dışarda bir hareket olacaksın, hem de inançsız kişiler olarak gelip benim camimde bunu yapacaksın. İstersen geber git, bana ne” diyen bir kitle oluşmaya başlamıştı. Hem, camiye sadece yaralılar girmedi. Caminin her noktası dolup taştı. Ben de asayiş sağlanmazsa, bunun önünün alınamayacağını yazdım.
- Yazınızda bir iddiayı veya insanların algısını aktarıyorsunuz gibi bir nüans yoktu.
Öyle anlaşılıyorsa yanlış ifade etmişim. Niyetim o değildi. Ancak yaralılar dışındakilerin camiye öyle ayakkabılarla girmesini ve o hali tasvip etmediğimi de belirtmeliyim.
- Sizce Dolmabahçe’de içki içildiği kanıtlanabildi mi?
Bu hususta bazı resimler var tabii ki, ama kesin bir ispat yok gibi.
- Siz Kabataş tacizi iddiasını neden yazmadınız?
İlk duyduğum anda, çelişkili şeyler gördüm ve bekleyeyim dedim. Dolmabahçe’de ayakkabı, kola kutuları vb. fotoğraflar vardı ama Kabataş’ta yoktu. İşin aslı da bir türlü ortaya çıkmadı. Haberi ilk yapanlar bile pişmanlık ifade etmeye başlayınca, kendi kendime, “Allah seni korudu, iyi ki yazmamışsın” dedim. İşin sonunda mahcup olmak da vardı.
- Sizce bu olayları gerçek gibi zikreden Erdoğan bugün özür dilemeli mi?
Dilemeli ama, “Beni yanılttılar” tarzında. Sonuçta bizzat gidip görmüş değil. Kendisine güvendiği kadrolar tarafından getirilen bilgi olmadan öyle bir açıklama yapmazdı herhalde. Bu yüzden, özürden ziyade, "Beni yanılttılar" türünden bir yarı özür gibi olabilir. Ancak, zihniyetime göre, eğer bu bilgiler yanlışsa özür dilemesi daha faziletli olur. Üstelik toplumda böyle bir özür prim de yapar. İnsanlar, hatalarından geri adım atanları severler.
- “Hal tasviri” yazınızda geçen bir ifade: “Ölçüsüz dengeleri korumaya çalışmaktan ne yazacağımı bilemiyorum.” Siz neyin dengesini korumaya çalışıyorsunuz?
Ölçülü dengeleri...
- Size “Ikınıp sıkınmaktan ne yazacağımı bilemiyorum” dedirten baskının kaynağı ne?
Bu tip bir yazım oldu. Ve tamamen deyimlerden oluşturdum. Birçok kişiye göre aleni yazıyor olsam da sıkıntı yaşıyorum. İnsanların değer yargıları bozuldu ve tarafgirleşti. Kendinden gördüğünün hatalarını da, karşısında gördüğünün doğrularını da yok sayar hale geldi. Bu durumda, hakkaniyet gereği hatalara işaret ettiğinizde şiddetli tepkilerle, karalamalarla karşılaşabiliyorsunuz. Bu da insanı ıkınıp sakındırıyor.
- Sıkıntınızın sebebi ne, tepki nerelerden geliyor?
Yönetim bazında olmasa da gazete içinden gelenler, okuyucudan, değişik kurumlardan, bireysel olarak gelenler var. Ulusal bir gazetede yazdığım için herkes için ulaşılır olmam gerektiğini düşünüyorum, bu yüzden arayan herkes telefonumu alabilir. Gerçi bir tek size vermemişler ama, benim telefonum herkese açık. İnsanlar da arıyor ve çok sert tepkiler gösterebiliyor.
- “Gazete içinden gelen tepkiler var” derken kastınız ne?
Yazarlardan, personelden...
- Aralarında “telkin”de bulunanlar var mı?
Hayır. Ben telkinle, hatır gönülle yazı yazmam. İçime sinmeyen bir yazıyı okuyucuya sunmam.
- Köşenizde yazmadıklarınız var mı?
Yazıp da son anda göndermediğim yazılardan oluşan koca bir klasörüm var.
- O klasörde hacim kaplayan konu başlıkları ne?
O klasör şimdilik bende kalsın. Ama özellikle farklı İslami gruplar, Müslümanların önünde olan bazı şahsiyetler ya da hükümetin söz ve bazı icraatı hakkında kendi kendimi sansürlüyorum. Çünkü, 1- Kaş yapayım derken göz çıkarmış olur muyum endişesi nedeniyle göndermiyorum. 2- Bunu yazdığımda başıma ne gelir diye düşünüyorum. Güvenli bir ortamda olduğumu düşünmüyorum çünkü.
- Hukuki mi, fiziksel güvenlik mi kaygı duyduğunuz?
Hukuki. Çünkü birçok kişi attıkları tweet nedeniyle bile mahkemeye çıkarılabiliyor. Ülkemizde kişilerin hukuk güvenliğinin, hak ve özgürlük garantisinin olmadığını düşünüyorum.
- Bu sizi şaşırtıyor olmalı, çünkü bir yazınız başlığı şuydu: “Tweet atan hapse mi girecekmiş, hadi canım!”
(Gülüyor) Bana bu garip geliyor. Bir insan eleştiriden korkuyorsa, hataları çok demektir.
- Bahsettiğiniz endişeyi AKP karşıtları daha çok taşırken siz tam olarak neden endişeleniyorsunuz? Sizin için harekete geçecek savcının motivasyonu sizce ne olur?
Bilemem savcılar neyi düşünür, hangi motivasyonla hareket eder. Ama, siyasi kararlarla hukuk adamları görevlerinden olabiliyorlar. Hukuk adamları görevlerinden olsun, olmasın konusu değil bahsettiğim. Böyle bir durumda hukuk adamları, kendilerini görevde tutacağına inandığı tasarruflara yönelebilir. O yüzden kendimi güvende hissetmediğim için oto-sansür uyguluyorum. O ıkınıp sıkınma odur.
- Şunu netleştirebilir misiniz: Bir yandan “Laiklerin diktatörlük endişelerine katılmıyorum” derken diğer yandan tweetleri nedeniyle yargılananlar örneğini vererek oto-sansür uyguladığınızı söylüyorsunuz. Burada bir çelişki yok mu?
Net olan şey şu: Ülkemizde, seçimle iktidara gelmiş kadroların diktatörlüğü falan yok. Ama onun kadar net olan bir başka şey de, uzun süre iktidarda kalmış bir kadro var ve bu kadro, devletin pek çok mekanizmasında etkili olmuş durumda. Bu kadroya yaranma eğiliminde olanları da eklediğimizde, ciddi sıkıntıların yaşandığı bir gerçek. Ciddi hatalar yapılıyor, ancak yerleşmiş bir diktatörlük yok. İşte seçimde iktidar gitti.
- “Diktatörlük yok ama ciddi sıkıntılar olduğu bir gerçek” sözlerinizden yola çıkarak; AKP’deki eğilimi “dikatörleşme” değil, ama “otoriterleşme” olarak tanımlar mısınız?
Evet, bir otoriterleşme var. Eskiden daha geniş bir kadroyla istişare halinde yürütülen işlerin, şimdi daha dar ve genellikle söyleneni onaylayıp icra etmeye meyyal bir kadroyla yapıldığına dair güçlü izlenimler var. Ancak bu otoriter görünüm, AKP’yi başka yapılara egemen kılmak şeklinde değil de, devletle özdeşleşmiş bir şekilde, devletçi bir refleksle oluyor. Yani devletçi bir yaklaşımla, devlete, devletin mevcut yapısına sahip çıkma ve o yapıyı güçlü biçimde ayakta tutma endişesiyle gelinen bir otoriterleşme. Oysa mevcut devlet mekanizması, rejim, sistem deyin isterseniz, bu, AKP’yi destekleyen ana tabanın düne kadar değiştirmek istediği bir şeydi. AKP iktidar olup devletin içerisine yerleşince, düne kadar değiştirilmek istenen rejimi sıkı sıkıya sahiplenir oldu. Sahip olduğu bu konumu kaptırmamak için de sistemi ayakta tutma refleksiyle, yani devlet refleksiyle, bazı şeyleri hukuk toleransıyla değil de otoriter eğilimlerle yapmaya yöneldi. En azından algılara yerleşen görüntü bu oldu. Hepsi olmasa da bazı işlerin otoriter bir tarzda yürütülmesi, insanlarda diktatörlük endişeleri oluşturmuş olabilir.
- Sıkıntılardan biri olan yolsuzluk, ahlaksızlıkla ilişkilendirerek yazdığınız ancak isim vermediğiniz, somutlaştırmadığınız bir başlık. Otosansürünüze tabi olan konular arasında 17-25 Aralık yolsuzluk iddiaları da var mı?
Evet, var. O konuları yazmıyorum. Çünkü meselenin aslını bilmiyorum. Tarafların birbirleri hakkındaki suçlamalarına da katılmıyorum. Yani yolsuzluk vardır diyene yoktur diyemem, yoktur diyene de vardır diyemem. Çünkü konuya dair elimde bir belge falan yok ki. Ee, o zaman ortada durmak daha mantıklı değil mi? Bu yüzden, hakikatini bilmediğim bir hususta, bir tarafın hatırı için, diğer tarafı suçlamaya varacak bir yaklaşımdan kaçınıyorum.
- Buna rağmen neden “Bakara-makara” veya “Alo Fatih” tapesini yazdınız?
E, yani duyarsız da değilim konuya. Çünkü Egemen Bağış, Bakara tapesini, ancak çok tepki topladıktan sonra, oldukça geç inkâr etti. Bu da iddiaların üzerine gitmeyi gerektirecek bir karinedir. Ama “Alo Fatih” tapesini yazdığımı hatırlamıyorum. Yazmadım galiba.
- 700 bin TL’lik hediye kol saati de Zafer Çağlayan’ın belgelerle yalanlayabildiği, faturasını gösterebildiği bir iddia olmadı.
İstediği kadar faturası olsun, bir bakanın 700 bin liralık bir saat takıyor olmasını ben doğru bulmuyorum. Rüşvet mi bilemem, ama milyonlarca insan asgari ücretle sürünürken sen bunu yapamazsın kardeşim! Ayrıca, yolsuzluk iddialarıyla ilgili sürecin yargıyla tamamlanması gerekirken, Meclis’te oylamayla kapatılmasını da doğru bulmuyorum.
- Sizce Yüce Divan’ın yolu neden kapatıldı?
Siyasiler ne düşündü bilemem.
- İddialar doğru olmasa sizce kapı kapatılır mıydı?
Acaba öyle miydi, yoksa kadrolar şöyle mi düşündü: 1- “İddialar doğrudur, ama biz bakanlarımızı harcamayız.” 2- “İddialar doğrudur, başkalarına da dokunuyordur, o zaman iş büyür.” 3- “Bu AKP’yi yıpratma üzerine kurulan algı operasyonudur, ben bu kulvara girersem başkasının gündemiyle hareket etmiş olurum.” Bu üç bakış açısından biri olabilir ama ben hangisi bilmiyorum. Fakat makul olan, bu iddiaların yargıda aklanmasıydı.
- Saydıklarımızın yanı sıra kupon arsalar, rant hesapları, takım elbiseye yerleştirilen paralar ve en önemlisi Bilal Erdoğan ile Tayyip Erdoğan arasında geçtiği ileri sürülen ve içinde “Sıfırlamadık babacığım, bir 30 milyon avro daha var” geçen kayıtlar çıktı.
O konuda şunu söyleyeyim; benim bilgisayarla aram iyidir ve başarılı bir montajla neler yapılabileceğini biliyorum.
- Sizce kayıtlar montaj mı?
Bunların teknik olarak mümkün olduğunu söylüyorum. Ama diyelim ki tapeler gerçek olmuş olsun, ben Erdoğan’ın göz göre göre yolsuzluğa bulaştığına, para çaldığına inanmıyorum.
- Bir amaçla meşrulaştırmış olabilir mi sizce?
“Sıfırlayacağım” kaydının doğru olduğunu varsayalım. Hangi derneğe, vakfa giderseniz gidin bağış paralarının bazılarını kayda geçirmezler. Yedikleri için değil, vergi ödememek, gerektiğinde vakıf için rahat harcama yapabilmek için. Ortada TÜRGEV denilen bir vakıf var ve ona bağışlar yapılmış olabilir. Normalde yapılamaz ama, diyelim ki Başbakan’ın evine baskın yapıldığında, para çalındığı iddialarının havada uçuştuğu bir zeminde, varsa bu paraları nasıl izah edecekti? Böyle bir şey olabilir.
- ÇYDD’ye bağışlar “ticari faaliyet” sayılarak 2 milyon lirayı bulan para cezası kesilirken, Erdoğan’ın çocuklarının vakfında bunların yapılabilir olması sizce normal mi?
Belki sonra kayda alınmıştır, benim aklıma başka bir seçenek gelmiyor. Ama ilkesel olarak diyebilirim ki, ne olursa olsun ispatlanmış bir yolsuzluk varsa, değil Erdoğan, gözümün bebeği bile olsa üstüne gidilmeli diye düşünüyorum.
- Ahmet Sever “Abdullah Gül ile 12 Yıl” kitabında, Erdoğan’ın Egemen Bağış’a yeni kabinede yer vermek istediğini, ancak bunu Gül’ün engellediği yazıyor. “Erdoğan, peki sen neden bu kişiye sahip çıkıyorsun” diye yazmak aklınızdan geçer mi?
Burada da ne olduğunu bilmiyorum, bu bir iddia. Doğruysa sorarım tabii ki. Hakkında yolsuzluk iddiası olan bir kişi ısrarla kabineye sokulmak isteniyorsa, bunu sormak herkesin hakkıdır, öyle değil mi? Eğer gerçekten böyle bir durum varsa, tabiî ki Erdoğan’ın meseleyi kamuoyuna açıklaması icabeder. Kişisel görüşüm, hakkında şaibe bulunanları bırakın kabineye, meclise almaya, hatta partinin etkili kadrolarında tutmaya bile taraftar değilim.
- Ama siz bunları köşenizde sormak yerine bu iddiaları tamamen es geçiyorsunuz.
Yok, aslında es gaçmek falan değil de... Az önce demiştim ya; ıkınıp sıkınmaktan, kendime otosansür uygulamaktan bir hâl oldum diye. Yani, herkesin çok açık yazdığımı söylemesine rağmen, o kadar da rahat değilim. İstediğimi istediğim gibi yazamayacaksam, hiç yazmamayı tercih ediyorum.
- “Otosansür yapıyorum”, “yazmıyorum” deyince iş bitiyor mu?
İş bitse de, bitmese de, vaziyet bu. Benim açımdan, yazıya dökme anlamında bitiyor işte. İç alemimde fırtınalar da kopsa, yapacak bir şey yok. Elimde kat’i bilgi ve belge olmadan neyi yazayım? Sadece bu da değil. Bugün ortam öyle gerilmiş, insanlar öyle amigo tarzı tarafgir olmuşlar ki, kimse hakikatleri görmek de, duymak da istemiyor. Sen söyleyince de düşman gözüyle bakılıyor. Neticede içinde bulunduğun toplumdan kopuk olamıyorsun. Toplum bir hususta algılarını kapatmışsa, sadece algılarını açacak küçük dokunuşlar yapıp duyarlılıklarını geliştirmeye çalışmanın ötesinde, esaslı bir vuruş yapman mümkün olmuyor. Dışlanıyorsun. Suçlanıyorsun. Haklı olduğun bir hususta bile haksız muamelesi görebiliyorsun. Her zaman bu kadar baskıyı göze alman mümkün olamayabiliyor. Çareyi, otosansür yapmakta buluyorsun. Günü geldiğinde, algılar müsait olduğunda konuşmak üzere biriktiriyorsun.
- “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diye bir hadis de var, “yazmamayı tercih ederek” inancınızın günah saydığı bir suskunluğu da tercih etmiş olmuyor musunuz?
Oooo, iyi yerden yakaladınız. Ben size daha ötesini söyleyeyim; inancımıza göre, “En büyük cihad, zalim bir yönetime karşı hakkı söylemektir.” Bunları biliyorum zaten ve tevil edecek falan da değilim. Ancak, sustuğum falan da yok. Hakkı her zaman söylüyorum da, fayda etmeyecekse, fayda edecek halde ambalajlamadan söylemiyorum. Sadece bodoslama girmiyorum. Her diyeceğimi bir çırpıda söylemiyorum. Yani, bir yazıda mesela 10 şey söylemem gerekiyorsa, eğer söylediğimde faydadan ziyade zarar getireceğine inanıyorsam, 2’sini, 3’ünü, 5’ini söylüyorum. Kalanını başka yazılarda, başka vesilelerle ifade ediyorum. Yani otosansür uyguluyor olmam, 1-, hakkında kesin bilgi sahibi olmadığım hususlarda nötr kalmak şeklinde; 2-, söyleyeceğimi tek seferde değil de, zamana yayarak, değişik yazılar içine serpiştirerek, aleni bir durum oluştuğunda onu referans göstererek söyleme şeklinde oluyor. Çünkü “her doğruyu her yerde söylemek” de doğru olmayabiliyor. Bu arada, bu sözün hadis değil, bir kelam-ı kibar olduğuna dair bizim kaynaklarımızda rivayetler vardır. Yani bu söz hadis değil, Peygamber Efendimiz’e ait olduğuna dair bir bilgi yok.
- Yolsuzluk iddiaları ve paraya karşı tutumu AKP’nin tabanıyla ilişkisini nasıl etkiledi?
Ben “AKP içinde, bürokraside yolsuzluk yoktur” demiyorum. Mutlaka vardır. Ama ben şu insan, şunu yapmıştır diyemem.AKP, parayla ilişkisinin topluma yansımış olduğu şeklini berraklaştıramadığı için de oy kaybetmiş olabilir. Tabanın, parasal konularda kuşkuları olduğu bir gerçek. Ne oranda bilemem ama bu, partiden kopuşlara neden olmuştur.
- Ak Saray, Diyanet konularındaki savunma tabana nasıl yansıdı?
Bence Saray konusunda eleştirenler yanlış yapıyor, "Ak Saray" gibi bir sarayın olmasının bir mahsuru yok. Güvenliğiyle, ekonomik ve savunma merkezleriyle iletişim kurabilme donanımıyla böyle bir yönetim binasının kurulması normal. Yanlış olan şey şatafattı, israftı. Mesela o mermerler İtalya’dan getirilmek zorunda değildi. Eleştirenler, sarayı sanki Erdoğan kendisine yapmış gibi sundu, halbuki Erdoğan da bir fani, görev süresi bitince o saraya başkası oturacak. Saray ise kalacak.
- KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın T24’e verdiği söyleşide dile getirdiği “Ak Saray’dan çok, saray savunulurken kullanılan dilin tabanı rahatsız ettiği” sözlerine katılır mısınız?
Olabilir. En rahatsız edici taraf buydu. Saray, sanki ülkenin en önemli meselesi halledilmiş ve olmazsa olmazlar arasındaymış gibi savunuldu. Yoksa, mesela Ankara Mimarlar Odası’nın tuvalet taşı benzetmesi gibi eleştirilere ben katılmıyorum. Bunu diyen adamın aklı nasıl çalışıyor bilmiyorum, ben baktığımda öyle bir şey görmüyorum. Diyanet konusunda da, iadeye rağmen zırhlı Mercedes sunulması iyi bir görüntü vermedi. Bunun menfi getirileri zaman içinde daha net görülecek.
- Bir yazınızda geçen “İslam’ı ekmek kapısı olarak gören Müslümanlar” ifadesini kimler için sarf ettiniz?
İslam üzerinden nemalanan pek çok insan var. Adam mesela İslami motifler üzerinden bir cemaat, bir şirket, bir klik oluşturuyor ve insanların emeği üzerinden nemalanıyor, zenginliğine zenginlik katıyor. Siyasetçisi de böyle, işadamı da, cemaat/tarikat önderi de. Hepsi demiyorum, bu örnekler azımsanmayacak kadar çok, onu söylüyorum.
- Zenginleşme kısmını açar mısınız; bu kişiler cemaati veya fabrikası üzerinden mi kazanç sağlıyor?
Var bunlar, kendilerini biliyorlar. Mensuplarını kendi işlerinde sözümona "gönüllü" çalıştıran tarikat görüntülü işadamları da var.
- Bunlar hangi tarikatlar, söyler misiniz?
Söyleyebilirim ama hemen davalar gelir. Davadan korkmuyorum ama attığım taşın ürküttüğüm kurbağaya değmesi lazım. Böyle bir kesim var, bunu bilin, yeter.
- AKP iktidarında AKP’ye oy verenlerin parayla ilişkisi sizce nasıl değişti?
AKP döneminde İslami duyarlılıklar son derece zayıfladı. Bu planlı bir strateji değil, yani AKP bilinçli bir şekilde bunu yapmadı ama öyle bir ortam oluştu ki İslami duyarlılıklar hem inanç, hem ibadet, hem yaşantı açısından bozuldu. Mesela başörtüsü serbest kaldı ama tesettür ortadan kalktı. Öyle bir tür gelişti, başı kapalı, ama afedersiniz, kıçı açık ahlâksızlar türedi. Bence tamamen açık olan bir kişi bu tür kişilerden daha saygındır.
- “Başını göstermek haram da kıçını göstermek haram değil mi” içerikli yazılarınız nedeniyle de soracağız; bu eleştirinin erkekler hanesine neler yazıyorsunuz?
O yazıların konusu kadın tesettürü olduğu için erkeğe değinmedik. Ancak elbette tesettür erkekler için de geçerlidir.
- Evet ancak erkekler kadınlara nasıl giyinmeleri ve davranmaları gerektiğini söylerken, erkeklerin erkeklere ilişkin kalem oynattığına tanık olmuyoruz.
Burada kadın-erkek yarıştırmasına girmenin manası yok. Ama kadınların tesettürünün daha çok tartışılmasının nedeni, kapatmaları gereken daha çok vücut bölgesi olması. Bir de, neden erkekler kadınlara nasıl giyinmeleri gerektiğini söylemesinler ki? Dinin emirlerini söylemede erkekler ve kadınlar birbirleri üzerine âmirdir. Kur'ân böyle söylüyor.
- Sadece kıyafetle kısıtlamadığınızda, Müslüman erkeklerdeki dönüşüm için ne dersiniz?
Evet, bakın işte söylüyorum, bu hususta erkeklerimiz hiç iyi sınav vermedi. Biraz zenginleşseler o güne kadar kendilerine hizmet eden kadınlarını bırakıp sekreterleriyle evlenen holding patronları olduğunu biliyoruz.
- Bu kişiler çoğalıyor mu?
Bir zamanlar çok fazlaydı, şimdi ne kadarlar bilmiyorum. Ya da eşi 3-4 çocuk doğurup büyütmüş, vücudu değişmiş eşlerini bırakıp mankenle evlenen erkeklerimiz oldu. Bunlar tasvip edilebilir şeyler değil. Ahlaki anlamda kadınıyla, erkeğiyle yozlaşma oldu. Sosyal münasebetlerinde İslam'ın tesettür esaslarına uygun bir dil ve tutum olarakdeğerlerinden vazgeçtiler.
- Netleştirmek adına: Sizce 13 yıl boyunca AKP yerine iktidarda başka bir parti olsa ileri sürdüğünüz bu ahlaki yozlaşma yaşanır mıydı?
Genelde yaşanırdı, ama İslami kesim içinde yaşanmazdı.
- “Plansız” olduğu notunuzu es geçmeden soracağız; AKP’nin bu sürece nasıl bir katkısı oldu sizce?
Örneğin CHP iktidarda olsaydı, bizlere bu kadar hak vermeyebilirdi ama Müslümanların hayatında da bu kadar yozlaşma olmazdı. AKP’yle birlikte bizim kitle şöyle bir rehavete kapıldı: “Biz AKP’yi iktidara getirdik, her şeyi onlar halletsin.” İnsanlar kimliklerine sahip çıkmak için karşı çıkabilecekleri bir şey bulamadı, çünkü karşılarında kendilerinden gördükleri insanlar vardı. Bunların (AKP’nin) halledemedikleri de, halledilmiş hanesine yazıldı. Algılar değişti. Gerçi Erdoğan “İslami bir parti değiliz” ifadesini sık sık kullandı, insanları kandırmadı aslında. Ama toplum kendini kandırdı. Zamanla parti de bu söyleminden vazgeçti.
- Sizce AKP zamanla İslamcılaştı mı?
Daha çok “Bizi İslami referans olarak almayın” söyleminden, bu söylemi hiç kullanmama tarzında bir yaklaşıma geçti.
- Sizce AKP tabanındaki rehavet, parayla desteklendi mi?
AKP tabanında rehavet oluşturacak bir para saçılımı yaşanmadı. Genel olarak, enflasyonun düşürülmesi ve ekonomik göstergelerin iyileşmesi gibi bir yansıma oldu. Ancak tabanda değil de, belirli bir sınıf, AKP döneminde paranın tadını aldı.
- “AKP kendi orta sınıfını yarattı” tezi sizce gerçek dışı mı?
AKP döneminde, AKP’yi destekleyen bir kapitalist zümre oluşmuş olabilir tabii ki.
- Yusuf El Kardavi’nin başında olduğu birliğin, katılmadığınız bir fetvası üzerine “İlim sahibi olup susanlar, en az bu fetvayı verenler kadar sorumlu değiller mi?” diyen siz, Hayrettin Karaman’ın “Yolsuzluk hırsızlık değildir” fetvasını okuduğunuzda ne düşündünüz?
Hayrettin Karaman’ın İslami yaşantıya dair bazı değerlendirmelerine katılmıyorum. Ama bahsettiğiniz yazının başlığını gördüğümde “Allah Allah” desem de yazıyı okuduğumda bir yanlışlık olmadığını düşündüm. Yolsuzluğun meşru olduğunu savunmuyor Hayrettin Hoca, yolsuzluk ve hırsızlığın yerlerinin farklı olduğunu, aynı suçlar olmadığını söylüyor. Mesela, hırsıza katil, içki içene zina etti diyemezsiniz. Yolsuzluk da hırsızlık değil, başka bir suçtur. Onu söylüyor.
- Yolsuzluk, devlet kurumunda yapılan hırsızlık değil mi? Karaman o yazılarında “Yolsuzluk, hırsızlıktan kötüdür” mü diyor?
Hayrettin Karaman o yazılarında “Yolsuzluk tasvip edilebilir veya suç değildir, demiyoruz. Başka bir suçtur diyoruz” dedi.
- Sizce yolsuzluk, hırsızlıktan daha ağır bir suç mu, değil mi?
Durumlara göre değişir. İslam’a göre örneğin her hırsızın eli kesilmez. Yani hırsızlık da kendi içinde derecelidir. Bu bakımdan, bazı yolsuzlar, hırsızlardan daha şiddetli cezalandırılabilir.
- Karaman’ın yazısında vermediği şu nüansı sorguluyoruz: Kamu gücünün kullanıldığı bir hırsızlık, hırsızlıktan daha büyük bir suç değil mi?
Hırsız, cezasını çekince mesele biter. Ancak, kamu gücüne dayalı kazanımlar bu bakımdan daha veballi bir iştir, daha şiddetli bir durumdur. Mesela rüşvet, kamu gücüne dayalı bir suçtur ve İslam'da, rüşvet alan çok şiddetli bir şekilde tanımlanır. Mesela ayetle yasaklanan rüşvet hakkında, Peygamberimiz, "Rüşvet alan da, veren de cehennemdedir" buyuruyor. Kul hakkı, Allah'ın affetmeyeceği tek suçtur. Helalleşme olmadan tevbe bile kurtarmaz.
- “İslamcı entelektüeller bürokrat oldular” eleştirisinin bir devamı olarak: Ulema geleneği için sarf edilen “Sultanın sarayından, zenginin sofrasından uzak durun” düsturuna, mesela Hayrettin Karaman ne kadar riayet etti? Karaman’ın AKP’yi eleştirirken elini tutmasını siz neye bağlıyorsunuz?
Hayrettin Hoca hakkında çok şey söylemek istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyeyim, bu hususta iyi bir örneklik sergilemedi.
- Karaman’ın AKP’ye oy vermeyenleri “ırgat” olarak nitelendirmesi sizce doğru mu?
O son derece kötü bir açıklama. Bir ilim adamına yakışmıyor.
- AKP’lilere yönelik kullandığı Yılmaz Özdil’in kullandığı “bidon kafalılar”, Bekir Coşkun’un dile getirdiği “göbeğini kaşıyan adam” tabirlerinden sizce bunun herhangi bir farkı var mı?
İkisi de yanlış. Hem yanlış, hem de çirkin ifadeler. Bekir Coşkun'a yakışabilir, ama Hayrettin Hoca kendini bu duruma düşürmemeliydi.
- Sizce bu bir kibir örneği mi?
Bu bir bozulma, dejenerasyon. Hayrettin Hoca adına üzüldüm. Sonuçta kime olursa olsun, insanlar güvendiklerine oy verir. Bu tür politik tarafgirlikler sağlıklı sonuçlar vermiyor. Mesela, muhafazakâr medyada “Bak, paralelciler bilmem kimi destekledi” diye haberler çıkıyor. E, sen adamı itiyorsun, sonra sana oy vermedi diye kızıyorsun. Onu öteliyorsan sıkıştığın zaman da o kesimin desteğini beklemiyor olman lazım.
- “Sabrın sonu selamet, kibrin sonu hezimet, ders almazsan hatandan, daha büyük felaket” tweet’iniz ve “Kibre kapılarak eleştiri kabul etmez tutumlardan vazgeçin” ifadenizdeki kibir sahipleri kim?
Şahıs ismi vermeyeceğim kesinlikle. Ama AKP içinde üst yönetimdeki bazı şahıslar, belki kurumsal duruşu belirleyenler de olabilir aralarında, kimsenin sözüne itibar etmemeye başladılar. Söylenilen her eleştiriyi düşmanlık olarak algıladılar. Size “Dikkat edin, kafanıza saksı düşecek, öleceksiniz” desem, siz bu cümleden saksı kısmını çıkarsanız ne kadar yanlış olur değil mi? AKP’de yetkin konumda olan pek çokları bunu yaptı, eleştiriye kulak tıkadılar; bir de eleştireni, dostça uyaranı yaftaladılar. Eğer milletin bu tutuma karşı verdiği mesajı almazlarsa, AKP’nin bir sonraki seçimde alacağı maksimum oy yüzde 30’dur.
- Sizce Abdullah Gül partinin başına gelse kibir ve eleştiriye tahammülsüzlük aynı seviyede olur muydu?
Kibir kişilerle ilgili değil, bazı kişilerin kibre kapılmasının kurumsal olarak böyle bir duruma dönüşmesi şeklinde oluştu. Tarihte tüm çöküşler böyle başlar. Parti, iç ayıklamayı yapmazsa, Gül'ün de yapabileceği bir şey yok.
YARIN: Faruk Köse ‘muhafazakâr medya’yı anlatıyor
© Tüm hakları saklıdır.