19 Şubat 2014 03:07
Ferdan Ergut
Türkiye’de siyasal bir kriz var. Siyasal krizin esas nedeni ise siyasal değil; toplumsal! Siyasal alanda yaşadığımız kriz esas olarak 100 yılı aşkın bir süredir sistemin ürettiği toplumsal mağduriyetlere yanıt oluşturacak bir siyasal programın ve örgütlenmenin ete kemiğe bürünememesinden kaynaklanıyor. Marksizmi hatırlama zamanıdır: Siyasal olanın temeli toplumsaldır! Toplumsal krize çözüm üretemediği için siyaset kriz yaşıyor.
Toplumsal krizin ise tarihsel bir temeli var: Çok kültürlü, çok kimlikli, çok inançlı, çok dilli bir toplum, imparatorluktan ulus devlete geçerken merkezi bir cendereye sokuldu. Demokrasinin sınırlarını ve derinliğini “kuruluş”ta oluşturulan vesayet rejimi belirledi. Şimdi merkezin vesayeti AKP eliyle sürdürülüyor. AKP, eski rejimden farklı bir ideolojiye sahip. Oysa yönetim zihniyeti olarak zere farkı yok. HSYK’da yapmaya çalıştığı diktatoryal düzenlemeden, valileri savcıların amiri kılmasına kadar yapıp ettikleriyle merkezi daha da güçlendirmeye çalışıyor. Bugün ihtiyacımız olan ise merkezi değil, çevreyi güçlendirmektir; merkezi vesayeti yok etmektir. Kürt Sorununun barışçıl çözümü de Alevilerin de Müslümanların da, gayrı müslümlerin de inançlarını, kimliklerini özgürce yaşamalarının önündeki en büyük engel merkezin kendi bildiğince bu çoğulcu toplumu yönetme ısrarıdır. AKP de İttihatçı-Kemalist kadroların kurduğu ve kurumsallaştırdığı politik kültürün çocuğu sonuçta!
CHP ise bizzat bu kurumsal yapının mimarı! Eğer ulus devletin kuruluş mantığından kaynaklı sorunlarla hala uğraşıyorsak bu yapının temel kurucusu olan partiden, CHP’den de beklentilerimizin bir sınırı olmalıdır.
Alternatif bir siyaset, tam da bu kurumsallaşmayı hedefine yerleştirmelidir. Türkiye’nin toplumsal krizinin çözümü esas olarak bu kurumsal yapı ve onun hukuksal ve ideolojik çerçevesinin dönüşümüyle mümkün olacak. Olanca gücümüzle tartışmayı bu alana çekeceğiz. Son tahlilde bir hegemonya mücadelesini gerektirecek devasa boyutta bir meseleyi tartışacağız. Adem-i merkeziyeti, demokratik özerkliği, yerel demokrasiyi tartışacağız. Farklılıklarımızı bastırmayı değil; kamusal alanda görünür kılmaya çalışacağız. Eşitlik siyaseti kadar farklılık siyasetini konuşacağız. Çoğulcu bir siyaset zeminini adım adım inşa edeceğiz.
Hegemonya mücadelesi bugünden yarına kazanılmaz. Öncelikle sağlam fikri ve siyasi bir doğrultu gerektirir. Sonrasındaysa sebat! Adım adım o doğrultuyu kuvvetlendirmek, her fırsatı o doğrultuyu görünür kılmak için kullanmak, her bilgiyi, her tecrübeyi ve her başarıyı o doğrultuya taşımayı gerektirir. Kısacası bir gelecek tasavvuru gerektirir. Eğer Türkiye siyasetinin bu yapısal ihtiyacını tespitte anlaşıyorsak, CHP’ye işaret etmenin hiçbir geçerli gerekçesi olamaz.
Türkiye siyaseti iki güç arasında sıkıştı. Bir yanda AKP’nin doğayı ve kentlerimizi talan etmeye dayalı neo-liberal sömürü düzeni var. AKP 10 yılı aşkın bir süredir işçi örgütlenmelerini zayıflatan, taşeronlaşmayla işçi sınıfını güçsüzleştiren, yoksulları kamu kaynaklarıyla buluşturmak yerine, belediyeler ve yandaş şirketler eliyle sadaka üzerinden onları sistemde tutan bir toplum tahayyülünü başarıyla uyguladı. Modern ve demokratik yollarla kurulan toplumsal dayanışma ağlarını çökertti ve onun yerine hiyerarşik, paternalist mekanizmaları oturttu. Emekçilerin haklarını törpüledi ve örgütsüz işçilerin sömürüsü üzerinden oluşan artığı ise yoksullara “hayırseverlik” olarak sundu.
AKP’nin toplumsal tahayyülünde olmayan çok şey var. Ama en önemlisi katılım ve şeffaflık. Dolu dizgin gittiler. İktidar bloğu çatladığında hepimizin tahmin ettiği pislikler ortaya saçıldı. Bütünüyle arazi rantları ve doğayı talana dayalı bir tek adamın mutlak hakimiyeti altında işleyen bu ekonomi yolsuzluk üretiyordu. Sağlıklı büyümenin koşullarını yaratmak yerine bir yolsuzluk ekonomisi üretildi.
AKP, yolsuzluk batağına battığı anlaşıldığında ne yaptığını gördük. Salt bir hayatta kalma dürtüsüyle hukuku ortadan kaldırmayı bile göze alarak diktatörlük düzeni ihdas etmeye çalıştı. Yolsuzluğu soruşturmak, başlı başına kahramanlık haline geldi.
Öte yandan devlet içinde yıllar boyu AKP’nin palazlandırdığı ve artık Cemaatin kontrolünde olduğu anlaşılan bir yapılanma olduğu da açık. AKP’nin bu yapıyla mücadelesi ise yine otoriterleşme yönünde oluyor, demokratikleşme yönünde değil.
Bu böyle olmakla birlikte, AKP karşısında oluşmaya başlayan koalisyonunun da Türkiye’ye sunabileceği hiçbir şey yok. CHP/MHP/Cemaat ekseninde oluşan bu koalisyon da otoriter bir koalisyon. CHP Kürt Raporunu hala açıklayamadı, Kılıçdaroğlu’nun konuya dair söylediği en somut proje hala Et ve Balık Kurumunu “bölgeye” götürmekten ibaret. CHP sözcülerinin ağzından Cemaat örgütlenmesine dair tek bir söz duymanız mümkün değil. Hatta Sarıgül gibi örneklerde doğrudan doğruya Cemaat güzellemeleri yapılıyor. Birçok yerde CHP ve/veya MHP birbirleri leyhine adaylıktan çekiliyorlar veya birisinin güçlü olduğu yerde diğeri zayıf aday gösteriyor vs.
Türkiye siyasetinin uzun süredir turnusol kağıdı, Kürt sorununa ve daha önemlisi Kürt harektine bakıştır. Fetullah Gülen’in en son BBC’ye verdiği mülakata bakın: Kürdistan kelimesini ağzına almadan “bölgeye” yatırım yapmak, eğitim götürmek ve dini yaymaktan bahsediyor.
CHP, AKP karşısında oluşan otoriter koalisyonunun harcı görevini görecek. Ve üstelik bunu sadece AKP-karşıtlığı nedeniyle yapmayacak. CHP’nin ideolojik formasyonu, Türkiye toplumunun demokratikleşme taleplerini karşılayabilmesine izin vermiyor. Bunun tarihsel ve yapısal nedenleri var. Çok kısaca şu: Türkiye esas itibariyle tekçi ve tepeden kurulmuş olan ulus-devlet modelini tartışıyor. Bu tartışmayı Kürtler, Aleviler, Gayrı müslim yurttaşlar başlattı ve sorunlarının temelinde tek millet, tek din, tek dil yatan bu sistem olduğunu söylediler ve mücadele pratikleriyle de hepimize gösterdiler.
Şimdi Türkiye’nin bütün politik aktörleri bu taleplere verdikleri yanıta göre ayrışıyorlar veya bir araya geliyorlar. CHP’nin merkezinde olduğu AKP-karşıtı koalisyonunun ise bu taleplere demokratik bir yanıt geliştirmesi mümkün değil. CHP, içinde yaşadığımız ulus devlet modelini kuran parti! Sistemi kuran bir partiden, bu sistemi bambaşka bir yapıya dönüştürmesini beklemek de haksızlık aslında. Kürt meselesi, hatta Alevi meselesi CHP’nin aşil topuğudur. Partinin içindeki göreli sağlıklı unsurlara rağmen, partinin tarihsel çizgisini terk edeceğine dair hiçbir emare görünmüyor. (CHP’nin kendi tarihsel patikasında yürüyüşünü ayrı bir yazıda ele almıştım.
İşte HDP bu iki otoriter seçenek arasına sıkışmış olan Türkiye siyasetini açmak için çok önemli bir fırsat sunuyor. 30 Mart Yerel Seçimlerine giden süreç tam da bu konuları tartışarak toplumsallaştıracağımız çok büyük bir fırsat.
Siyaset esnafı kendi arasında çarpışırken farklı bir politik zemin inşa eden, cıvık cıvık bir siyasetsizlik ortamında girilen yerel seçimlerde alternatif bir siyaset öneren tek hareket Halkların Demokratik Partisi..
HDP’nin önerdiği –ve ne AKP’nin ne de CHP’nin söyleyemeyeceği- siyaset nettir: Merkezi vesayeti sonlandırmak. Merkezi değil; çevreyi güçlendirmek. Yerel inisiyatifleri harekete geçirecek mekanizmaları –özellikle yerel meclisler kanalıyla- inşa etmek. HDP için yerel yönetimler, yerel demokrasi sorunudur.
Türkiye’nin temel ve genel sorunu da aslında bir yerel demokrasi sorundur. HDP dışındaki bütün partiler yerel seçimleri, yerel yönetimler olarak düşünüyor. Hepsi aynı zihniyetle yukardan aşağı uygulayacakları “projelerini” yarıştırıyorlar. Hepsi birer “tek adam”! (“Adam” sözü de çok haksız sayılmaz; zira HDP dışındakilerin büyük çoğunluğu adam hakkaten!)
Gezi’nin işaret ettiği de yerel demokrasi değil miydi? Gezi’den devamla, merkezin vesayetine karşı yereli savunmamız gerekiyor. Türkiye’de bunun tek aracı belediyeler; ve onlar da esas olarak merkezi vesayetin uzantıları olarak işlevlendirilmişler. Merkezin bu vesayetini kırmak ancak genel politik vizyonu bununla uyumlu siyasal özneler tarafından yapılabilir. Türkiye’deki partilerin hemen tamamı merkezi iktidar eliyle toplumu dönüştürmeyi hedefleyen mühendislik projeleridir. Yeni bir siyasal zihniyet dönüşümüne ihtiyacımız var.
Anayasa’nın 127. maddesi açıkça “vesyet” sözcüğünü de anarak “merkezi idare(nin) mahalli idareler üzerinde ... idari vesayet yetkisine sahip” olduğunu söyler. Bu maddeye açıkça karşı çıkan HDP dışında seçime giren başka bir parti var mı? Adem-i merkeziyeti gündemine alan, onu bölgesel idareler eliyle güçlendirmeyi hedefleyen, Valilerin vesayetçi konumlarını kaldırmayı günemine almış HDP dışında başka bir parti var mı?
Herkesin HDP yerel seçim bidirgesini okumasını isterim. AKP’ye alternatif bir siyaset, müslümanıyla, Alevisiyle, Kürdüyle, Ermenisiyle, Arabıyla, Süryanisiyle, Kadınıyla, Emekçisiyle, LGBT’siyle adım adım örülecek. HDP belediyeciliğinin merkezinde sadece insan yok. Doğa da var. Yerel seçim bildirgesinde söylendiği gibi HDP kendini sadece insana karşı değil “bitkiye, hayvana, suya ve toprağa” karşı da sorumlu görüyor. Dünyanın sadece sadece bize ait olmadığını, doğayla uyumlu bir toplumsal düzenin gerekliliğini bu netlikte söyleyen başka hangi parti seçimde yarışacak?
HDP’nin (ve elbette BDP’nin) arkasında Kürtlerin 30 yıllık mücadele ve yerel yönetim deneyimleri var. Bu deneyimleri, yeni bir sosyolojiyle ve yeni bir programla buluşturuyoruz. Bu daha başlangıç! Yapacak çok şeyimiz ve elbette kendimiz eleştirecek çok yönümüz var. AKP’ye alternatif bir projenin bilgi, deneyim ve başarı biriktirmeye ihtiyacı var. Gelecek ufku, bugünün içine sıkıştırılmamış, Türkiye’nin kadim ve yapısal sorunlarına radikal çözüm önerilerini geliştirecek demokratik platformlara ihtiyacımız var. Örgüt fetişizmine gerek yok elbette: HDP, bu arayışın bugünkü adı... İçinde bu satırların yazarının partisi Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin de bulunduğu bir demokrasi zemini... Kesin olan şudur ki; HDP’nin, bu süreçte biriktireceğimiz bilgi, deneyim ve başarıyı geleceğe taşıyacak sağlam bir politik doğrultusu var. Türkiye’nin ihtiyacı olan bu doğrultuyu tahkim etmektir. HDP ile birlikte kazanılacak bilgi, deneyim ve başarı –örneğin olası bir CHP başarısında olacağı gibi- altı teğellenmiş bir heybeye bırakılan başarılar olmayacak. Bugüne kadar –zaten sınırlı olan- başarılarımızı niye biriktiremediğimizi düşünürken, tarihin her kritik momentinde öyle ya da böyle CHP’ye dönen ibreleri hatırlama zamanıdır. Kilit sözcük: Birikim!
Son bir söz daha: An itibariyle HDP’nin beşiklik ettiği karşı-hegemonyayı kurabilmek, AKP’nin hegemonyası altında tuttuğu geniş kitleleri o hegemonyadan koparıp bizim bulunduğumuz tarafa gelmelerine ikna etmek ile mümkün olabilir. Demem o ki, karşı-hegemonya, sadece AKP-karşıtlarının birliği ile sağlanamaz. Hatta eğer bu şekilde tanımlanırsa hiç sağlanamaz! Söylediğimiz sözün AKP’nin etkisi altında olan insanlara ulaşmasına önem vermemiz gerekiyor. Onların kulaklarını bize kapatacakları, onları ötekileştirecek her türlü söylemden uzak durmamız gerekiyor. AKP’yi geriletmenin birincil koşulu, büyük oranda emekçi sınıflardan oluşan o kitleye sözümüzü ulaştırmak ve onları ikna etmekten geçiyor. İşte HDP, AKP seçmenlerinin bir bölümünü oluşturan muhafazakar ve demokrat kitleye seslenebilme kapasitesine sahip olması nedeniyle de desteklenmeyi hak ediyor.
HDP ve BDP’nin 30 Mart’ta kazanacağı belediye başkanlıklarıyla, ana muhalefet partisi olarak çıkması hiç de ihtimal dışı değildir. O Türkiye, gelecek tasavvurunu ufalamış ve günü kurtarmaya çalışan CHP harcıyla inşa edilecek Türkiye’den çok daha ışıltılı bir Türkiye olacak. CHP’yi işaret edenlerin önemli bir bölümü bu Türkiye’den korktukları için bunu yapıyorlar. Benim sözüm onlara değil. Bu yazı, hem o ışıltılı Türkiye’yi isteyen, ama hem de utangaç bir şekilde de olsa CHP’yi işaret edenlere yazıldı: İşaret ettiğiniz yol, o Türkiye’ye çıkmaz demek için!
© Tüm hakları saklıdır.