28 Aralık 2019 14:00
AKP’den istifa eden eski bakan Ali Babacan parti kurma hazırlıklarında geldikleri aşamayı ve hedeflerini Şirin Payzın’a anlattı. Kurulacak partinin hazırlıklarının tamamlandığını ifade eden Babacan, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi tabloyu “Memlekete bakınca içim kan ağlıyor, yeni bir tek adam partisine ihtiyaç yok” sözleriyle tanımladı.
Şirin Payzın’ın Ali Babacan’a yönelttiği sorular ve yanıtları şöyle:
- Geçmişe ve geleceğe dair size sormak istediğimi çok soru var. Ama en önemli sorudan başlayacağım: Partiyi kuruyor musunuz? Adı ne oluyor ve ne zaman kuruyorsunuz?
Bizim başlattığımız süreç bir siyasi parti kurma süreci. Bir düşünce kuruluşu ya da düşünce kulübünden öte gerçekten bir siyasi parti kuruluşu içerisindeyiz. Bu da, uygulama iddiasıyla fikirler ortaya koyacağımız için önemli. Ekibimiz uygulamaların içinde olacak ve oluşturduğumuz politikalar nihayetinde uygulama iddiasıyla ortaya konacak. Bunun hazırlığı, düşünsel alt yapısı ve katkı veren insan kaynağı yapısı konusunda çok titiz çalıştık. Farklı görüşler, siyasi eğilimler ve belki zamanında farklı ideolojileri benimsemiş insanlar şu anda bizim ekibimizde. Adeta Türkiye’nin özeti bir ekip oluşturduk.
- İsim verebilir misiniz?
Çalışan insanları kabaca tanımlarsak iki grup olarak tanımlayabiliriz. Biri siyasi hareketin içinde olabilecek insanlar. İkinci grup dışarıdan bize görüşüyle, bilgisiyle katkı veren insanlar. Ama bunların isimlerini şu anda değil, partimizin kuruluşunun ilanıyla birlikte kamuoyuna açıklayacağız. Kurucular kurulu açıklandığında siyasi hareketin içinde bizlerle omuz omuza çalışacak arkadaşları kamuoyu toplu bir şekilde duyacak. Erken aşamada isimlerle ilgili herhangi bir açıklama yapmayı uygun görmedik. Nihayetinde hep beraber bir mutabakat oluştuktan sonra arkadaşlarla çıkıp hep birlikte açıklayacağız.
- Beyin takımınızda eski bakanlar veya daha önce AK Parti içinde sizinle birlikte siyaset yapmış isimler olacak ama bunun dışında iş dünyasından da isimler var mı?
Çok farklı çevrelerden arkadaşlarla çalışıyoruz. Birincisi daha önce siyaset yapmış insanlar var. AK Parti’de siyaset yapmış insanlar var fakat başka siyasi partilerde de siyaset yapmış insanlar var. Akademisyenler, iş dünyasından insanlar ve çok fazla sayıda düşünce kuruluşlarından insanlar var. Gençler, kadınlar var. Yani Türkiye’nin nüfus yapısına bakın, onun özeti gibi bir ekibimiz var şu anda.
- Peki partinin ismi?
Önce bir ruh oluşacak ondan sonra ismini koyacağız. Şu anda karar verdiğimiz bir isim de yok aslında. Çok alternatif var. Yapılan çalışmaların büyük bir kısmı gönüllü bu arada. Sağolsunlar Türkiye’nin her yerinden isim önerileri geliyor. Logolar geliyor. Muhtemelen milletimiz koyacak ismini öyle görüyorum öyle gidiyor bu iş.
-En çok ne tür isimler geliyor? Oluşumunuza nasıl bir isim yakıştırılıyor?
Çok farklı öneriler var bir yere toplamak zor. Ama insanlar şunu anlıyor ki bu siyasi hareket toplumun çok geniş kesimlerini kucaklayacak bir siyasi hareket olacak, gelen isim önerilerinin büyük bir kısmında da o özü görüyoruz. İnsanlar o mesajı iyi almışlar. Gelen isim önerileri de farklı görüşlere sahip insanlardan geliyor. Önerilere baktığımızda da Türkiye'nin tümünü kucaklamaya çalışan tema ve logolar geliyor. Biz bugüne kadar profesyonel hiçbir çalışma yaptırmadık. Tamamen gönüllü teklifler var. Önce kadrolarımız parti programını ve gelecek politikalarını hazırlayacak. Bir tüzük çalışmamız var. O tüzükte ilkeler, esaslar, etik kurallarımız olacak. Kurucular kurulu netleşecek. Daha sonra bunların hepsi harmanlanıp oradan ortak bir ruh çıkacak. Bu ruha en uygun isme yine arkadaşlarımızla oturup karar vereceğiz. Bizim çalışmamız merkezi, tek noktadan yürütülen bir çalışma değil. Türkiye’nin birçok bölgesine, evlere, üniversitelere yaygın. Türkiye’nin pek çok üniversitesinde gençlerimiz sağolsunlar çok ilgi gösteriyorlar, gönüllü olmak istiyorlar. Her birinden farklı bir fikir ve öneri geliyor. Geçen ay açılan kendi şahsi web sitemden iki çağrıda bulunduk. Biri ‘bize gönüllü olun’ ikincisi ‘bize görüşlerinizi yazın’ çağrısıydı. Korkunç bir ilgi oldu. Her ilden her yaştan her meslek grubundan insanlar gönüllü olmak istiyor veya bize görüş yazıyor. Aslında şimdiye kadar kurulan siyasi partilerin hiçbirinde bu kadar geniş bir hazırlık olmamıştır diye tahmin ediyorum. Katılımcılığın bu kadar üst seviyede olduğu bir hazırlık bilmiyorum. Toplumun tümüne açık, herkes bir şeyler yazabilir. Bunların hepsi inceleniyor. Özet raporlar haline getiriliyor. Biz parti programımızı hazırlarken gelen görüşlerden de çok yararlanıyoruz. Tam anlamıyla milletin topyekün kurduğu, sahiplendiği bir çalışma şuanda aslında. Bu da bizi çok mutlu etti.
- Kamuoyuna bir sözünüz var; “2019’un sonunda ne zaman kurulacağını açıklayacağım” demiştiniz. Tarih netleşti mi?
Biz Temmuz ayında ilk bu süreci başlattığımızda dedik ki gönlümüzden geçen 2019 sonu itibari ile tüzel kişiliği oluşturmak. Çalışmalarımız gayet iyi gidiyor. Takvimimizde bir aksama yok bu güne kadar. Ancak bu web sitesini açtıktan sonra çok yoğun bir görüş ve ilgi geliyor halkımızdan. Her gün yazıyorlar. Bir siyasi parti ne yapmalı, Türkiye'nin sorunları nedir, nasıl çözülmeli? Dolayısıyla bu ilave gelen görüşler ve gönüllü olmak için başvuran insanlarla ilgili çalışmalar beklediğimizden daha fazla vakit aldı. Ayrıca 24 çalışma grubumuzdan hızlı gidenler oldu. Bazı konular çetrefilli konular, o konularla ilgili gruplar içerisinde mutabakat arayışı sürüyor şu anda. Dolayısıyla takvimimizde bir miktar sarkma olacak ama bu haftalarla ifade edilebilecek bir süre. Şu ana kadar ciddi bir aksama yok. Çalışmaların sonuna doğru geliyoruz ama bütün halkımızdan görüş isteyince ve gönüllü olun çağrısı yapınca bu bizim takvimi biraz kaydırdı. Ama dediğim gibi haftalarla ifade edilebilecek bir süre.
- Spesifik bir şey söyleyebilir misiniz?
Söylemem çok doğru olmaz çünkü bu artık toplumla beraber yürüttüğümüz bir süreç haline geldi. Yani biz tek merkezden talimatla yönetiyor olsak 3 ay önce kurmuştuk partiyi. 10 kişi bir araya gelip hepsini bitirmiştik. Katılımcı demokrasi bizim en önemli ilkelerimizden biri. Yani sürece mümkün olduğu kadar herkesi katmak. Biz tek başına yola çıkmadık. Çok geniş bir ekiple ahenk ve uyum içerisinde beraberce yürüdüğümüz bir yol. Tek başına yürümek kolaydır ama biz geniş bir kadro ile yürümek istiyoruz. Ve bu yürüyüşe toplumun da katılmasını istiyoruz. Bu kadar geniş bir çalışmanın nokta atışı zamanlaması tabiatı gereği mümkün olmuyor. Benim tahminim haftalarla ifade edebileceğimiz bir süre içerisinde tüzel kişiliği oluşturup başvuruda bulunuruz. O sadece bir aşama. Arkasında teşkilatlanmamız devam edecek.
- Çok sorulduğu için soruyorum. Bu partinin genel başkanı siz misiniz, Abdullah Gül mü?
Biliyorsunuz siyasi partiler yasasına baktığımızda önce kurucular kurulu oluşuyor sonra genel başkan seçiliyor. Ben şu ana kadar yapılan çalışmaları koordine ediyorum. Kurucular kurulumuz kendi içinden bir genel başkan seçecek. Sayın Gül, daha önce de ifade ettim, Cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldıktan sonra aktif siyaset yapmayacağını söyledi. Ama kendisiyle ayda bir iki defa görüşüyoruz, birikim ve tecrübelerinden istifade ediyoruz. Fakat kararları biz burada, Ankara’da alıyoruz ve bu ilişki şeklinden de gayet memnunuz. O da sağolsun bilgisi ve tecrübesi ile başarılı bir siyasetçi sıfatı ile destek veriyor. Kaygılarımız aynı. Bizim en önemli prensibimiz şeffaflık ve açıklık.
- Bu bir Babacan partisi olmayacak diyorsunuz bir konsensüs partisi mi olacak?
Bu bir kadro hareketi. Türkiye’nin bir başka tek adam hareketine ihtiyacı yok açıkçası. Yani şu anda siyasi partilere baktığımızda çok sayıda tek adam örneği var. Siyasi parti diye bir şey kalmıyor çoğu yapıda, bir kişi ve o kişinin tamamen dikte ile yönettiği bir yapı var. Pek çok siyasi partide durum böyle. Bizimki tamamen bir kadro hareketi. Şu anda Türkiye’nin ihtiyacı bir kadro hareketi. Çoğulcu demokrasiye inanıyoruz. Tek bir vatandaşın dahi hakkını, hukukunu gözeten bir demokrasi anlayışımız var. Biz ‘50+1’i alırız istediğimiz gibi yönetiriz’ demeyeceğiz. Yüzde bir, binde birlik bir kesim bile olsa herkesin mutlaka haklarını koruyacak ve özgürlük alanlarını doyasıya yaşayacakları bir anlayışla bu işi yürütüyoruz. İlk toplantılar da çoğu insan birbirini tanımıyordu. İlk defa bir masada bir araya gelmişler. Siyasi görüşleri itibari ile birbiri ile anlaşamayan insanlar burada ortak değerler ve ilkeler etrafında buluşabiliyorlar. Dünyanın ve Türkiye’nin ihtiyacı şu anda katılımcı ve çoğulcu demokrasi, bunlar çok temel esaslar.
- Bu siyasi parti bir küskünler hareketi mi olacak? AK Parti içinde aktif siyaset yapanlarla ilişkilerinizi nasıl kurguluyorsunuz? Bu konudaki duruşunuz nedir?
Biz bu işe başlarken bir prensip kararı aldık. Dedik ki herhangi bir siyasi partide görevi olan insanlarla ilgili ilk adımı biz atmayacağız. Bu bütün partiler için geçerli. İlk adımı asla biz atmıyoruz. Eğer o partide herhangi bir görevi varsa asla biz yaklaşmıyoruz. Ancak diğer siyasi partilerde görevi olan arkadaşlar kendi istekleri ile bizlerle görüşmek isterlerse randevu istiyorlar, onlarla oturup konuşuyoruz. Daha sonra beraber çalışma konusunda karşılıklı mutabakat oluşursa masamızdan birine oturuyorlar ve başlıyorlar çalışmaya. Hiçbirimiz hiçbir şeye küsmüş değiliz. Küserek bu ülkenin sorunlarını çözemezsiniz. Biliyorsunuz ben AK Parti’den ayrılırken Cumhurbaşkanımıza açıkça söyledim. Diyalog kapılarının açık olması gerektiğini önemsediğimi söyledim. Siyasi görüşlerimiz farklı olabilir, ülke için farklı hayallerimiz olabilir ama diyaloğa dayalı bir siyaset anlayışının Türkiye'de egemen olmasını çok önemsiyorum. Her siyasi partiye diyalog kapılarımız sonuna kadar açık olacak. Bu ülkenin ihtiyacı diyalog. Bu ülkenin ihtiyacı kutuplaşma, öteki beriki yapma, birilerini öteleyip toplayabildiğin insanlarla seçim kazanıp oradan ülkeyi keyfi yönetmek değil. İhtiyacımız şu anda diyalog. Problemlerimiz çok büyük ve daha da büyüyor. Eğer topyekün, toplum olarak hep beraber ortak değer ve ilkeler etrafında omuz omuza çalışmazsak bu problemler çözülemeyecek, daha kötü günler görecek ülke, Allah korusun.
- Cumhurbaşkanı sizi ve Davutoğlu’nu Şehir üniversitesi arazisi üzerinden Halkbank’ı dolandırmakla suçladı. Davutoğlu bir açıklama yaptı ama siz sessiz kaldınız. Bu konudaki yorumunuz nedir? Gerçekten dolandırdınız mı kredi alarak?
Şehir Üniversitesi meselesine baktığınızda, ilk süreç Özelleştirme Yüksek Kurulu (ÖYK) kararı ile yapılıyor. ÖYK kararları Resmi Gazete’de yayımlanan şeffaf kararlardır. Bundan 4,5 yıl önce bu karar alınmış, Resmi Gazete’de yayımlanmış. O günlerde Cumhurbaşkanlığının Devlet Denetleme Kurulu var, Başbakanlık Teftiş Kurulu var, Sayıştay var, yargı sistemi var. 4,5 yıldır Resmi Gazete’de ilan edilmiş ve herkesin görebileceği bir karardan bahsediyorsunuz. Böyle bir kararın kanunlara uygun olmaması düşünülemez. 4,5 yıldır alınmış bir karar bugün mü sorgulanır bir mesele haline geliyor. Bu perspektiften bakmak gerekiyor. Bir de işin Halkbank yönü var. O da ben ve Davutoğlu görevden ayrıldıktan sonra atılmış bir adım. Orada da bankanın bir yönetim kurulu var. Kamu bankalarının mevzuatında bütün kararları yönetim kurulunun aldığı söylenir. Hükümetin veya herhangi bir bakanın direk bir imzası yoktur. Hukuken baktığınızda bankaların yönetim kurulu nihai sorumludur. Yönetim kurulu her şeye bakar, inceler ve hukuki sorumluluğu tamamen bunlar alıp adım atar. Ki bizler ayrıldıktan sonra atılmış bir adım bu. Dolayısıyla zamanlama açısından baktığınızda durum çok farklı. Bu durum üzücü. Burası bir eğitim kurumu. Binlerce genç eğitim görüyor. Bunların aileleri var. Böyle siyasi bir çatışma alanına bu üniversitenin sokulması beni çok üzdü. Eğer bir siyasi hesaplaşma varsa başka yerlerde yapılabilir. Binlerce öğrenciyi, onların ailesini, yüzlerce öğretim üyesini mağdur edecek şekilde yapılmaması lazım. Bu beni üzdü.
-Cumhurbaşkanı’nın sizinle ilgili böyle bir şey söylemesi üzdü mü sizi?
Açıkçası cumhurbaşkanımız pek çok insanı tanır ama beni de iyi tanır. Çok uzun süre birlikte çalıştık. Ben onu açıkçası kızgınlıkla söylenmiş veya belli duygular içinde söylemiş bir ifade olduğunu düşünüyorum. Aksi halde beni 6 ay önce birlikte çalışmak için niye çağırsın. Kendisi de söyledi. Basına açıkladı. Eğer kanaati öyleyse niye beraber çalışmaya davet etsin. Dolayısıyla onun duygusallık içerisinde söylenmiş bir ifade olduğunu düşünüyorum. Çok uzun süre beraber çalıştığımız için kendisini iyi tanıdığımı düşünüyorum. Hemen siyasi bir polemik haline getirmenin doğru olmayacağını düşündüm. Bu tür ifadeler kızgınlıkla olabilir. Ama biz de o halini anlayışla karşılayıp zamanı geldiğinde açıklamalar yapılır ne de olsa diye düşünüyoruz.
- Gerek yolsuzluk suçlamalarına ve gerekse AK Parti’ye ve ‘ümmet’e ihanet etmiş olmakla suçlanmaya hazır mısınız?
Bugüne kadar bunlar söylenmiş olabilir, ilerde daha ağır şeyler de söylenecek olabilir. Biz her şeyi göze aldık. Kararlılığımız tam. Hiç kimse bizi bu yoldan geri çeviremez. Biz buna inanıyoruz. Biz dosdoğru isek geçmişimizle ilgili hiçbir şeyden korkmuyorsak, geleceğimiz ile ilgili hiçbir şeyden korkmayız. Biz bu yola çıktık, bu yoldan geri dönüş yok. Şuna inanıyoruz ki doğru çalışanın ve niyeti iyi olanın Allah yardımcısıdır. Herkesin inancı farklı olabilir ama benim inancım böyle. Allah'ın yardımı olduktan sonra da biz inşallah her türlü zorluğu aşarız. En ufak bir endişemiz yok. Çalışma ekibimizde de endişe yok. Buraya gelip giden herkesin ailesi, işi gücü var. Bunun riski var. Böyle bir ortamda kolay değil. Ancak kendinden çok emin insanlar bu yola korkusuzca çıkabilir.
- Kendinizden çok eminsiniz
Kesinlikle. Geçmişle ilgili her şeyin hesabını vermeye hazırız. Pırıl pırıl, apaçık. İftiralar, çamur atanlar olabilir. Ama şu var ki çamur atanların eli pislenir ve o pislikten de kolay kolay kurtulamazlar. Ve bunu da tarih bir kenara not eder. İftira, çamur hem hukuki hem ahlaki bir suçtur. Ama siyaset maalesef böyle uygulamalara sahne bir alan. Biz köşemize çekilip bambaşka işler yapabilirdik. Hayatımızın en verimli dönemi. Türkiye'de ve dünyada tanıdığımız insan çok. Sevenimiz, güvenen çok. Şu anda hiç bu risklere girmeden hiç bu sıkıntılara girmeden bambaşka şeyler yapabilirdik. Belki de ailece daha mutlu olabilirdik. Ama şöyle bir arkamıza dönüp memleketin haline baktığımızda içimiz kan ağlardı. Bizim şu anda içimiz yanıyor. İnanın bizimle çalışan arkadaşlarımızın hepsinin ortak hissiyatı bu. Ülkenin haline çok üzülüyoruz. Yazık. Bu ülkeye yazık. Bu durumu hak etmiyoruz. Şunu da biliyoruz ki çok daha farklı politika ve adımlarla bu ülke çok daha iyi bir pozisyonda olabilir. Her açıdan böyle olabilirdi. Uluslararası itibar, ekonomi, gelir adaleti, hukuk, eğitim her açıdan çok daha iyi yönetilebilir bu ülke. Şu anda yaşanan bir yönetim krizi. Bunu görmek lazım. Bunun adını ne koyarsanız koyun ama işin özünde bir yönetim krizi var. Bu ülkeye artık topyekün siyasi bir revizyon gerekiyor. Topyekün bir siyasi revizyon olmadan çıkış yok. Yönetim zihniyetinin tamamen değişmesi gerekiyor. Yeniden halkın kucaklanması ve bütün vatandaşlara ‘bizim vatandaşlarımızsınız’ diyebilmek lazım. ‘50+1 benim vatandaşım, ben sahiplenirim’ öbürlerine de ‘bana ne’ diyen bir yönetim anlayışı olamaz. Bizim bugüne kadar tek bir kişiye kuruculuk teklifimiz yok. Çalışan yüzlerce insanın ortak ruh hali ‘bu ülke için bir şeyler yapmak’. İşte bu ruhu yakalamak bizim için önemliydi. Buradan çıkar sağlayacak kimse yok. Bir sürü riski var bu işin ama buna rağmen her şeyi göze alıp memleket için çalışıyor insanlar. Bizim inşallah önümüz açık. Bunu çok iyi hissediyorum. Aksi halde bu kadar farklı görüşte insan ‘emeğim olsun, katkım olsun, destek olurum’ deyip niye gelsin.
- Sizin için “Yüzde 1’den fazla alamaz” diyorlar.
Ona milletimiz karar verecek.
-Şu ana kadarki izlenimleriniz, potansiyelinizin ne olduğu hakkında size ne söylüyor?
Biz kendimiz hiçbir ölçme yaptırmadık. Çünkü ortaya çıkmamış bir siyasi partinin ismiyle, kadrosuyla fikirleriyle nesini ölçtürebilirsiniz ki? Söylediğiniz yüzdeler neye göre ölçülüyor? Bugün işini iyi yapan araştırma kuruluşlarıyla konuşun, “ölçmek mümkün değil” derler. Bunlar hep kasıtlı, kamuoyunu yönlendirmeye çalışan rakamlar. Bilimsel çalışmaya dayanan rakamlar değil. Bizim hedefimiz ana akım bir siyasi parti olmak. Toplumun üzerinde ittifak kurduğu bir siyasi parti olmak. Toplumun tümünü kucaklamak için yola çıkmış bir siyasi parti olmak. Toplumun tümünü kucaklamak derken biz toplumun tümünden oy bekleriz, yüzde 100 oy alırız demiyoruz. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyoruz. Ama bizi kim desteklerse desteklesin şundan emin olsun ki biz inşallah yönetim yetkisi elimize geçtiğinde bize oy verenler kadar vermeyenlerin de, bizi sevenler kadar sevmeyenlerin de yöneticisi olacağız, hizmetinde olacağız. Tek bir vatandaşımız bile bizi sevsin ya da sevmesin onların haklarını koruyacağız. Özgürlük alanlarını genişletmek için mücadele edeceğiz. Bizi eleştirseler, kızsalar dahi onların o eleştirme özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü korumak bizim görevimiz olacak. Bizim niyetimiz, yola çıkıştaki perspektifimiz bu.
-Siz henüz araştırma yapmadık dediniz ama biz T24 olarak araştırmaları sıkı takip ediyoruz. Bekir Ağırdır da bu konuda danışmanımız. Özellikle gençlere sorulan “Önümüzdeki yılların Türkiye’sinde kim lider olarak öne çıkıyor” sorusuna cevap olarak 3 isim öne çıkıyor: Ali Babacan, Selahattin Demirtaş ve Ekrem İmamoğlu. Dolayısıyla önümüzdeki yılların beklentisi içinde siz de varsınız. Ekrem İmamoğlu’nu beğeniyor musunuz, Selahattin Demirtaş’la rakip olarak gerektiğinde iş birliği içinde çalışır mısınız? Bu 2 siyasetçiyle çalışabilir misiniz nasıl görüyorsunuz?
Ekrem Bey’le henüz çalışmadık. Aday olduğunda ismini öğrendim. İstanbul halkı da pek tanımıyordu ama kısa süre içinde hem tanınırlığı çok arttı hem de büyük bir başarı yakaladı. Bu başarının arkasında Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve İyi Parti’nin direkt desteği, HDP’nin de endirekt desteği çok önemliydi. 3 parti birden destek verince Sayın İmamoğlu önemli bir başarı elde etti. Daha önce de ifade ettim; kendisine başarılar diliyorum, İstanbul için iyi şeyler yapacağına dair ümidim var.
Sayın Demirtaş’la da tanışıklığımız yok açıkçası. Aynı dönemde siyaset içerisindeydik ama oturup konuşmuşluğumuz yok. Şu önemli: Sayın Demirtaş’ın temsil ettiği pozisyon özellikle siyasi kanaldan, diyalog kanalından problemlere çözüm getiriyordu. Ben bunu değerli görüyorum. Bugün bu ülkenin sorunlarına çözüm arayacaksak, farklı kesimlerin sorunlarına çözüm arayacaksak bu çözümün medeni yollarla, diyalog yoluyla ve demokratik sistem içinde yapılması gerekiyor. Sayın Demirtaş’ın temsil ettiği siyasi çizgi ne kadar önü açık olursa, ne kadar mücadelesi siyaset içinde olursa Türkiye için o kadar farklıdır. Ama biliyorsunuz bir de terör örgütü var. Bu terör örgütü Türkiye’nin bugünkü şartlarında bir anakronizm yaratıyor, bugünkü şartlarda böyle bir örgütün olmaması gerekiyor. Türkiye’nin sorunlarını artık demokrasi ve özgür tartışma ortamı içinde çözmesi gerekiyor. Bunu vurgulamakta büyük fayda var. Siyasi parti terör örgütüyle arasına ne kadar mesafe koyabilirse o kadar iyi. Terör örgütü de kendi varlığını başka bir şekle mi dönüştürecek, ne yapacak bilmiyoruz orasını. Ama biz artık Türkiye içinde huzur istiyoruz. Bu ülkenin halkı artık barış istiyor, huzur istiyor.
Sorunlarımız var, sorunlarımızı önce kabul edeceğiz. Problemlerimizi açıkça tartışacağız. Çözüm için samimi bir kararlılık ortaya koyacağız. Bunu yaparken de özgürlük esaslı, ‘önce insan’ diyerek çözümlerimizi ortaya koymamız gerekiyor.
-Türkiyelilik projesi Selahattin Demirtaş’ın önemli bir projesiydi. Siz onun önünün açılması gerektiğini düşünüyorsunuz. Ben buradan, onun tutuklu olarak yargılanmasını da doğru bulmadığınızı anlıyorum.
İşin yargı boyutuna ve yargının verdiği kararlara doğrudan girmem doğru değil. Dosyaların tamamına hâkim olmadan bir şey söylemek zor. Ancak ilkeler bazında konuşabilirim. Belli başlı tanınan isimlerin, toplumun, kamuoyunun çok önünde olan isimlerin tutuklu yargılanması prensip olarak doğru değil. Tutuksuz yargılanmayla ilgili olarak pek çok metot var. Bu işlerle ilgili artık teknoloji de çok ilerledi. Uzun tutukluluğun istisnai bir işlem olması lazım. Tutuksuz yargılanmanın asıl işlem olması lazım. Özellikle tanınmış, kamuoyuna mal olmuş isimler için tutuksuz yargılanmanın bin bir türü var. Bin bir türlü şekil bulunabilir. Yeter ki o irade olabilsin. Yeter ki bizim yargımız bağımsız çalışabilsin. Yeter ki yargımız gerçekten anayasa, yasalar ve hâkimlerimizin kendi vicdanları doğrultusunda karar versin. Ama yargı kararlarının böyle işleyip işlemediği konusunda da biliyorsunuz çok ciddi endişeler, sıkıntılar var. Güçler ayrımı Türkiye’de tam işlemediği için yargıya olan güven de çok azalmış durumda. Adaletin nasıl çalıştığıyla ilgili, yargının çalışmalarıyla ilgili halkımızın kuşkuları var. Burada anayasanın, yasaların ve vicdanın esas alınması lazım ki hepimiz yargı kararlarına güvenelim. Yargı bu kararı aldıysa dosyalarda bilmediğimiz bir şeyler vardır diyebilelim. Ama maalesef bu güven yok şu anda. Bu güven olmayınca yapılan her türlü yargı işlemine kuşkuyla bakılıyor. Tutuklanıyor kuşkuyla bakılıyor; insanlar serbest bırakılınca kuşkuyla bakılıyor, nasıl ilişkiler için çalıştı diye. Bunlar kuşku uyandırıyor. Hukukun üstlüğünü ilkesi bu ülkede egemen olmadan ülkemizin toparlanması mümkün değil. Sorunlar sadece büyüyecek. Ekonomik sorunlar da toplumsal sorunlar da büyüyecek. İnsanların bu ülkeye aidiyet hissi azalacak. Bunlar çok temel problemler.
-Ben de ekonomiye gelecektim ama öncesinde bu adalet meselesi önemli, doğrudan ekonomiyi ilgilendiriyor. Daron Acemoğlu ile T24 için yaptığımız röportajda ekonomiyle ilgili önemli tespitleri vardı ama ondan önce şunu netleştirelim: Siz diyorsunuz ya “Yüzde 51 aldı diye herkes her şeyi yapar oldu, halkın geri kalanının ihtiyaçları görülmüyor” diye. Siz bu yeni parti oluşumunda, parlamenter sisteme dönmeyi düşünüyor musunuz yoksa başkanlık sistemini bu haliyle devam mı ettireceksiniz?
-Bizim 24 çalışma grubunda bazı konular daha yoğun, bazı konular ise daha az tartışıldı. Ama şu var ki bugüne kadar çalışma gruplarımızda bir konsensüs oluştu. Kendi iç konsensusumuzda, Türkiye’nin güçlendirilmiş bir parlamenter sistemle yönetilmesi konuşuldu. Eski sisteme dönüş değil ama bu. Güçlendirilmiş bir parlamenter sistem. Yani parlamentonun daha merkezde olduğu, denge-kontrol fonksiyonu görevi görebildiği, denetleme fonksiyonunun da ön planda olduğu bir sistem. Bakıyorsunuz bir yerde seçilmiş bir hükümet var, şu andaki anayasa 50 + 1 diyor. Ama bir yandan da parlamento var. Parlamento temsil gücünün en yüksek olduğu organ; bugünün parlamentosuna baktığınızda oy verenlerin yüzde 90’ın üzerinde bir temsilinin söz konusu olduğu görülüyor. Yani halkımızın yüzde 90’ından fazlası parlamentoda temsil ediliyor. Böyle bir parlamento nasıl bypass edilebilir, nasıl etkisiz hale getirilebilir? Şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gereken konu bu. Bugünkü parlamentonun içine düştüğü duruma üzülüyorum. Bugünkü parlamentonun çok daha güçlü, etkin ve daha fazla denetim gücüne sahip olması lazım. Aksi halde ‘başkanlık sistemi’ diye adını koyduk ama dünya standartlarındaki başkanlık sisteminde de değiliz. Türkiye’nin kendisine özel bir sistem haline geldi bu maalesef. Problemlerini, sorunlarını hepimiz görüyoruz. Hatta hükümet bile kendi içerisinde “Galiba bakmamız gerekiyor nerede hata yaptık, neresi işlemiyor” diyor.
- Hata oldu diyor musunuz?
Bunu hükûmet de kabul ediyor. Bir revizyon çalışması başlattılar, “sistemin neresi aksıyor, bakalım” diye, çünkü olmuyor, çözüm üretemiyor. Başkanlık sistemi 2017’de onaylandı biliyorsunuz, 2018’de uygulanmaya başlandı. 2017-2018 Türkiye için iyi yıllar olmadı. 2019 yılını kapatıyoruz, iyi bir yıl değil. Bu yılların hepsi Türkiye’nin zemin kaybettiği yıllar oldu. Vatandaşlar için bir refah üretemedi bu sistem bugüne kadar, bir barış üretemedi. İç barış, dış barış üretemedi bu sistem. 2-3 sene önce komşularımızla, dünyayla olan ilişkimiz daha mı iyi daha mı kötü? 2-3 sene öncesine göre ekonomimiz daha mı iyi, daha mı kötü? 2-3 sene öncesine göre yargı sistemimiz daha mı iyi, daha mı kötü çalışıyor? Şu anki sistem artık Türkiye için çalışamıyor, çözüm üretemiyor. Dolayısıyla bu sistemin mutlaka normal bir sistemle revize edilmesi gerekecek. Bizim bugüne kadarki çalışmalarımızla aramızda oluşturduğumuz konsensüse göre bir arkadaşımız, “Başkanlık sistemi bizim coğrafyamızda daha iyi olur ama başkanlık sistemini parti olarak savunursak bugünkü sistem anlaşılır, bugünkü sistem mümkün değil, kabul edilemez, bu başkanlık sistemi falan değil, bambaşka bir şey. Dolayısıyla başkanlık sistemi iddiam yok, parlamenter sistemi ben de istiyorum, ben de bu konsensüse katılıyorum” demiş. Bu toplantılarda bir arkadaşımız, “Farklı bir görüşüm var ama dünya standartlarında bir başkanlık sistemi değil, savunacak halimiz yok” demiş. Tam bir konsensüs var aramızda. Fakat güçlendirilmiş bir parlamenter sistem ve katılımcılığa açık… Demokrasi sadece seçim değildir. Demokrasiyi sadece seçimden seçime işleyen bir mekanizma olarak görürsek büyük bir yanılgı içerisine düşeriz. Demokrasi, seçim çok önemli ama seçimden sonra da her aşamada halkın nabzını tutmak, insanlardan gelen talepleri ve eleştirileri dinlemek demek, sivil toplumun canlı olması demek. Sivil toplumun içine düştüğü durum üzücü. Kendi özgün karakterini koruyabilen, özgünce çıkıp özgürce kendini ifade eden sivil toplum kuruluşu hemen hemen kalmadı. Sivil toplum kuruluşlarının pek çoğunun devletle, hükümetle girift ilişkileri oluştu. Bir şekilde bağlı hissediyorlar kendilerini. Bağımlılığı en az olan kuruluşlar bile korkuyorlar, konuşamıyorlar. Hepsinin riski var, “Bin tane, beş bin tane insan çalıştırıyorum, ya çocuğumun, ailemin başına bir şey gelirse” diye korkuyorlar. Bu korkular çok kötü. Sivil toplumun gerçek anlamda sivil toplum olarak çalışabilmesi için ülkede tam özgürlük alanı olması lazım. Özgürlük alanının tam işlemesi lazım ki sivil toplum kuruluşları hükümeti sürekli uyaracak, taleplerini, görüşlerini sunacak. Demokrasinin interaktif işleyen bir sistem olması lazım. Sadece seçimden seçime değil. Seçilmiş otokrat sistem değil, demokrasi sürekli halkla iç içe olmayı gerektiren, sürekli nabız tutan ve sürekli görüşlere açık olan bir yönetim şekli olmalı.
- Kısa cevap rica edeyim: Başkanlık sistemi konusunda “Yanlış yaptık galiba, pişmanız” diyor musunuz?
Başkanlık sistemiyle ilgili o dönemde kampanyaya katılmayı reddettim. AK Parti milletvekiliydim ben o dönem referandum yapılırken. Benden kampanyaya katılmam istendi, televizyon programları hazırlamak istediler, mitingler düzenlemek istediler. Ben hiçbirini yapamam dedim. Eğer çıkıp konuşursam beni dinleyenler gidip ‘hayır’ oyu verir dedim.
Ama bir yandan da bizim siyasi sistemimizde parti disiplini denen bir gerçek var. O dönem ülkede olağanüstü hâl ilan edilmiş, 15 Temmuz sonrası. OHAL ikliminde bir sistem değişikliği yapılıyor ve önemli bir sistem değişikliği. AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden çok az sayıda insanın olduğu küçük bir komite kuruldu. Başkanlık sistemine ömrünü vermiş, o işlerle ilgili çalışmış akademisyen arkadaşlarımızın çoğu o grupta yoktu. Çok dar bir grup tarafından hazırlandı. Her iki partide de parti içi demokrasi işlemedi. Parti içi tartışma yapılamadı. Çok hızlı bir şekilde gündeme geldi ve acele bir şekilde referandumdan geçti. O dönemde soran herkese kaygılarımızı anlattık ama kamuoyu önünde asla başkanlık sistemini savunmadık. Tek bir kişiye ‘evet’ oyu ver demedim. Sessiz bir şekilde soranlara görüşümüzü anlattık. Niçin? Parti içi disiplin… O da ayrı bir kavram. Diğer siyasi partilerde de aynı durum var. Şu anda baktığınızda diğer siyasi partilerin tüzükleri de çok ağır şartlarla bağlanmış durumda. Eğer bir siyasi partinin mensubuysanız, çıkıp kamuoyunun önünde farklı bir şey ifade etmeniz bugünün Türkiye’sinde, siyasi partiler yasasında çok zor. Ama bunun da değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Parti içi demokrasinin işlemesi lazım, parti içi ifade özgürlüğünün işlemesi lazım. Bunu da siyasi partiler yasasıyla düzeltmek lazım. Siyasi partiler yasası maalesef parti içinde çok otokratik bir düzene izin veriyor şu anda. Biz bunun kesinlikle değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Siyasi partiler yasasına baktığınızda, tek adam sistemi kurabilirsiniz her şeyde. Ona izin veriyor yasa, hâlbuki onun değişmesi lazım. Siyasi Partiler Yasası’nın, parti içi demokrasiyi mecbur kılan hükümlerle donatılması gerekiyor.
- Gerek AKP’nin tabanında gerek diğer partilerin tabanında memnun olmayan gençler var. Bu gençlerin büyük bir çoğunluğu da kadınlar. Kadın genç seçmen yeni bir söylem bekliyor. Bu konudaki duruşunuz nedir?
Öncelikle Türkiye’de kadınların siyasete katılım oranı çok düşük. Biz bunu şuradan da gördük: Gönüllü olmak isteyen ya da bizimle çalışmak istediğini ifade eden insanlara baktığımızda maalesef bu oran düşük. Siyaset karmaşık, zor, yıpratıcı geliyor ve aile düzenini de bozma riski görülüyor siyasette. Bunu yıkmamız gerekiyor. Siyasete kadınların katılımı son derece önemli. Eğer biz bir siyasi partinin Türkiye’nin tümüne çözüm üreten bir siyasi parti olmasını istiyorsak, Türkiye’deki bütün kesimleri kucaklamasını istiyorsak, kadın-erkek ayırmadan bu ülkenin vatandaşı olan herkese aynı yakınlıkta olmasını istiyorsak kadınların siyasi partinin her kademesinde yüksek bir oranda temsil edilmesi şart. Dolayısıyla kadınlarla ilgili biraz daha aktif bir tutumumuz var. Çoğunlukla kadın seçmene biz ilk adımı atıyoruz, görüşüyoruz, tanışıyoruz, çalışmalara davet ediyoruz. Orada daha aktif bir tutum almamız gerekiyor ki temsil oranını yükseltebilelim.
Aynı şekilde Türkiye’de kadınların ekonomik aktiviteye katılma oranı da arzu edildiği düzeyde değil. Bu aslında dünyada da bir sorun. Hatırlarsanız 2015’te biz G20 dönem başkanıyken W20’yi başlattık; Kadın20’yi. Daha önce denemişler hiçbir ülke başaramamış, biz başardık bunu. 2015’ten bu yana her G20 zirvesi öncesi kadın örgütleri toplanırlar 20 ülkeden, G20 liderlerinden taleplerini yazılı hale getirirler ve bildirge sunarlar onlara. Bunu biz başlattık. Bazı ülkeleri ikna etmemiz çok zor oldu. G20’de başlattığımız sürecin amacı kadınların iş hayatındaki rolünün ve etkinin artırılması idi. Burada da Kadın Girişimciler Derneği’nin başkanlığında bir yapı kurduk. O yapı hâlâ devam ediyor. Ben ayrılalı 5 yıl oldu sistemden ama o ayağı hala devam ediyor. Son toplantıda Merkel başkanlık yapmış bizzat W20 grubuna ve G20 liderlerine “Biz bunları talep ediyoruz dünyada çalışan kadınlar olarak” diye sunmuş. Bu bizim Türkiye olarak başlattığımız güzel bir etkinlik mesela. Şu anda da çalışıyor ve işliyor.
Aynı zamanda Türkiye’ye bakacak olursak kadınlarımızın bambaşka sorunları var, kadına şiddet meselesi var. Kadına şiddet deyince burada sadece fiziki şiddet ele alınıyor ama aslında psikolojik şiddet boyutu var, sosyal şiddet, ekonomik şiddet boyutu var. Bunların tümünün masaya yatırılması gerekiyor. Burada kadın erkek cinsiyet eşitliği noktasında bir mutabakat sağlamadan o perspektifi yakalamadan bizim bu sorunlara sıhhatli bakabilmemiz mümkün değil. 2030 için Birleşmiş Milletler’in hedefleri var biliyorsunuz: Sürdürülebilir kalkınma hedefleri. Sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin içinde kadınlarla ilgili ayrı bir bölüm var ki onun kurgulanmasında da işin içindeydim. 2015’te o hedefler konarken, çalışmanın öncesinde 20 kişilik heyet vardı, ben orada da vardım ve o 20 kişilik heyetin çalışması sonucunda bunlar oluştu. Kadınların eğitim, sağlık, ekonomik aktiviteye katılması konusuna baktığımızda, kadınların büyük bir gelir farkı var dünyada. Aynı işi yapan erkeğe ve kadına bakıyorsunuz: Her ülkede aynı işi yapan kadın, aynı işi yapan erkeğe göre daha az para kazanıyor. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Bunların hepsinin düzenlenmesi için aktif çalışmak gerekiyor. Burada da siyasetin rolü çok büyük. Sivil toplum da önemli ama siyasi iradenin bu konuda çok net ve açık olması gerekiyor. Bir şey söyleyip de aslında niyetinin başka olmaması lazım. Burada açık, şeffaf bir tutum gerekiyor. Bugünün dünyasının önemli bir sorunu, Türkiye’nin de önemli bir sorunu. Biz çalışma gruplarımızı öyle bir oluşturduk ki zaten o çalışma gruplarından başka şeyler çıkmaz kolay kolay. Çalışma gruplarımızdaki kadınlar sağlam duran, haklarını koruyan ve partinin ilerideki politikalarının belli bir çizgide kalmasını garanti edecek bir yapıyı oluşturuyor. Bu güzel şeyleri konuşuyoruz da “İleride ya bozulursanız” diye soruyorlar bize.
-Çünkü herkes bunları kâğıt üzerinde söylüyor ama icraata gelince…
İleride bozulmamanın garantisi baştan insan kaynağı yapısını doğru kurmak. Çünkü bugün biz oluruz yarın olmayız, insanlar fani.
- Kurucular Kurulu’nda kadınlar olacak yani.
Kesinlikle ve etkin bir şekilde olacaklar. Pasif değil.
- Bir gün iktidara gelirseniz, bir kadın Savunma Bakanı, Dışişleri Bakanı görebilecek miyiz bu ülkede?
Niye olmasın? Siyasetin bu tablosu o kadar ürkütüyor ki insanları, çok başarılı, donanımlı insanlar geride duruyor. Bizim o insanları bulmamız, davet etmemiz, sisteme katmamız, tecrübe kazandırmamız gerekiyor. Ama bu aktif bir tutumla mümkün. Pasif dursak, “Biz herkese kapılarımızı açtık, gelen gelir çalışan çalışır” dersek arzu ettiğimiz hedefler
Biliyorsunuz bütün dünyada sokak hareketleri var; ekonomi nedeniyle sosyal adaletsizlik nedeniyle kadınlar, gençler sokaktalar Şili’den Kadıköy’e kadar dünyanın her yerinde... “Kadına yönelik şiddet dursun” diyen kadınlar, polis tarafından coplandı ve ters kelepçeyle gözaltına alındı. Buna bir tepkiniz var mı?
Öncelikle ülkenin yönetiminin tahammül göstermesi gerekiyor. Her gösteri, her sesini çıkaran düşman değil, karşı taraf değil. Bunlar sizi yıkmak için bir şeyler yapmıyorlar. Biraz hissiyatın değişmesi lazım, burada gerçekten bir sorun var, bu sorunu çözmek için gayret göstermek lazım. Türkiye’de ifade özgürlüğüyle ilgili çok ciddi sorunlar var. Türkiye’de gösteri özgürlüğüyle ilgili çok ciddi sorunlar var. İnsanlar bir araya gelip de ortak talepte bulunduğu zaman ‘Rejime tehdit, devlete tehdit aman bizi yıkmaya çalışıyorlar’ gözüyle bakılıyor. Böyle bir şey yok, biraz dinlemek, kulak kabartmak lazım. Yaklaşımın ‘Arkadaşlar probleminiz nedir, benden ne istiyorsunuz, söyleyin yapalım’ şeklinde olması lazım. Ama kutuplaştırılmış bir ülkede; ‘ben’, ‘sen’, ‘öteki’, beriki’ haline getirilmiş bir ülkede, mutlaka anlayışın değişmesi gerekiyor. Aksi halde Türkiye gittikçe bir baskı rejimi haline döner, baskı toplumu haline döner. Bunun dereceleri var.
-O zaman şu anda baskı rejimi ne aşamada?
Grinin bir sürü tonları vardır. Bir tarafta beyaz, bir tarafta siyah arada da bir sürü tonlar vardır. Allah korusun bunun daha koyu tonları var, siyah noktası var. Daha oralarda değiliz. Allah hiçbir zaman göstermesin Türkiye’ye öyle günleri. Biz tekrar grinin koyulaşan tonlarından beyaza dönmemiz gerekiyor.
-Potansiyel bir risk var mı demek istiyorsunuz?
En azından trendler tehlikeli. 5 sene önce 10 sene öncesine bakın, Gezi olayları öncesine bakın. O günün Türkiyesi’yle bugünün Türkiyesi çok farklı artık. Bugüne kadar kaç tane köşe yazarı, sivil toplum kuruluşu temsilcisi sadece konuştukları için, sadece görüşlerini ifade ettikleri için ya özgürlüklerini kaybettiler ya da işlerinden atıldılar. Öyle ki böyle bir baskı ortamında işinden çıkarılan bir köşe yazarının, bir yorumcunun tekrar iş bulması çok zor… Dolayısıyla insanların hayatı kararıveriyor. Yaptıkları tek şey ‘Ben şurada bir yanlış görüyorum’ demek. Suçları yanlışlara işaret etmek… Şiddete çağrı yapmıyorlar, terör desteği yok. Sadece ‘Ben şunu yanlış görüyorum’ diyor ve bazıları çok dostça uyarılar. Çok içten, samimi uyarılar ve görüşler bunlar. Bunlara bile tahammül edememek bu ülke için çok yazık.
-Kavala davasının son duruşmasını izledik Silivri’de… AİHM’in kararına rağmen Osman Kavala’nın tutuksuz yargılanmasına karar vermedi, AİHM kararını böylelikle yok saydı. Bizim de taraf olduğumuz AİHM. Öncelikle bunu nasıl değerlendirdiğinizi soracağım. Ancak Kavala Davası’nın iddianamesinde hükûmet üyesi olarak siz de mağdur görünüyorsunuz. Gezi’den mağdur musunuz?
Bizim o davada mağdur olarak yer almamız, bizim aktif bir çabamız, bir imzamız sonucunda oluşmuş bir pozisyon değil. Bu tamamen süreç içerisinde yargı tarafından yapılan bir değerlendirme ve benim şahsi olarak bir mağduriyetim yok. Ama anladığım kadarıyla o gün hükûmetin, hükûmet dediğim; bakanlar kurulunun bir “Mağduriyeti oldu” diye bir değerlendirme olmuş ve o şekilde bizlerin ismi dosyaya girmiş durumda. Bizim aktif çabamızla ve imzamızla oluşmuş bir şey değil, bunu şahsım adına söylüyorum. Benim hiçbir mağduriyetim yok Gezi ile alakalı. Ama hükûmet açısından, bakanlar kurulunun tüzel kişiliği açısından onu bilemiyorum. O tabii yargının değerlendirmesidir. Tabii sadece ben yokum o gün hükûmette, bir sürü bakan var, başbakan var, herkes var. Herkesin değerlendirmesi kendisine göre olacaktır ama bu Sayın Kavala ile ilgili olan durumu aslında baştan yaptığım tutuksuz yargılanma değerlendirmesi kapsamında düşünmek lazım. Sokakta yürüdüğü anda hemen hemen herkesin tanıyacağı bir isim. Artık yüzünü, simasını herkesin bildiği bir ismin illa tutuklu yargılanması… Onu bilemiyorum, tabii yargının kararıdır ama tutuksuz yargılanmanın esas olması lazım bu ülkede artık. Bir sürü yöntem var, elektronik yöntemler var, eğer riskler varsa bir bu, ikincisi de AİHM. O da önemli sonuçta Türkiye Avrupa Konseyi üyesi ve Avrupa Konseyi’nin birçok mekanizmasının uygulanacağına taahhütte bulunmuş bir ülke. Dolayısıyla AİHM kararlarının Türkiye’deki yargı sistemi üzerinde bir bağlayıcılığı var. Şimdi ben bunu tanımıyorum, dinlemem, anlamam, ‘Avrupa’dan gelen her şey bizim düşmanımızdır. Bunlar bizim hayrımızı istemezler’ demek, böyle bir tutum sergilemek, açıkçası kabul edilebilir değil. Bu durumda ya o sistemden tamamen çıkacaksınız, diyeceksiniz ki ‘Bu ilkeler, bu değerler bana dar geldi. Beni bağlıyor. Çok bağlıyor. Yani burada evrensel nitelikte bir insan hakları yaklaşımı var. Evrensel nitelikte bir demokrasi anlayışı var. Evrensel nitelikte bir hukukun üstünlüğü var. Ya bunlar artık bize uymuyor. Ya biz böyle hukukun üstünlüğüymüş, hukukun bağlayıcılığıymış, bunlar bizim için önemli değil. Tamamen kapatalım ülkeyi, bildiğimiz gibi yönetelim. ’ Bu da bir tercih… Ama öyle bir Türkiye’nin sonu tamamen siyah, karanlık bir Türkiye olur, bunu da görmek lazım. Dolasıyla bizim dışarıdan olan yükümlüklerimiz de önemlidir. Dolayısıyla hukuk çok önemli, kurallar çok çok önemli, yani hiç kimse kendini hukukun üstünde, kuralların üstünde görmemeli. Öyle olduğu anda ülke açıkçası bir felaketten başka bir felakete sürüklenir.
-Böyle bir ülkeye doğrudan yatırım gelir mi? Dünyaca meşhur bir ekonomistimiz Daron Acemoğlu şöyle bir şey söyledi yaptığım röportajda: Üretim tamamıyla durmuş durumda Türkiye’de, inşaat sektörüyle bir büyüme olamaz. Bu kadar düşük faiz kabul edilemez ya da ekonomiyi döndüremez. Artı dış politikadaki, dışarıdaki bu savrulmalarla ekonominin toplanmasına imkân yok. Devlet kaynakları birkaç müteahhite verilsin, oradan inşat yapılsın. Böyle ilerlememize imkân yok. Türkiye’yi bir iki sene daha ciddi bir kriz bekliyor. Bu değerlendirmelere katılır mısınız?
Daron Bey biliyorsunuz; şu anda dünyanın en iyi iktisatçılarından birisi. Kendisini takip ediyoruz, çok da değer veriyoruz. Sadece Türkiye'de değil tüm dünyayla ilgili güzel gözlemleri var. Ve bunu tek başına değil kadro olarak yapıyorlar. Aslında biz bu uyarıları 2011-2012 yıllarından itibaren bunların hepsinin uyarısını yaptık. Dedik ki ‘bakın Türkiye orta gelir tuzağına düşecek. Hukuk ve eğitimde ciddi reformlar yapmazsak bu ülke asla yüksek gelir gurubuna giremez.’ O günden itibaren Türkiye’nin milli geliri düşüyor. 2014-2019 arasında bakın; Türkiye’nin kişi başına düşen milli geliri yüzde 27 düşmüş durumda. 2013’te milli gelirimiz 12 bin 480 dolarken bu yıl hükûmetin açıkladığı resmî programda 9 bin 93 dolar. 12 bin 480 dolardan 9 bin 93 dolara düşmüş. 2013’ten bu yana ve sürekli zemin kaybediyoruz ve bu konularda uyardık.
Öncelikle bu ülkenin bir hukuk devleti olması gerekiyor. Hukuk devleti, adaleti tecelli ettirmek, öncelikle yargının düzgün işlemesini sağlamak, kurallara saygı duymak, yargıya uymayanları yaptırıma tabii tutmak, ama aynı zamanda fırsat eşitliğini oluşturmak anlamına geliyor. Adalet kavramı içerisinde bir de fırsat eşitliği vardır. Öğrenciler için, mezunlar için, kadın-erkek arasında fırsat eşitliğini sağlamak gerekiyor. Adaleti ancak böyle bir fırsat eşitliği kavramıyla tesis edebilirsiniz. Bunların hepsini vurguladık. Defalarca konuşmalar yaptım, uyarılarda bulundum. Sadece toplumsal uyarılar değil. Hükûmet içinde de çok uğraştık açıkçası bunları yapalım diye. Eğitimi çıkıp ilk söyleyen bendim. ‘Bu ülkenin çalışan insanlarının ortalama eğitim süresi 6.5 yıl. Orta öğretimden terk bir çalışan nüfusumuz var. Bu eğitim seviyesiyle Türkiye’nin yüksek gelir grubuna girmesi mümkün değil’ dedim. Bunları söylerken yıl 2011, 2012 ve 2013’tü. Milli gelirin zirveye ulaşıp daha sonra düştüğü 2013’te söylemişiz bunları. ‘Bunları yapmazsak kayacak, gidecek ülke’ demişiz ve bunların hepsi gerçekleşti. Yatırım yapacak insanlar, özellikle uzun vadeli, doğrudan yatırım yapacak insanlar; ister kendi vatandaşımız olsun, ister uluslararası yatırımcımız olsun bunların hepsi ‘önce hukuk’ diyorlar. ‘Önce adalete güven, ‘öngörülebilirlik’ diyorlar. Yani bu ülkenin 5 sene sonra, 10 sene sonra hangi konumda, ne yapacağı ile ilgili olarak bir öngörülebilirliğe sahip olması lazım. Akşamdan sabaha kuralların değiştiği ya da kuralların hiçe sayıldığı bir ülkeye uzun vadeli yatırım gelmesi, istihdam oluşması mümkün değil.
-Şu anda hükûmetin, Berat Albayrak’ın açıklamalarına baktığımızda her şey çok yolunda, işsizlik azaldı, dolar kuru düşüyor, faizler aşağıya indi; ekonomiyle ilgili olarak her şey yolunda. Buna katılıyor musunuz siz? Yoksa sizin gördüğünüz tablo başka bir tablo mu?
Şimdi şöyle, işin bir teknik değerlendirmesi var. Bir de toplumun ne hissettiği var. Bugün toplumsal araştırmalara şöyle bir bakın, sokakta yürüyenlere sorun ’Bu ülkede hayat pahalılığı azalıyor mu, bu ülkede enflasyon düşüyor mu?’ Yapılan zamların hepsi çift hane, daha yeni vergi ayarlamaları yapıldı biliyorsunuz. Bu yıl yapılan vergi ayarlamalarında da motorlu taşıtlar vergisidir, şu, bu, bir sürü vergi var.
-Varlık vergisi en son?
O yeni bir tasarı, onu ayrıca konuşabiliriz ama maktu vergiler her sene ayarlanır. Bakıyorsunuz daha yeni açıklanan rakama; çift hane. Elektriğe yapılan zam çift hane. Doğalgaza yapılan zam çift hane. Devletin açıkladığı enflasyon tek hane ama insanların alışverişte gördüğü enflasyon çift hane... Burada önemli olan halkın hissiyatı ve buna baktığımızda bu ülkede hayat pahalılığı var, işsizlik de bir gerçek. Bakın sadece son bir yılda işsiz sayımız 800 bin kişi artmış. 3 milyon 700 binden 4,5 milyona çıkan bir işsiz sayımız var. Gençlerde işsizlik rakamı en son açıklanana göre yüzde 26 ve bu tarihi yüksek bir oran. Türkiye’deki gençlerde işsizlik hiçbir zaman bu kadar yüksek olmamıştı. Bizdeki işsizliğin düşmesi ancak ve ancak yüzde 5, yüzde 6’lık bir büyüme oranıyla mümkün. Büyüme derken tüketimle değil, yatırımla büyümeden söz ediyoruz. Yatırımla büyüdüğünüz zaman biz ancak işsizlik oranını sabit tutabiliyoruz. Düşürmeye bırakın sadece sabitleyebiliyor bu büyüme. Ondan da yukarıda bir büyüme oranınız olacak ki işsizlik oranınız düşmeye başlasın. Şu anda Türkiye’nin en önemli kronik sorunlarından birisi uzun süreli işsizlik... İşini kaybeden bir insanın, 6 ay, 1 sene işsiz kaldıktan sonra tekrar işgücü piyasasına dönmesi çok zorlaşıyor. Önümüzde devasa bir sorun birikiyor.
-Türkiye ekonomisi şu anda krizde der misiniz?
Bu kriz tabiri çok geniş bir tabir ve farklı ekonomik sorunların farklı safhalarında da kullanılıyor. Ama şu var ki Türkiye’deki resesyon, eksi büyüme, sanki sıfıra, az artıya geçiyor gibi görünüyor resmî rakamlara baktığınızda. Tabii açıklanan rakamların arkasındaki metodolojinin, milli gelirin hesapları değişti biliyorsunuz. Bunların hepsi ayrı tartışma konusu ama açıklanan rakamlara baktığımızda eksi büyümeden artı büyümeye geçmiş gibi görünüyor ekonomi ama bu artı büyüme, artı 1, artı 0, artı 2 bunlar bizim işsizlik sorunumuzu çözmeye yetecek bir büyüme oranı değil. Varsayalım ki rakamlar doğru; o rakamlarla bile bizim işsizlik oranımızı düşürmemiz mümkün değil. Özellikle de uzun süreli işsizlik çok kötüdür. Bir de şu var; ‘Ne eğitimde ne de iş gücü piyasasında’ denen bir kitle vardır. Yani okulda da değil ama işsiz de sayılmıyor. Çünkü sorsanız iş aramıyor. Yani iş bulma ümidini yitirmiş, dolayısıyla ‘Ben iş aramıyorum’ diyor. ‘İş aramıyorum’ dediği zaman bir insan işsiz sayılmıyor. İşsizlik tanımı nedir; iş arayacak ama bulamayacak. Mesela diyelim ki bir genç kızımız üniversiteyi bitirmiş ve evde annesiyle oturuyor. Soruyorsunuz ‘İş arıyor musun?’ , ‘Aramıyorum’ diyor. O işsiz sayılmıyor. Bunlara ‘Ne eğitimde ne işgücünde’ diye bir tanımımız var. “Ne eğitimde ne iş gücünde” olanların oranı yüzde 50. Yeni iş sahaları açılmadan bunun çözülebilmesi mümkün değil. Yeni iş sahası da inşaatla mümkün değil. Yani ‘Biz inşaat yapalım, oradan işsizlik sorununu çözelim’ demek mümkün değil. İstihdam oluşturmanın yolu ise sanayi yatırımı, üretim ve ihracat… Yeni devasa inşaat projeleri olan Kanal İstanbul var bu devasa bir inşaat projesini atlamayalım. Bu bir üretim projesi değil.
-Nasıl görüyorsunuz?
Büyük bir inşaat projesi daha… Ve çok büyük kaynakların kullanıldığı bir inşaat projesi daha...
-Yapmakta ısrarcı olunursa ne olur? Büyük maliyetli, çevresel etkileri olan bir proje, depremi tetikleyeceği de söyleniyor. Herkesin anlayacağı gibi anlatmanız gerekirse Sayın Babacan, ne diyorsunuz bu projeye?
Öncelikle siyasi kararların altında mutlaka çok iyi çalışılmış bir teknik hazırlık olması gerekir. Siyasi karar verirsiniz ama o kararın öncesinde teknik çalışmanın çok sağlam olması lazım ve güvenilir olması gereken bu çalışmaların bağımsız yapılması lazım. Kanal İstanbul gibi bir projeden söz edince büyük bir coğrafya değişiminden de söz ediyorsunuz, aslında devasa bir ada oluşturuyorsunuz. Bu adanın doğuyla bağlantısı üç köprü, batıyla bağlantısı projeye göre 3-5 neyse… Bu ada aynı zamanda devasa bir nüfus çekim merkezi hâline gelecek. Proje imara açılmazsa, imar rantı oluşmazsa projenin finansmanı zor. Artı çok ciddi bir demografi değişimi sağlıyorsunuz yani nüfus hareketlerini değiştiriyorsunuz. Bütün bunların iyi bir analizini yapmak lazım önce. Devlet organlarının talimatıyla yapılmayan iyi bir çevre analizinin gerçekleştirilmesi gerekiyor. Orada gerçekten güvenilir, bağımsız bir çalışma gerekiyor. Örneğin, Meclis’te bu işle ilgilenen bir araştırma komisyonu olabilir. Başka yöntemler de kullanılabilir. Sonuçta katılımcılık anlayışıyla bunun bir çalışılması lazım. Çünkü katılımcı demokrasi diyoruz. Aynı zamanda uluslararası ilişkiler ve Montrö Antlaşması açısından bunun çok iyi bir etki analizinin yapılması lazım.
Montrö Antlaşması önemli bir antlaşma. Biz bu antlaşmanın 2. Dünya Savaşı’nda çok yararını gördük. 2008 Gürcistan-Rusya savaşında ben Dışişleri Bakanı’ydım ve bu antlaşma Karadeniz’in istikrarını sağlayan bir antlaşmadır açık söyleyeyim. Eğer Montrö olmasaydı, biz Montrö konusunda sağlam durmasaydık; 2008 yılı Karadeniz açısından ciddi bir çatışma hâline gelebilirdi. 80 yıl önce yapılmış ve bugüne kadar işlemiş olan bu antlaşmayla Kanal İstanbul nasıl çalışacak? Bunun uluslararası hukuk gözüyle incelenmesi gerekiyor. Bu da teknik bir konu ve teknik çalışılması gerekiyor. Az sayıda köprüyle bağlı koca bir ada oluşturuyorsunuz, deprem ve afet yönetimi açısından ne olacak? Ülkenin genel savunma ve güvenlik politikası açısından böyle büyük bir ada oluşturmak iyi midir? Değil midir? Yani bunları ben merak ediyorum açıkçası. Bir vatandaş olarak bunları ben görmek isterim. Vatandaşlarımızın çoğu da görmek istiyor; çevre etki analizini, demografi etki analizini, uluslararası hukuk etki analizini, deprem etki analizini, uluslararası hukuk açısından bunların hepsinin yapılması gerekiyor. Bu teknik analizler yapılmadan apar topar bir dayatmayla böylesine önemli bir projeye girişilmesi açıkçası doğru değil. Ve burada önemli olan bir toplumsal mutabakat arayışı… Bu yoksa böyle bir projenin yapılması sadece ‘Tarihte bir izimiz olsun, tarihin bir dönemine damgamız vurulsun’ anlamına gelir.
-Verilmiş sözler mi var? Oradaki rant alanlarındaki müteahhitlere, Arap ya da Katarlı yatırımcıya vesaire?
Bunların hep şeffaf olması lazım, mesela bunun finansal yapısının şeffaf olması lazım. Yeni ve güzel bir proje yaparsanız rant oluşabilir ve orada değerlenir her şey. Rantı çok da kötü görmemek lazım, önemli olan o rantın nasıl paylaşıldığıdır. Rant paylaşımının nasıl olduğunu toplumun bilmesi gerekir. Rant paylaşımı derken devlet vergi olarak da alabilir, mesela bu olur. Ya da dersiniz ki ‘Burada şöyle bir rant oluştu. Ben bu oluşan rantla projenin şu kısmını yapıyorum’ diyebilirsiniz ama bunların hepsinin şeffaf olması lazım. Mutlaka sindire sindire olması lazım ve toplumsal mutabakatla olması lazım. Türkiye’nin öncelikle sanayi ve teknoloji yatırımına ihtiyacı var.
Bugün Türkiye’de tarım üretimi düşüyor bu yüzden de tarıma yatırıma ihtiyaç var. Tarım ihracatından çok ithalatı ön plana çıkıyor. Kanal İstanbul’a ayrılacak paranın çok küçük yüzdeleri tarıma ayrılsa tarımla ilgili çok enteresan gelişmeler olabilir Türkiye’de. Bu proje önemlidir. Bütün teknik analizleri sağlam yapılırsa; nihayetinde bir siyasi karar şöyle ya da böyle verilebilir ama ekonomik açıdan şu anda Türkiye’nin önceliği inşaatta değil. Şu anda Türkiye’de sanayi ve teknoloji alanında bir önceliğimiz var istihdam orada oluşacağı için.
-Bugün Türkiye’de yolsuzluk dendiğinde AKP akla gelmeye başladı. Yapılan ihaleler, verilen ihaleler, şeffaflık olmaması, belli müteahhitlere ya da belli iş çevrelerine ihalelerin aktarılması çok ciddi bir sorun… Yolsuzlukların araştırılması ya da yolsuzluklar olmadan da hükûmet idare edebilmek konusundaki şahsi fikriniz nedir? Bu konuda tam olarak nasıl bir tavır alacaksınız? Seçmeninizi nasıl ikna edeceksiniz? Nedir yol haritanız?
Bir ülkenin yönetiminde şeffaflık çok temel bir ilkedir ve şeffaflıkla ortalık aydınlıksa, o aydınlıkta yanlış işler yapmak çok zor olur. Dolayısıyla öncelikle şeffaflık ilkesini hâkim kılmak şart. Bunun hemen yanında da kural bazlı yönetim ve objektif kriterlerle yönetmek de çok önemli bir konu. Şimdi baktığımızda bizim kamu ihale yasası ilk çıktığı günden bu yana arkadaşlarımızın verdiği sayı 180 küsur kere değişikliğe uğramış. Kaldı ki şu anda uygulanan metotta yapılan işlerin çoğu sıra dışı bir maddeyle çalıştırılıyor. Normal ihale maddeleriyle değil de sıra dışı maddelerle davet usulü çalıştırılıyor çoğu. Dolayısıyla burada kuralın çok açık olması lazım, açık ve şeffaf bir şekilde yürütülmesi lazım... Biz 2011-2012 yılından başlayarak bu konulara çok eğildik. Hatırlarsanız, 17-25 Aralık’tan sonrasında da şeffaflık ve yolsuzlukla mücadeleyle ilgili bir paket hazırladık. Bunu kamuoyuna duyurduk. Şu anda Türkiye siyasetinde imar rantlarının; finansmanı olsun, yolsuzluk diye, israf diye tanımladığımız alan olsun, 3'te 2'si aşağı yukarı imar rantlarından geliyor. Zaten bu kadar inşaatın patlaması ve inşaatın durması oradaki kuralsız ve kontrolsüz dağıtılan rantla oluşmuştu. Ama bunların hepsini ben ilk defa bugün söylemiyorum, 5 sene önce de söylediğimiz konular bunlar. 5 senedir mesele yaptığımız konular. Çok uğraştık ama maalesef olmadı. Daha sonra Ahmet Bey'in kısa bir başbakanlık görevi oldu biliyorsunuz, Sağ olsun o sahiplendi bu işi. Çıktık basın toplantısı yaptık. 10 bakan yan yana dizildik. Bunları açıkladık. Dedik ki ‘Şeffaflık ve yolsuzlukla mücadele stratejisi, kanun maddeleri hepsi hazır.’ Benim bakanlık dönemimden arşiv, evrak, hiçbir şey yoktur. Bir tek o konulardaki dosyaları ben ayırdım. Bugün hâlâ dolabımda başköşede durur. Elimize fırsat yapılacak ilk iş şeffaflık, siyasi etik ve kamuoyu etiğini gündeme getirmektir.
Bu konularda şunu da söylemek önemli ki bu konularda sorunsuz ülke yok. Sorunların sıfır olduğu bir ülke yok. En gelişmiş ülkelerde bile, en şeffaf ülkelerde bile az miktarda da olsa sorunlar olabiliyor. Önemli olan bunu minimize edebilmek. Bunun için bizim hazırlıklarımızın hepsi tamam. Üstelik kamuoyuna da iki defa ilan ettiğimiz hazırlıklar sürüyor. Şöyle bir dönüp bakacak olursanız, Tayyip Bey'in başbakanlık döneminde ve Ahmet Bey'in başbakanlık döneminde iki hamle olarak biz bunları ortaya koyduk. Tarihler verdik fakat iş döndü, dolaştı uygulama anına geldiğinde maalesef engellemelerle karşılaştık. Bu engellemeler hem siyasi cepheden geldi hem de rantlardan istifade eden cephelerden geldi. Basın arşivi bizim şahidimizdir o konuda. Dönüp bakın o günlere, biz ne söylemişiz. Bizim söylediklerimiz karşısında kimler itiraz etmiş. Kimler hangi argümanlarla ortaya çıkmış. O konuda ben çok rahatım açıkçası, sonuna kadar mücadele verdim. Ve yeniden de mücadele etmek için hazırız.
-O çevrelerin çoğu üstünüze gelecektir…
Ama onların çoğu da gördü. Siyaset sahnesi ayrı ama onlar da memnun değil ki Türkiye'nin halinden, şimdi inşaat- sanayi dengesi bozuldu. O günlerde bize karşı çıkanlar şu anda mali durumu çok bozulmuş insanlar. Çünkü çok ciddi inşaat yatırımları yaptılar. Oralardan bir şey gelmedi, tıkandılar, borçları var. Onlar da yıllar sonra hakkımızı teslim ettiler. Hepsi tek tek geldi ‘Ya siz haklıymışsınız biz bunu görmedik’ dediler. Dolayısıyla artık Türkiye'de çok önemli bir mutabakat var. Ben şaşırdım açıkçası, Türkiye'de hem sorunların tespiti açısından hem de çözüm açısından bu kadar geniş bir mutabakat olduğunun farkında değildim. Kiminle otursak, kiminle konuşsak hem sorun tespitinde mutabıklar hem de ne yapılması gerektiğinde mutabıklar. Mutabakat var. Toplum buna hazır zaten, biz bunu gördüğümüz için bu çalışmaya başladık. Toplumun buna hazır olduğunu, siyasetteki kutuplaşmaların, takıntıların, yanlışta ısrarların topyekûn bir siyasi revizyonla çözüleceğini gördük.
-Pazartesi seçim olsa iktidarı alsanız, ‘Ben bu ekonomiyi şu kadar zamanda rayına koyarım, ne yapacağımı biliyorum ve şu kadar zamanda ben vatandaşımı bir refah ülkesine taşırım’ diyebiliyor musunuz?
Açıkçası kurumsal yapılanma, işin altyapısı maksimum 30 gündür. Bir anda değiştiririz her şeyi, Merkez Bankası ile ilgili sorunları bir anda çözebiliriz. Bunların hepsinin hazırlığını yapıyoruz şu anda. Bunu şekillendirmek çok kolay. Kurumsal yapılar nasıl tekrar ayağa kaldırılır bunu biliyoruz. İnsan kaynağına sahibiz ve bir kısmı kıyıda köşede olsa da çoğu bizimle çalışıyor.
-Toparlanması yıllar almaz mı diyorsunuz?
Kurumsal yapı maksimum 30 gündür. Kurumsal yapıyı kurduktan sonra oraya siyasi bir perspektif getirmeniz gerekiyor. ‘Arkadaş ben artık bu işin böyle yürümesini istiyorum. Kabul etmem, affetmem’ demeniz gerekiyor. Ben derken şahsi olarak değil, kadrolarla çalıştığımız ve ortak benimsediğimiz konular olarak söylüyorum. Bunları kuvvetli bir siyasi iradeyle ortaya koyarız. Siyasi etik konusunda, şeffaflık konusunda, ‘Hata yapanın gözünün yaşına bakmayız’ deriz. İşte o zaman sistem birden değişir. Yargıya döner deriz ki ‘Arkadaşlar bundan sonra size asla kimse müdahale etmeyecek, asla size listeler gelmeyecek, size telefonlar gelmeyecek. Siz anayasaya bakın, hukuka bakın, yasalara bakın, vicdanınızla hareket edin ama eğer hatalar varsa da yargının kendi içinde denetim mekanizmaları vardır, kendi içinde disiplin mekanizması vardır, onlara bakın.’ Kendi iç denetimi çok kolay kurgulanabilir. Bu konularda ilk 30 günde hepsi yapılır inanın.
Orada tabii kalite kontrolü de lazım. Bugün çok sayıda savcı ve hâkim işe başladı ve geçmiş yıllarda çok sayıda ve tecrübe eksiği olan arkadaşlar olabilir bunlar. Ama meslek içi eğitim kolay, bunların yeniden eğitilmesi kolay. Tutarlılık çok önemli, aynı davalar farklı mahkemelere gidiyorsa, mahkemeler arasında çok farklı sonuçlar çıkıyorsa, bunların bir tutarlılık kontrolü yapılmalı. Bunlar çok kolay işler yapılır, yeter ki irade olsun. Yeter ki buradaki siyasi irade ‘Ya ben yargının gerçekten bağımsız çalışmasını istiyorum. Ben yargının bağımsızlığına saygılıyım’ diyebilsin. Yeter ki siyasi irade ‘güçler ayrılığına’ inansın.
-Ekonomide de…
Ekonomide bağımsız kurumlar çok önemlidir. Merkez Bankası gibi, düzenleyici ve denetleyici kurumlardan BDDK gibi… Bunlar aynı zamanda denetleme konusunda mahkeme gibi çalışırlar ve bu yüzden de bağımsızlar. Yani düzenlemeyi yaparken hükûmetle koordinasyon içinde yaparlar ama denetleme konusunda bağımsız olmaları gerekir. Bir şirketi denetlerken, hükûmetten talimat gelmemeli; ‘Ya benim arkadaşım dokunma’ ya da ‘bunun hesabını gör’ gibi… Böyle olmamalı, bu kurumlar bağımsız denetim fonksiyonunu yerine getirebilmeli. Bunlar inanın çok kolay konular.
Aynı zamanda Türkiye’nin korkunç bir üretim potansiyeli var. Türkiye insan kaynağı çok güçlü olan bir ülke. Çok gencimiz var. Bunlar kısa süreli eğitimlerle hemen meslek sahibi yapılabilirler. Hemen yeni bir konuya adapte edilebilirler. 3 aylık, 6 aylık programlarla işsiz gençlerimiz yepyeni konulara adapte olabilirler. Bunlar yapılabilir, yeter ki o yatırım iştahı olsun. Üretim iştahı olsun. Üretim iştahı için de güven lazım.
-Siz gençlerin doğal olarak, işsizliğine değiniyorsunuz ama iş dünyası çok sıkıntıda, herkes parasını yurtdışına götürüyor. Şirketler yatırım yapmak istemiyor. Eğer pazar günü seçim olsa seçilseniz iş dünyasına ne mesaj verirsiniz? Ne yaparsınız?
Şu anda varlığı olan insanlarımız gidiyorlar, yurtdışına gidiyorlar, eksi faizde paralarını tutuyorlar. ‘Yeter ki paramın başına bir şey gelmesin’ diye düşünüyorlar. Türkiye potansiyeli olan bir ülke, Türkiye gelecek vaat eden bir ülke. Türkiye’de yatırımların karşılığı olur. Yatırımlar, yatırımcı için iyi geri dönüş sağlar. Bunu herkes biliyor. Dünyada ve özellikle Avrupa’da eksi faiz varken Türkiye’de yatırımcı bunun karşılığını alır. Yeter ki biraz güvensin. Yeter ki önünü görebilsin ve desin ki açık, kurallı bir iş var. Yatırımda da fırsat eşitliği var. Şimdi toplum hayatında fırsat eşitliğinden bahsettik ama iş dünyası açısından da fırsat eşitliği çok temel bir konu. Yeter ki insanlar bilsin ki kurallar var ve bu kurallara herkes uyuyor. Bu kuralar herkes için geçerli, bu kurallara uymayanlar için de yaptırımlar var. Bunları insanlar bildiği anda inanın çok değişir burası.
Türkiye’ye yatırım yapma ihtimali olan yerli yabancı insanların çoğunu tanıyoruz. Yani bunların hepsi geliyor gidiyorlar, ‘Acaba Türkiye’nin bir geleceği var mı?’, ‘Türkiye’de gelecekte işler düzelir mi?’ diye. Bilsinler ki bugün değil 3 sene sonra Türkiye toparlanacak. Bundan emin olsunlar. Bugün yatırımlar başlar. Fakat şu anda toplumda bir karamsarlık var. Yatırımcıda kararsızlık var. Bu sık değişen kurallar ve kuralsız yönetim tarzı insanları çok tedirgin ediyor, korkutuyor, ürkütüyor. Diyelim ki şu duvarın arkası su dolu, potansiyel olarak orada bekliyor. Bizim yapmamız gereken sadece önünü açmak, başka bir şey değil. Bu devasa potansiyelin önünü açmak, yapmamız gereken sadece bu. Yeter ki güven ve öngörülebilirlik oluşturalım. Ve bilsinler ki Türkiye huzurlu bir ülke, dünyayla kavgalı bir ülke değil. Aksine dünyayla uyumlu, dünyayla diyalog kurabilen bir ülke. Biliyorsunuz bizim yüz yıldır dış politika ilkemiz neydi genel anlamda? Yönetim ilkemiz ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ cümlesiydi ve çok önemlidir bu. Derin bir kavramdır bu. Şu anda maalesef dışarıda ve içeride kutuplaştık. İçeride de dışarıda da bir ‘ben’ ‘sen’ tartışması var. Kanal İstanbul’da yeni bir kutuplaşma ortaya çıkıyor aslında, ben öyle okuyorum. Yani kutuplaştırma ihtiyacının bir tezahürü olarak Kanal İstanbul çıkıyor.
-Özellikle mi olduğunu düşünüyorsunuz?
Özellikle olmasa bile genel konsepte uyuyor ve bir de yeni bir gündem. Çünkü gündem boşalınca bu sefer işsizlik, hayat pahalılığı gibi bir sürü madde var, yani yeni gündeme ihtiyaçları var. Açıkçası bunlar çok kolay düzelecek şeyler. Bunu daha önce yapmamış olsaydık, Türkiye bunları daha önce başaramamış olsaydı ben derdim ki ‘Ya bu ülkenin kaderi, bizden bu kadar oluyor.’ Böyle değil, biz yeni hesaplamalara göre 2002 yılındaki 3 bin 500 dolarlık milli geliri 12 bin 500 dolara çıkarmışız ve bunu 12 yılda yapmışız. Nerede 3 bin 500 nerde 12 bin 500? Yani katlaya katlaya yapmışız bunu. Bir hamle daha yapılmasının önünde inanın hiçbir engel yok. Yeter ki hep birlikte omuz omuza çalışalım, ‘Bu ülke hepimizin’ diyelim. ‘Bizim’ demeyelim, ‘hepimizin’ diyebilelim.
-Sayın Babacan, size son sorum seçim hakkında. Erken seçime mi hazırlanacaksınız? 2023 seçimlerine mi?
Seçimlerin ne zaman olacağı Cumhurbaşkanımız ya da Parlamento tarafından belirleniyor biliyorsunuz; yeni Anayasa’da her ikisinin de karar takdiri var. Ama Anayasa ‘Eğer hiçbir karar alınmazsa 2023’ diyor. Bizim takvimimiz işliyor, biz kendi hazırlıklarımızı yürütüyoruz. Ve kendi iş takvimimize göre hareket ediyoruz, açıkçası alelacele bir şey de yapmak istemiyoruz ama çok gecikip de bir baskın seçim olursa ona hazırlıksız yakalanmak da istemiyoruz. Ne zaman olur bilemiyorum doğrusu. Erken demeyelim de baskın seçim diyelim; bir B planıdır. Erken seçim ancak ve ancak yeni siyasi partilerin önünü kesmek için yapılabilir ki 2018 Haziran’ında yapılan seçim öyledir. Bir baskın seçimdir. Özellikle tarihler denk getirilmiştir bir parti giremesin diye ama onlar da başka bir formül bulmuştu. Yani bizim hazırlığımız makul tarihteki bir erken seçime göre bir hazırlık süreci ama baskın seçim olursa o bir B seçeneğidir, B planıdır. Eğer öyle bir şey olursa o gün düşünürüm ne yapacağımızla ilgili. Biz A planıyla gidiyoruz yani.
-Sizi engelleyebilme imkânı var mı bundan sonra? Mehmet Ağar, ‘yeni kurulacak partileri mutlaka vazgeçirmek lazım’ demiş…
Olabilir, bu aslında bizim yaptığımız çalışmaların ne kadar etkili olacağını, ne kadar toplumda karşılık bulacağını gösteren ifadelerdir. Böyle yorumluyorum doğrusu, görüyorlar, hissediyorlar. Yani bunun ciddi bir toplumsal karşılığının olduğunu ve bunun hızla genişlediğini herkes görüyor, hissediyor. Bakın bugün sizinle yaptığımız görüşme topluma 3. mesajım sadece. Eylül ayında, kasım ayında ve aralık ayında 3. mesaj. Daha parti yok ortada, daha ortalığa çıkıp bol bol konuşmuyoruz. Daha gündemle ilgili bir şeyler söylemiyoruz, çok başlangıç noktasındayız, buna rağmen etki alanını görüyorsunuz, hissediyorsunuz. Eğer bunun arkasında toplum durursa toplumun arkasında olduğu hiçbir hareketin önünde kimse duramaz. Bu defalarca tarihimizde tekrar etmiştir. Defalarca yaşanmıştır. Dolayısıyla bizim hiçbir şeyden korkumuz yok.
© Tüm hakları saklıdır.