20 Ağustos 2016 17:52
Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin Yayın Danışma Kurulu üyesi ve yazar Aslı Erdoğan dün akşam tutuklandı. Avukatı Cihat Duman, Erdoğan'ın 4 deneme yazısından dolayı ‘Örgüt üyeliği ve ‘devletin bütünlüğünü bozmaktan’ ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor.
Aslı Erdoğan'a yöneltilen suçlamalara dayanak yapılan yazılarda, sokağa çıkma yasakları, Cizre, Nusaybin, İdil, Şırnak, 27 Mayıs’tan bu yana haber alınamayan DBP Şırnak İl Yöneticisi Hurşit Külter ve Cizre’deki bodrumlarda Şubat ayında hayatını kaybedenlerin hikâyeleri el alınıyor. Avukatı Duman'ın sosyal medya hesabı Twitter üzerinden paylaştığı Erdoğan'ın dört yazısı şöyle:
‘’Bu senin baban’’
Alıntılamayı sürdürüyorum: Gazete haberlerinden, tanık anlatımlarından, ailelerin açıklamalarından, yetkililerin demeçleri ve duvar yazılarından…
‘’Diyarbakır’ın Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağı 96. gününe girerken, ilçe tank ateşiyle aralıksız şekilde dövüldü… Hafta başında ilçeden çıkan 19’u çocuk— biri Elif Su adlı bebek— 44 kişi hala gözaltında… İdil’de sokağa çıkma yasağı 19.gününe girdi.’’(6 Mart)
‘’Yüksekova’da okullarda karargâh kuran Özel Harekat tahtalara yazdıklarını sosyal medyada paylaştı: ‘Güzel günler göstermeye geldik’… ‘Ezan dinmez, bayrak inmez’… ‘Fetih, 2016 Mart’ (6 Mart)
‘’Şırnak’ın Cizre ilçesinde 79 gün süren tank, top, ağır silahlarla gerçekleştirilen saldırılar sonucu 1200 ev ağır hasarlı.’’
‘’Üç bodrumda yaralı halde onlarca insanın yakıldığı, çoğunun teşhis edilemeden Kimsesizler Mezarlığı’na gömüldüğü… Aralarında çocuk, bebek ve yaşlıların da bulunduğu 300 kadar can kaybı… Enkazın altında cenazeler bulunduğu, insan vücut parçalarının çıktığı, vücut bütünlüğü olmayan, kolları bacakları kopmuş, başı alınmış, ikiye ayrılmış cesetler olduğu…’’
‘’İnsanlık nerede?’’ (M. Duymak, bir bodrumdan televizyondaki yayına bağlanıyor.)
‘’Bana bir torba kemik verdiler, bu senin eşin, dediler.’’ (M. Duymak’ın eşi)
‘’İbret olsun diye kedi, köpek ölülerinin ağaçlara asıldığı, özellikle kadın iç çamaşırlarına ırkçı, cinsiyetçi sloganlar yazıldığı…’’‘’Kurdun dişine a.. değdi. Korkun!’’ ‘’Kızlar geldik, ininize girdik.’’(Duvar yazıları, ‘a..’ kadın cinsel organı)
‘’Ablam yakılarak katledilmiş. Vücudu tamamen küle dönmüş. Arkadaşı Sakine ile yakılırken birbirlerine sarılmışlar. Cenazeleri bütünleşmiş, ayırmak imkansız.’’
‘’Kurunun yanında yaş da yanar.’’ ‘’ Devletin kudretini gösterdik, şimdi şefkatini göstereceğiz.’’
‘’Bodrumlara insan yağı kokusu sinmiş, belli ki diri diri yakmışlar.’’
‘’Bir ailenin çocuğunun cenazesine ulaşamaması hiçbir yerde görülmemiştir. Cenazemize 200m kaldı, almadan gitmeyeceğiz.’’
‘’11Aralık’ta hurda toplamaya girdim Sur’a, yasak tekrar başlayınca 79 gün kaldım… Sekiz dokuz çocuk aynı bodrumdaydık, biri bakır telle ismini yazıp boynuna astı… Bir çocuğun başına bomba atar mermisi isabet etti. İki saat başında bekledim. Sonra öldü.’’ (Ş. D. 15 yaşında)
‘’ Cenazemi iki aydır alamıyorum. Eli sakattı oğlumun, makineye kaptırmıştı. Uzun boyluydu.’’
‘’Bir cenaze çıkıyor, diyorlar. Diyoruz, belki odur, gidiyoruz hastaneye, dönüp geliyoruz gene. İnsanlar cenaze gelince üzülür, biz bulunca seviniyoruz… Oğlum doğup büyüdüğü sokakta katledildi. Ne acılarla büyüttüm onu, ne yoksullukla… Gitti, daha bulamadık. Kimse kimseyi bulamadı… Kızım lise son sınıf öğrencisiydi. Bir barikat var, kızımla aramda, kaldırsınlar, gidip alayım. Bir kemik de olsa…’’
‘’Haber verdiler, 60 kişiyi yakmışlar, bir süre inanmadık. Sonra gittik. baktık. Beş kilo, kemik— et, çözemedik, verdiler. Bu senin baban, dediler.’’
‘’Bodrumda mutlu son’’ (Duvar yazısı)
(29.03.2016)
****
Başı sonu olmayan bir gün, bir gün daha… İki uzun cümlenin, geçmişle geleceğin arasına gelişigüzel konmuş, sabitlendiği yerde sessizce bekleyen bir virgül gibi… İki upuzun, tekdüze, birbirinin tekrarı cümle… Neyin gelip geçtiğini, geri gelmemecesine yitip gittiğini, neyin bir kez, bir kez daha yitirileceğini söylemeyen… Hiçbir zaman gelmeyecek olana dair bir işaret vermeyen… Geçmiş ve gelecek… Hayat denilen bilinmezin yüzeyine saldığın ağlara takılıp kalmış, ucu bucağı, kıyıları, suları görünmeyen sisten çekip çıkardığın iki sözcük. Boş boş çınlayan, kulağını dayadığında sonsuzluğun kahkahasını atan… Işıksız derinlerden, kayalıklardan çıplak ellerinle koparıp aldığın ama yukarı varamadan buz kesmiş parmaklarından akıp giden ‘geçmiş’, biricik geçmişin, suskun ve soğumuş çamur… Ama hemen orada, sanki nehrin karşı yakasında süngüleri güneş ışığında parıldayan bir ordu gibi kaçınılmaz biçimde üzerine gelmeye hazırlanan ‘gelecek’… Ve sanki onarılmaz bir çatlaktan sızarcasına tam içinden akıp giden anlar, günler, bugün… Soğudukça acısı hissedilen bir yaraya benzeyen hayat, ya da belki düpedüz yokluğu hayatın, sadece acıyla varlığını duyuran…
Katliam günleri… Zulüm, gözyaşı ve kan. Miadı dolmuş marşların, kimsenin mecbur kalmadıkça okumadığı ‘büyük anlatıların’, destanların ‘temaları’, ya da tam tersine, binlerce kez okunmuş, dinlenmiş, durmamacasına izlenmiş haberlerin ‘konuları’ değil artık, gerçeğin ufkunu daraltıp karartan, gündelik hayatımızın ışığını, gölgelerini ve renklerini belirleyen sözcükler… Sanki söyleyecek çok sözümüz var ama sesimiz kalmamış gibi. Anlatmak, anlamlandırmak, sözcüklendirmek istediğimizde boş boş tınlayan bu ses bize ait değil gibi, atamadığımız gerçek çığlıkların yerini almış bu sessizlik bile nasıl artık bizim değilse… Daha yumuşak, daha kısa tokalaşmalarımız, el çabukluğuyla kuruyoruz aşina cümleleri, daha çabuk uzatıyoruz birbirimize doğru… Her fırsatta, var gücümüzle tekrarlıyoruz ‘ne kötü günlerde yaşadığımızı’, tekrarlıyor ve avunuyoruz. Daha uzun yankılanıyor ‘biz varız, buradayız’ seslenişlerimiz, yankılanıyor ve yanıtsız kalıyor. Makyajı tazelenmiş kuklalar gibi çeviriyoruz en dayanıklı yüzümüzü birbirimize, ama sanki hiç kimse bakamıyor gözlerimizin içine… Ne göreceğini bilenlerin bezginliğiyle hep ötelere, uzaklara kayıp gidiyor meraksız, sorusuz, yanıtsız bakışlar… Aynalar her zamankinden daha ıssız, insansız… Boş ve ölü gözler, boş ve soğuk sözler, soğumuş ve ölü yürekler… Sanki kendimizin baştan savma bir kopyası, geçmişe, bizzat kendi geçmişimize yolladığımız, geleceğe sunduğumuz yüzün çizgileriyse bir türlü biçimlenemiyor, sanki bir biçim yokluğu diğeriyle değiş tokuş ediliyor… Bir hastane koridorunda parmak uçlarında yürürcesine ağır ağır geçiyoruz bu günlerin de içinden… Sanki bitmez tükenmez, gri bir şafağında Araf’ın, sislerin içinde dil gibi uzanan incecik bir yerde, çığlıkların ve çağrıların artık ulaşamadığı bir yerde yürüyor, yürüyoruz.
Bodrumlarda kuşatılmış insanların –kimi yaralı, kimi çocuk— diri diri yakıldığı günlerde yaşamanın ve yazmanın dayanılmaz ağırlığı… Hayatın yerine ikame edilen sözcüklerin, sözcüklerin üstlendiği sessizliğin korkunç ağırlığı… O uçurum orada ve burada, geçmişte, gelecekte, bugünde… Biz ne kadar gözlerimizi kaçırsak da, o benzersiz derinlikteki bakışlarını gözlerimizden ayırmıyor. Öznesini yitirmiş cümlelerin, anlatıların suskunluğuyla, yarıda kesilmiş bütün hikâyelerin, bütün hayatların ebedi suskunluğuyla bakıyor, bekliyor ve sisli sonsuzlukta, tam içimizde yürüyor.
İlerde belki bu günlere dönüp baktığımızda, ‘biz aslında faşizmi çok sevmiştik!’ diyeceğiz, yepyeni boyalarla kapatırken bir kuklanın derin yara izlerini…
(20.05.2016)
****
Nasıl demeli, ‘paradigma’ yalın ve açıktı o zamanlar, herkesçe kabul edildiğinden gerçeğe tıpatıp uyuyordu. Tarihçilerin başlangıcı üzerine fikir birliğine varamadıkları o ‘homojen’ çağda (80’ler sonu, 90’lar) söz gelimi ‘Kürt meselesi’ yoktu, çünkü henüz ‘Kürt’ yoktu. Dilleri dönmediği için Türkçeyi katır kutur eden kimi aşiretler epeydir biliniyordu, bunlar dağlı, şalvarlı, silah tutkunu ve feodaldiler. Kenan Evren fotoğraflarının duvarları terk ettiği günlerde, pek de inmedikleri dağa çıkmış, fırsat buldukça bebek katlediyorlardı, ama bu mesele ‘en geç yaz sonunda’ bitecekti. Gücümüzü hazmedemeyen Batı basınında ‘tuhaf’ haberler yayımlanıyordu: Şehirler ablukaya alınıp günlerce taranıyor, cenaze kalabalıklarına ateş açılıyor, insanlar kaybediliyor, zihinsel engelli bir çocuk üç renkli bileklik taktığı için bir panzere bağlanıp sürükleniyordu. Hakikaten tuhaftı haberler… Ermeniler gündemden çıkmıştı, biliyorduk ki, çeteleriyle yakıp yıktıktan sonra Türklere zarar verebileceklerinden umudu kesmiş, toplu halde bu topraklardan çıkıp gitmişlerdi. Aslında bu ülkeyi sevmeyen herkese de aynısı tavsiye ediliyordu.
Binyıl başında Türkiye büyük dönüşüme hazırdı, dünyanın geri kalanı, bilgisayarlarını bir yüzyıl geriye tarihleyecek büyük hatayı beklerken, biz soluğumuzu tutmuş, dönüşmeyi bekliyorduk. Türkiye büyüktü, büyüyecekti, Türklerindi, demokratikleşecekti. Otoriter yönetimlerin sonu gelmek üzereydi, belki küçük ama insanlık için büyük adımlarla geleceğe yürüyordu.
Nihayet, günün birinde her şey değişti. Kamusal alanda Kürtçe konuştuğu için yaka paça hapse atılmayan, linç edilmeyen ilk Kürt’ün kimliği tespit edilemese de, ‘Kürt’ sözcüğü kamusal alana, hatta ana akım medyaya girmiş, yerleşmişti. Kürtçenin bir Osmanlı lehçesi olduğu savı son 2006da dillendirildi. Aynı yıl, imla hatası yapmadan kurabildiği cümlesi nedeniyle bir Türk yazara Nobel verildi. Ama Türklerin çoğu onun ödülünü iade etmesi gerektiğini düşünüyordu. Nobelli yazar, bu cümleden yargılandı, aynı maddeden yargılanan 300 kişi yargılanmıştı o yıl, beraat etti. De facto ve de juro Türkiye’de artık düşünce özgürlüğü vardı.
‘Terör örgütüyle’ aynı görüşleri savunanların da terörist olduğunu saptayan TMK yürürlüğe girdiğinde yurt çapında askeri vesayetten kurtuluşumuzu kutlamaktaydık. Beş yıl içinde tüm dünyadaki ‘terör suçlularının’ üçte biri Türkiye cezaevlerindeydi. Bu arada biz askeri vesayetten kurtulmanın yetip yetmediğini oylamış, derin devletten de kurtulmuştuk. Kendini yönetme konusunda isteksiz olanların direncine karşın Türkiye değişiyor, dünyaya posta koyuyordu. Kürtlerin ‘kardeş olarak’ keşfedildiği günlerdi, herkes sokaklardaydı, biber gazında rekor kırmıştık. Silah sanayimiz millileşmiş, TOMA’yla mertlik geri gelmişti, Şam’a girmemiz an meselesiydi. En kuşkucular bile, sınırda 32 ‘Kürt kaçakçının’ bombalanması emrinin bir sivilden geldiğini duyunca suspus oldular, hakikaten buna ‘askeri vesayet’ denemezdi. Kürtlerin kardeş olduğunu biliyorduk ama onlara sivil demeye içimiz gitmiyordu. Askerlerin sivillere karşı işlediği suçların yargılanmasına gene siviller, biri ya da ikisi, karar verecekti artık, böylece sivilleşmemiz de nihai sınırlarına varacaktı.
2016’da, uzaklarda bir cenaze töreninde, bir haham Türkiye’ye Kürtleri öldürmeye son vermesini söylüyor, bu cümle ana akım medyada ‘tuhaf konuşma’ başlığıyla veriliyordu. ABD’nin beyaz bir sarayı varsa bizim çok renkli bir sarayımız vardı, bütün dünya farkındaydı, ondan bundan emir, talimat, ahlak dersi aldığımız günler çok gerilerde kalmıştı!
(17.06.2016)
****
(30 Mayıs, Evrensel) Nusaybin’de sokağa çıkma yasağı ve abluka 76. gününde… YPS’nin silahlı güçlerini çektiğini açıklamasının ardından bombalama ve operasyon şiddetlenerek devam ediyor, tank ve top ateşinin yoğunluğu artıyor. Mahallelerden tahliye edilen 42 kişiden 24’ü tutuklanırken, pek çok sivile işkence yapıldığına dair tanıklık var. ‘’Çıkanlar sivil, çoğunun yaşı küçük. Şefkatli bir mizansen sergilendi, ama sonrada işkenceye maruz kalmışlar, aileleri gözaltında kafalarının, kollarının kırıldığını gördü.’’
*Şırnak obüslerle vuruluyor,76. Gününde bombardıman aralıksız sürerken, birçok ev ateşe verildi.
* Cizre’de yasağın 35. gününe dek evini terk etmeyen dedesini almak için annesiyle birlikte Cudi Mahallesi’ne giderken polisçe vurulan Emrullah Er (19), tedavisi tamamlanmadan tutuklandığı için kolunu kaybedebilir… ‘’Beyaz bayrağa ateş açmayız dediler. Açtılar, yaralıyken tutukladılar.’’
*DBP Şırnak il yöneticisi Hurşit Külter’in akıbeti belirsizliğini koruyor. Valilik Külter’in gözaltına alınmadığını açıklarken, özel harekatçılarıntwitter hesabından TEM’de tutulduğu belirtildi. Sosyal medya üzerinden kuzenini soran Mahmut Külter’e, BÖF Tweet_Guneydogu hesabından gelen yanıt :
SENDEMİ GELDİN GUNDİ @KULTERMAHMUT RAHAT OL
HURŞİT TEMCİ ABİLERİNİN KUCAĞINDA ŞORTLAN DA BİRAZ TERLETTİK
AMA ŞİMDİ İYİ GERİLME SIRANI BEKLE (28 Mayıs 17:11)
Bir ay sonra, 30 Haziran: Lice’de başlayan askeri operasyonda 19 köy ve 58 mezrayla bağlantı koptu. İHD sivillerin hayatından endişe ettiklerini, her yerin yangın yeri olduğunu bildirdi.
* Hurşit Külter’den 35 gündür haber yok. Oğlunun kaybolmasından sonra geçen bir ayı, annesi ‘kabus’ olarak nitelendirdi.
(6 Temmuz, Özgür Gündem) * Lice’ye bağlı Kerwas köyünün Mehla mezrasını 30 Haziran sabahı ablukaya alan asker ve özel harekat polisleri, yangına müdahale eden 34 köylüyü işkenceden geçirdi, Mehmet Şirin Kocakaya işkencede yaşamını yitirdi… ‘’Mehmet ve kardeşlerini tekmelediler, 300 m öteden Mehmet’in iniltileri felçli babasına dek geliyordu… Hepimizi— geride 3 küçük çocuk ve Mehmet’in babasını bıraktılar— Kirpi’ye alıp beklettiler. 10 dakika sonra Mehmet için ambulans geldi. Bir askere sorduk. Ambulansa konuldu ama büyük ihtimalle öldü, dedi.’’
*Nisebin’de gözaltına alınan 42 sivil arasında yer alan üç çocuk cezaevinden gönderdikleri mektuplarda işkenceyi anlattı. 16 yaşındaki H.A. ve E.T. kameraların önünde kek ve meyve suyu dağıtan askerlerin, kamera kapandıktan sonra geri topladıklarını, saatlerce darp edildiklerini, kadınların saçlarından sürüklenip merdivenden atıldığını yazdı. H.A.’nın kolu yakıldı, işaret parmağı kırıldı, dipçik darbeleri nedeniyle bir gözünü kaybedebilir. Karnından aldığı mermi yarasına rağmen işkence gören Ç.K. (16) kameralar kapanınca kelepçelenip sürüklendiğini anlattı.
* Hurşit Külter’den 41 gündür haber alınamıyor. ‘’Ölü ya da sağ versinler oğlumu. Ne yaptılar ona?’’
Son sayfa haberi: Wan Büyükşehir Belediyesi Gever’de evcil hayvanların tedavisi için çalışıyor. Sokak hayvanlarının çoğunda yanık izleri tespit edilirken, açlık ve salgın hastalık riski baş gösterdi. Fotoğrafta, moloz yığınına dönüşmüş bir eve sığınan kapkara burunlu bir sokak köpeği var, sığındığı yerde, pencerenin altında, devrilmiş dolapla bir iskemle arasında ölmüş. Yara, kan yok, kısmen yanmış olabilir. Lime lime beyaz bir perde sallanıyor pencerede, Haziran güneşi, bütün şefkati ve görkemiyle artık rengi bile kalmamış köpeğin üzerinde parıldıyor.
(08.07.2016)
© Tüm hakları saklıdır.