Kadınların kategorik olarak erkeklerden farklı muamele gördüğüne dair ilk belirgin işaretler çok daha sonra, antik Mezopotamya'daki ilk devletlerde, günümüz Türkiye, Irak ve Suriye sınırlarında bulunan Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki tarihi bölgede ortaya çıkıyor.
Yaklaşık 5 bin yıl önce, güney Mezopotamya'daki Sümer kenti Uruk'a ait idari tabletler, nüfus ve kaynakların ayrıntılı listelerini tutmak için büyük çaba sarf edildiğini gösteriyor.
Bu ilk toplumlardaki elitler, kendileri için fazla kaynak üretecek ve devleti savunacak, hatta gerekirse savaş zamanlarında hayatlarını feda edecek, insanlara ihtiyaç duyuyordu.
Amerikalı tarihçi Gerda Lerner'in belgelediği üzere, o döneme ait yazılı kayıtlar, kadınların kamusal iş ve liderlik dünyasından yavaş yavaş kaybolduğunu ve anneliğe ve ev içi emeğe odaklanmak üzere ev içine itildiğini gösteriyor.
Bunun yanı sıra, kız çocuklarının kocalarının aileleriyle birlikte yaşamak üzere büyüdükleri evi terk etmelerinin beklendiği erkek merkezli evlilik uygulaması da kadınları marjinalleştirdi ve onları kendi evlerinde sömürü ve istismara karşı savunmasız hale getirdi.
Zamanla evlilik, kadınları da çocuklar ve köleler gibi kocalarının malı olarak gören katı bir yasal kuruma dönüştü.
Yani tarih ataerkilliğin aileyle değil, ilk devletlerde iktidarı elinde bulunduranlarla başladığına işaret ediyor.
Tepeden gelen talepler aileden aşağı süzülerek en temel insan ilişkilerinde, hatta ebeveynler ve çocukları arasındaki ilişkilerde bile kırılmalara yol açtı.
Normalde sevgi ve destek ilişkileri olması gereken kişiler arasında güvensizlik tohumları ekti. İnsanlar artık kendileri ve kendilerine en yakın olanlar için değil, ataerkil devletin çıkarları için yaşıyordu.
Bugün de Hindistan ve Çin gibi geleneksel ataerkil ülkelerin bir özelliği erkek çocuk tercihidir ve bu, cinsiyet oranlarının büyük ölçüde çarpıklaşmasına yol açmıştır.
Hindistan'da 2011 yılında yapılan nüfus sayımına göre her 100 kız çocuğuna 111 erkek çocuk düşüyor ama veriler, sosyal normların kız çocukları lehine değişmesiyle bu rakamların iyileşmekte olduğunu gösteriyor.
Ataerkil evliliklerde kadınların sömürüsü devam ediyor. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bunun en uç versiyonu olan zorla evliliği, 2017 yılında ilk kez modern köleliğin bir biçimi olarak tanımladı.
2021 tahminlerine göre dünya genelinde zorla evlendirilmiş olan 22 milyon kişi var.
Tıpkı sınıfsal ve ırksal baskının tarihsel olarak iktidardakiler tarafından doğalmış gibi yansıtılmasında olduğu gibi, cinsiyetçi düzeninin normal, hatta doğal görünmesini sağlamak ataerkil devletin yol açtığı kalıcı psikolojik hasar oldu.
Bu sosyal normlar, kadınların evrensel olarak şefkatli ve besleyici olduğu ve erkeklerin doğal olarak şiddet yanlısı ve savaşa uygun olduğu fikri de dahil olmak üzere günümüzün toplumsal cinsiyet klişeleri haline geldi.
Ataerkillik, insanları kasıtlı olarak dar toplumsal cinsiyet rollerine hapsederek sadece kadınları değil, pek çok erkeği de dezavantajlı duruma düşürdü. Buradaki niyet sadece en tepedekilere, yani toplumun elitlerine hizmet etmekti.
Bu, güvensizliği ve istismarı besleyen çarpık bir sistemdir. Dünyanın dört bir yanındaki toplumsal cinsiyet eşitliği hareketleri, insanların ataerkil toplumlarda yüzyıllardır yaşadığı toplumsal gerilimin belirtileridir.
Siyaset teorisyeni Anne Philips'in yazdığı gibi, "Biraz şans verilen herkes, eşitlik ve adaleti, eşitsizlik ve adaletsizliğe tercih edecektir".
Ataerkilliğe karşı mücadele zaman zaman ürkütücü gelse de, insan doğasında, daha farklı bir yaşam süremeyeceğimize dair hiçbir şey yoktur.
Toplumu bu hale getiren insan, onu yeniden şekillendirebilir.
* Angela Saini bilim konusunda yazan ve dört kitabı olan bir gazeteci. Bu makale, Orwell Ödülü için kısa listeye giren "The Patriarchs: How Men Came to Rule" adlı son kitabını temel almıştır.