Taraf gazetesinde yazan Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Murat Belge, işçi ölümleriyle sonuçlanan iş kazaları için "Ataerkil sermaye, otoriter siyasetin ekmeğine yağ sürüyor" derken, "Elbette ki AKP falan madene girip grizu patlatacak değil; ama onun ve ideolojisinin sınıf karakteri, iş ortamının bu sefalet düzeyinde devamına bir paravan işlevi görüyor." dedi.
Murat Belge'nin Taraf'ta "Kazalar ve AKP-II" başlığıyla yayımlanan (2 Kasım 2014) yazısı şöyle:
Kazalar ve AKP -II
Aklımda doğru kalmışsa, birinci Türkiye İşçi Partisi zamanındaydı; enerjik eylemci gençler Ankara’nın “sanayi sitesi”ndeki işçileri bilinçlendirmeye karar vermişlerdi. Daha önce denenmemiş bir çalışmaydı bu. Girişince, neden daha önce denenmediğini de anladılar. Bilinçlendirecekleri adamlardan sıkı bir dayak yiyerek döndüler.
“Sınıflı toplum” diye bir genellememiz var. Ama her toplumun sınıflarının oluşma hikâyesi farklı. Burada patriyarkal ideoloji sınıflaşma sürecinin içinde de yer alıyor. Birbirine böylesine “Abi, abla, teyze, amca” diye hitap eden bir toplumda bunun da böyle yürüyeceği belli. İşçi-işveren ilişkilerini daha anonim, kişisellik dışı olmaya zorlayacak nicelikler de yok gibi --yani, çok sayıda işçi çalıştıran büyük fabrikalar vb.
Militarist Almanya’da işçi-işveren ilişkisinin bilinçaltı modeli de askerlikten gelirdi. “Subay-er” ilişkisine göre kurulurdu. Burada aile modeli ön planda: “baba” ve çocukları... Askerliği dahi o nosyon kuşatıyor; sevdiği subayı “baba adam” diye anıyor.
AKP’nin başlıca sınıfsal dayanağının Anadolu sermayesi olduğu hep söyleniyor. Bunun doğru bir saptama olduğunu sanıyorum.
Bu sermayeyi temsil edenler modern iş ilişkileriyle güzelce ve fazla sıkıntı çekmeden eklemlenmişlerdir. Birçoğu ülke dışında iş ilişkilerine girmiştir ve bu ilişkileri başarıyla devam ettirmektedir. Ama aynı zamanda oldukça geleneksel bir zihniyetleri vardır. Din iman olsun, milliyetçilik olsun, bunlar iş ilişkilerine göre zaman zaman rötuşlanabilir, ama büyük ölçüde geleneksel denebilecek bir karakteri korur. İşçi-işveren ilişkisine gelince, tepeden tırnağa ataerkildirler. İşçilerini severler, baba gibi korurlar --işçi, “benim hakkım” diyene kadar. Çünkü “hak yok vazife vardır” diyen Ziya Gökalp’ın yazdığı kitaba bağlıdırlar.
“Sendika”dan --lafından bile-- nefret ederler. Yalnız “maddî çıkar” kaygısını aşan anlamlar edinmiştir “sendika” onların gözünde. Bir “şeref meselesi” haline gelmiştir. Çocukları kendisine karşı sendika kurmuş bir baba ne hissederse, onlar da öyledir.
Bu, ideolojide böyledir; varolan ilişki biçimleri bu tür formüllerle savunulur, kutsanır. İyi de, ideoloji düzeyinden gerçeklik düzeyine geçince ne olur? Bu “baba şefkati” orada belirleyici ilke olma rolünü devam ettirir mi?
Şu, birbirini kovalayan kazalar o düzeyde işlerin nasıl yürüdüğüne kısmî bir ışık tutuyor. “Kısmî” diyorum, çünkü işin içinde olmadıkça, ancak bir kaza durumunda neyin nasıl yürüdüğü hakkında bir fikir ediniyoruz.
Şimdi, bu yazıda özetin özeti bir şekilde anlatmaya çalıştığım ideoloji aynı zamanda AKP’de egemen olan ideoloji.
Burada “sendika”dan biraz söz ettim. Tarihin şu evresinde sendika bütün dünyada eski etkisini kaybetmiş bir örgütlenme biçimi. Bunun da karmaşık nedenleri var. Ama bu durum, sözünü ettiğim türden (ataerkil) sermayenin de, sözünü ettiğim türden (otoriter) siyasetin de ekmeğine yağ sürüyor. Türkiye’de genel yoksulluk ve genel işsizlik de, işçi konumunda olanların işveren karşısında böyle boynu eğik kalmalarına katkıda bulunuyor. Bu ayrıca, bu sermayenin siyasî temsilci ve sözcülerinin, “Ne yapalım? Böyle bir madeni kapatma noktasına geldiğimizde ilişkin işçiler itiraz ediyor” biçimini alan bir savunma yapmalarına da imkân veriyor.
Elbette ki AKP falan madene girip grizu patlatacak değil; ama onun ve ideolojisinin sınıf karakteri, iş ortamının bu sefalet düzeyinde devamına bir paravan işlevi görüyor.