Dünya

Birleşik Krallık'ta Covid ile bir yıl: 100 bin ölüm ve "olabilecek en kötü zamanda, olabilecek en kötü hükûmet"

Birleşik Krallık'ta 100 binden fazla insan Koronavirüs nedeniyle hayatını kaybetti

31 Ocak 2021 12:44

Birleşik Krallık’taki ilk Covid-19 vakası tespit edileli bugün tam bir yıl oldu. Ülke, bu süreç içerisinde 100 binden fazla kişiyi bu hastalığa kaybetti. Bu, milyon kişiye düşen ölüm oranında da Birleşik Krallık’ı dünyanın en kötü durumdaki 3 örneğinden biri yapıyor.

Britanya, salgının başında acil durum toplantılarına ısrarla katılmayan Başbakan Boris Johnson’ın yönetiminde geç kalınan karantina kararlarıyla, birçok konuda bir türlü net fikir beyan edemeyen bir hükûmetin belirsizlikleriyle ve son dönemde aşının yarattığı umut dalgasıyla sallanıp durdu. Hâlâ da karantinada sallanıyor.

29 Ocak 2020’de, Çin’den gelen iki kişi öksürük ve ateş semptomları göstermeye başladığında Ulusal Sağlık Servisi’ni aradı. Salgın, dünyada görülmeye başlamıştı. Doktorlar, kendilerini distopik bir filmden fırlamış gibi gösteren önlemleriyle beraber ikiliye test yaptılar. 31 Ocak’ta gelen ‘pozitif’ sonuçlar, Covid-19’un ülkeye girdiğini ilan etmiş oldu.

Fakat aylar sonra yapılan testler, 30 Ocak’ta kalp yetmezliği ve pnömani sebebiyle öldüğü düşünülen Peter Attwood’un aslında Covid geçirdiğini ortaya koyacaktı.

Zira ilk tespit edilen vakaların öncesi de vardı: Sağlık Bakanı Matt Hancock, 24 Ocak’ta ülkenin salgından zarar görme ihtimalinin ‘düşük’ olduğunu ilan etmişti. Tesadüf ya, prestijli bilim yayını Lancet, aynı gün 1918’deki İspanyol Gribi kadar büyük bir tehlike ile karşı karşıya olunabileceğini söyledi.

Zira Şubat boyunca da devletin sağlık alanında danışmanlık aldığı uzmanlar, hükûmete benzerine zor rastlanır boyutta kayıpların yaşanabileceğini söylediler. Fakat sesleri duyulmadı. Risk, ‘çok değildi’.

Bu arada dünyadaki salgının ilerleyişine bakarak bilim insanları, bürokratlar ve hükûmet yetkililerinden oluşan Bilim Kurulu (SAGE) toplantıları yapılmaya çoktan başlamıştı. İlki 4 Ocak’ta toplandı. Ancak normalde SAGE’e liderlik etmesi gereken Başbakan bu toplantıların 5’ine katılmadı. 2 Mart’a kadar masada yoktu.

Sağlık Bakanı’nın öncülük ettiği bu toplantılar sırasında Johnson ya Başbakanlıkta Brexit antlaşmasını kutluyor; ya Çin’in yeni yılı için düzenlenen etkinliklerde boy gösteriyor; ya da sevgilisiyle Londra dışındaki başbakanlık konutunda ‘kafa dinliyordu'. Tesadüf o ya, Çin, virüsü Dünya Sağlık Örgütüne bildirdiği gün de Başbakan sevgisiyle yaptığı kaçamaklardan bir diğerindeydi.

Hükûmet bir salgına hazır değildi

Bu sırada Başbakanlık sözcüsü de, tıpkı başbakan gibi, 1 ay içinde yok olacak bir kendine güvenle ‘’Her türlü yeni hastalığa hazırız’’ diyordu. Oysa en son 2016’da yapılan pandemi tatbikatında ülkenin olası bir salgından sağlık çalışanlarını koruyacak ekipmanlara, oksijen makinelerine ve yoğun bakım ünitelerine yeterli miktarda sahip olmadığını gösteriyordu. Britanya’nın en büyük ulusal güvenlik tehdidi de yıllardır bir salgın olarak tanımlanıyordu. Hükûmet, hazır değildi. Umut, gerçekçi değildi.

Başbakan, ilk SAGE toplantısına, virüs İngiltere’de tespit edildikten beş hafta sonra, 2 Mart’ta katıldı. Geç kalmıştı. Tekrar edecek bir geç kalma alışkanlığının da ilk örneğidiydi bu.

Zira Imperial College London’dan Prof. Neil Fergusson, yaptığı modellemeyi 24 Ocak’ta toplanan SAGE Kurulu’nda paylaşmıştı. Virüsü kontrol altına alabilmek için insanlar arasındaki iletişimin yüzde 60 azaltılması gerekeceğini söyledi. Karantinanın habercisiydi bu. Ciddiye alınmadı. 

5 hafta boyunca ülke, bir nevi savaşa girmeye hazırlanması gerektiği halde, uyumayı tercih etti. Başbakanlık’taki bir danışman, Johnson’ın o günlerini Times’da şöyle anlatacaktı: ‘’Başbakanınız yoksa, savaşta değilsinizdir. Boris, toplantıları yönetmeyi sevmiyordu. Hafta sonları çalışmıyordu. Şehir dışında kafa dinlemek istiyordu.’’

Aslında zaman vardı ama gerekli hazırlıklar yapılmamıştı. Sağlıkçıların koruma ekipmanları, yıllar boyunca hükûmetlerin gündemine gelmedi. Stokların ne durumda olduğu, kimsenin önceliklerinden olmadı. Ülke, sağlık çalışanlarını koruyamadı. Türkiye gibi başka ülkelerden gelecek yardıma ihtiyaç duyacak hale düşeceklerdi.

Sağlık çalışanları ekipmansız kaldı, Ulusal Sağlık Servisi 'kabus' ile karşı karşıyaydı

Hükûmet, bu krizde de geç kaldı. Sağlık çalışanları haftalarca yetersiz ekipmanlarla çalışmak zorunda kaldı. Çin’den temin etmeleri gereken koruyucu malzemelerin peşine düşeceklerine stoklardan 279 bin ekipmanı Çin’e yolladılar. Üretim kapasitesine dramatik bir şekilde artırabilecekleri, gelecek aylarda da üretime devam edebilecek yerli üretim zeminini oluşturmak için haftaları vardı. Yine geç kaldılar. Virüs, önü alınamaz bir kriz haline gelmeden önce gerekli ekipmanlar temin edilmedi, üretimi sağlanmadı. Ulusal Sağlık Servisi yönetimi, salgının daha başında bir ‘kabus’ ile karşı karşıya olduklarını söyledi.

Benzer bir tablo testler için de geçerliydi: Şubat başında Hancock, Oxford’da üretilen test kitlerinin dünyanın tamamında kullanıldığını anlatırken ulusal bir gurur meselesinden de bahsediyordu. Salgınla mücadelede yoğun test yapmanın önemini anlamış gibi duruyordu. Ama bu noktada da hükûmet, vaka sayıları arttıkça hazır olmadığını vatandaşlarına gösterdi. Oxford’da bütün salgın boyunca birden çok defa dünyaya öncülük eden bilim insanlarına, onlarla ‘gurur duyan’ İngiliz hükûmeti ayak uyduramadı. Yoğun bir şekilde test üretmesi gereken, salgının henüz bütün ülkeyi zapturapt altına almadığı o haftalarda hükûmet, harekete geçmedi, üretime yatırım yapmadı. Yine geç kaldı.

Aynı süre içerisinde Singapur, İngiliz hükûmetinin aksine, gelecek felaketin farkına varıp hem yeterli test stoğunu sağlamak hem de sağlıkçıları için koruma ekipmanlarını temin etmek için erken adım attı. Benzer şekilde Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern de ülkesinde henüz vakalar üç haneli sayılara bile gelmeden ulusal karantina ilan etmiş, canını kurtarmaya çalışan İtalya’yı örnek gösterip ‘’Bir zamanlar onlarda da sadece bu vaka vardı. Bunu unutamayız’’ demişti. Johnson, ne hazırlıklıydı ne de Ardern gibi ‘erken ve yetkin’ bir şekilde hareket edecekti.

Zira Mart yaklaşırken virüs özellikle Avrupa’da net bir artış trendine girmişti. Ama Johnson’ı şehir dışında sevgilisi çıktığı tatilden döndüren olay, Muhafazakâr Parti’nin bağış günü oldu. Bir bağışçı partiye, Johnson ile tenis oynayabilmek için 60bin sterlin vermişti.

Kaçırdığı 5 acil durum toplantısının ardından 2 Mart’ta Johnson, bu defa görevinin başındaydı. Virüsü bastırmak için yapılan plan, o gün onaylandı. Bir ay ayakta uyumuşlardı.

Aslında pek sağlıklı bir uyanış da olmadı bu. 8 Mart’ta hükûmet, hastaneleri dolup taşmaya başlayan İtalya’nın karşılaştığı faciadan ders almadığını gösterdi. Bir sözcü, İtalya’nın karantina uygulamasını ‘’Popülist ve bilimden uzak’’ olarak tanımladı. Ülke, artan vaka sayılarına rağmen sert önlemler almamaya bir süre daha ısrarla devam edecekti. Kalabalık toplanmaların önüne geçilmedi, okullar kapatılmadı, insanlara evlerinde kalmaları söylenmedi. Bütün bunların yerine Başbakan Johnson, el yıkamanın öneminden bahsetmeyi tercih etti. Ziyaret ettiği bir hastanede herkesin elini sıktığını, kimilerinin de Covid hastası olabileceğinden gururla bahsetti. Ama sadece birkaç hafta içinde Johnson da virüsü kapacak; hatta yoğun bakımda tedaviye ihtiyaç duyacaktı.

"Sürü bağışıklığı" stratejisi kafa karıştırdı

Bu sırada hükûmet, bir de ‘sürü bağışıklığı’ söylentileriyle zaman kaybetmiş, kafaları karıştırmıştı. Zira hükûmetin sağlık konusunda başdanışmanı Sir Patrick Vallance bir basın toplantısında ‘sürü bağışıklığı’ stratejisini ilk defa dillendirdi. Witty, kimi vatandaşların virüsü kapmaları gerektiğini söylüyor, ‘toplumun bir kısmının bağışıklık kazanarak hayatı normale döndürmesi gerektiğine’ dikkat çekiyordu; böylece toplumun büyük bir yüzdesinin virüsü kaptığı takdirde kalana bulaşma ihtimali de yok olacaktı. Bu, yeni bir mesajın yayılmaya başlayacağını gösteriyordu. Oysa aynı toplantıda Vallance, toplumun ‘sert önlemlere hazır olması gerektiğini’ de açıkça söylemişti. Sürü bağışıklığı, uzun vadede salgınlarla mücadele etmenin yollarından biriydi.

Ancak Johnson, bu açıklamanın ardından katıldığı televizyon programlarında ‘çeneye yumruğu alıp, virüsün yayılmasına izin verilmesinden’ bahsediyor, sadece virüse karşı dayanıksız olan kesimleri koruyarak ‘zafer’e ulaşılabileceğini anlatıyordu. hükûmet, spor müsabakalarını durdurmuyor, okulları kapatmıyor, barların çalışmasına engel olmuyordu. 12 Mart’ta düzenlediği basın toplantısında Johnson, yeni önlemlerden bahsetmek yerine, hayranı olduğu eski Birleşik Krallık lideri Winston Churchill’in savaş retoriğiyle, ‘’Maalesef daha birçok aile sevdiklerini beklediklerinden erken kaybedecekler’’ diyordu. Konu önlem değil, söylemdi. Oysa aynı günlerde Avrupa ülkeleri birer birer karantina koşullarına geçiyordu.

Aslında Johnson ve Vallance ‘sürü bağışıklığı’ndan bahsederken, inanılmaz bir iletişim kazası yaptılar. Zira o günlerde toplanan Bilim Kurulu toplantılarında bilim insanlarının ve hükûmet yetkililerin ana gündemi bu değildi. Tersine, diğer ülkelerde olduğu gibi, SAGE de yayılım hızının nasıl yavaşlatılabileceğini ve dolayısıyla sağlık sistemini gelecek yeni hastalara karşı koruyabileceklerini konuşuyorlardı. Ana strateji, hiçbir zaman sürü bağışıklığı olmadı. hükûmet sözcüleri, sadece kafa karıştırdı.

Önlemler alınmadıkça virüsün yayılımı da durmadı. Katlanarak arttı. Hastaneler üzerindeki baskı hissedilir hâle geldi. Bakımevleri hazır değildi. Hızla virüsün kırıp geçirdiği yerler olmaya başladılar. En hassas bünyeleri hükûmet koruyamadı. Ve 23 Mart’ta ilk ulusal karantina ilan edildi. İlk vaka tespit edileli 2 ay geçmiş; virüs stadyumlarda, barlarda, okullarda uzunca süre dolaşmıştı. Geç kalınmıştı.

Ülke, maske kullanımında da dünyanın çok gerisinde kaldı. Yazın, birçok Asya ülkesi maskelerde inanılmaz net bir tavır almış ve yayılımın düşmesini sağlamışken bile Britanya’da kimin nerede maske takması gerektiği netleştirilemedi. ‘’Churchill olsa maske takar mıydı’’ gibi anlamsız tartışmalar yaşanırken hükûmet yine net bir pozisyon alamadı. Geç kaldı.

Bu arada Başbakan’ın baş danışmanı Dominic Cummings de yazın hükûmetin koyduğu ulaşım kısıtlamalarını deldiği hâlde ne istifa etti ne de işinden atıldı. Halbuki İskoçya’da bir politikacı ve hükûmetin bir başka danışmanı tam da bu sebeple işlerini bırakmaya zorlanmıştı. Normalde işi gereği arka planda kalması gereken Cummings, basın toplantısı düzenleyip kendini savunmak zorunda kaldı. Hoş, başbakanlıktaki ender istifalardan biri yine Cummings’den geldi. Ama bu defa sebebi, Başbakan’ın sevgilisinin arkasından kabaca konuşurken patrona yakalanmasıydı.

Her ne kadar yayılım sıcak havada azalmış olsa da virüs hiçbir zaman tam anlamıyla bastırılamadı. Ama buna rağmen hükûmet ‘Dışarda Ye, Yardımcı Ol’ adında bir kampanya başlattı ve restoranlarda yemek yiyenlerin hesaplarının yarısını ödemeye başladı. Ağustos’ta da vatandaşlara ‘işlerinize dönün ya da işsiz kalma riskini göze alın’ denildi. hükûmet, ekonomiye yardımcı olmaya çalışırken insanları bir araya gelmeye teşvik etti. New York Times yazarı Zeynep Tüfekçi de bu politikayı salgın sürecinin en ahmakça hamlelerinden biri olarak anlatacaktı. Ne kadar insanın hastalığı kapmasına ya da ölümüne sebep olduğu bilinmese de her ikisine de katkı sunduğundan şüphe yok.

Elbette Ağustos itibariyle ülkede vaka sayıları artmaya başladı. Yazın rahatlayan hastanelerin iş yükü de, doğal olarak, yeniden çoğaldı. Fakat Johnson, Daily Telegraph’a verdiği bir söyleşide ‘ikinci kez karantinaya ihtiyaç duyulmayacağını’ söylüyordu.

21 Eylül’de bu umut sarsıldı. Hükûmetin Bilim Kurulu, salgın henüz tamamen kontrolden çıkmamışken yayılımı kesecek bir kısa süreli karantina ilan edilmesini önerdi. Ancak istedikleri olmadı. Johnson ve hükûmeti, boş umutları takip etti. Ülke, sanki her şey normalmiş gibi yaşamaya devam etti.

İkinci karantina

Fakat Eylül sonu toplanan kurulun belgeleri 12 Ekim’de halka açılınca, işler değişti. Günlük vaka sayıları artık 10 binin üzerine çıkmış, ölümler de artmaya başlamıştı. Johnson ülkenin farklı yerlerinde farklı kuralların uygulanacağı politikasını ilan etti. Fakat bu karmaşık sistemde kimin, nerede, ne yapabileceğini kendisi de şaşırdı.

Hemen 13 Ekim’de de muhalefet lideri Keir Starmer, SAGE dosyalarından gelen bilgileri referans göstererek hükûmeti ikinci kez ulusal karantina ilan etmeye çağırdı. Fakat Johnson, muhalefet liderini ‘korkuyu alevlendirmekle’ suçladı; hiçbir şekilde karantinaya yanaşmadı.

İnadı, 2 hafta sürdü. 31 Ekim’de ülke, SAGE’in bir aydan uzun zaman, muhalefetin de 17 gün önce önerdiği gibi ikinci kez karantinaya girdi. Johnson yine geç kalmıştı. Kasım ayı evlerde geçecekti ama Başbakan -sözde- ‘Noel’i kurtaracaktı’.

Ama işler yolunda gitmedi. Noel için umut veren Başbakan’ın planlarını bozacak bir gelişme, ilk defa Eylül sonunda Kent’te keşfedilen mutasyona uğramış Covid-19 varyantından geldi.

Zira bu ‘mutant virüs’, eskisinden daha da bulaşıcı hale gelmiş ve ülkenin birçok tarafına yayılmıştı. Özellikle Aralık’ta karantinanın kaldırılmasıyla beraber vaka sayıları katlanarak artmaya; bunu hastanelerdeki doluluk ve ölümler izlemeye başladı. Noel, kurtarılamadı. İnsanların ülke içinde tatil için şehir değiştirmeleri ve gruplar halinde buluşmaları yasaklandı.

22 Aralık’ta da Bilim Kurulu, hükûmeti yeniden karantina ilan etmeye çağırdı. Zira salgın kontrolden çıkmış, günlük vaka sayıları rekor üzerine rekor kırar hâle gelmişti. Fakat Başbakan Johnson, yine hızlı hareket etmedi. 4 Ocak Pazartesi günü öğrenciler, Noel tatilinden döndü ve okullarına gittiler. Kış soğuğunda, kapalı ortamda birbirleriyle görüştüler. Ancak bu ‘okula dönüş’ hali anlamsızdı: Zira o akşam Johnson, yeniden ulusal karantina ilan etti.

Salgında öyle bir noktaya gelinmişti ki ülkenin kimi bölgelerinde her 20 kişiden 1’i, bütün Birleşik Karalık’ta ise her 35 kişiden 1’inin aktif Covid vakası olduğu düşünülüyordu. Hâlâ da günlük vaka sayıları on binlerin altını görebilmiş değil. Karantinanın ne zaman sonlanacağına dair ise ortada sadece dedikodular var.

Aşı sınavında üstün performans

Fakat Johnson hükûmeti, salgının ilk yılını devrildiği bu son dönemeçte, bir sınavda üstün performans gösteriyor: Aşı. Zira ülke, dünyada ilk defa Covid’e karşı Pfizer/BioNTech’in ürettiği onaylayıp, kullanıma başladı. Özellikle Oxford/AstraZeneca aşının da onayıyla birlikte, hükûmetin aşı hareketi daha da hızlandı. Şu anda dünyada milyon kişiye düşen aşı sıralamasında üçüncü; batılı ülkelerde zirvedeler. Fransa’nın toplam yaptığı aşı, şu anda bir haftadan kısa sürede Birleşik Krallık’ta yapılıyor. Zira hükûmet, Şubat bitmeden 70 yaşın üzerindeki herkesin, bütün sağlık çalışanlarının ve huzurevi sakinlerinin aşılayabileceğini düşünüyor. Bunun için haftalık 2 milyon kişinin aşı olması gerekiyordu; bu hedef de tutturuldu hatta üzerine dahi çıkıldı. 

Ancak ülkenin çıkış stratejisinin belirmesi, Covid-19 ile geçirdiği bir yıl boyunca yaşananların üzerini örtmüyor elbette. Bu süreç içerisinde efektif ve kritik kararlar almakta hep zorlanmış, geç kalmış bir hükûmet; 100 bin insanını bu salgına kurban vermiş bir toplum var. Her ne kadar Johnson, o 100 bin kişiyi anarken ‘’Elimizden gelen her şeyi yaptık’’ demiş olsa da son bir yılın tarihiyle hesaplaşması çabuk bitecek gibi gözükmüyor. Zira hükûmetin Covid ile mücadelesinin önümüzdeki aylarda bir Meclis soruşturmasına konu olması bekleniyor. Hiçbir şey bitmiş değil. Haftalardır evlerinden çıkamayan Britanyalılara sorun; onlar da söyleyecektir.