Mehmet Altan*
Türkiye, yıllardır ülke demokratikleşsin, gerçek bir hukuk devleti kurulsun diye beklerken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ‘yolsuzluk ve rüşvet’ iddialarının üzerini örtmek için sivil darbe gerçekleştirdi.
Anayasanın emrettiği ‘güçler ayrılığı’ fiilen yok edildi, iktidarın emrindeki silahlı polis güçleri mahkeme emirlerine başkaldırdı, mahkeme kararları uygulanmadı, savcıların soruşturmaları engellendi, yargı ‘yürütmenin’ emrine verildi.
17 Aralık’tan bu yana ülke, anayasanın emirlerini açıkça yok sayan bir darbe hükümeti tarafından yönetiliyor.
Bugün hala ‘rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun’ 2’nci dalgası için mahkemenin verdiği arama ve gözaltı emrini hükümetin sivil darbesi nedeniyle yerine getirmeyen bir polis var. Sadece hükümet değil mahkeme kararlarına direnen polisler de suç işliyor.
Hükümetinin ve polisinin alenen suç işlediği bir ülkede yaşıyoruz şu anda. Bu suçu işlemeyi de kararlılıkla sürdürüyorlar.
Bu ülkede yaşayan insanların dayanabileceği bir anayasa, güvenebileceği yasalar, anayasal çerçeve içinde duran bir hükümet, insanların sığınabileceği bir polis yok artık.
Hatay’da ise iktidarın kendine göre bir ‘memleket yararı’ uydurup açıkça yasalara karşı geldiğini, yabancı güçlere silah taşıdığından kuşkulanılan bir TIR’ı aratmamak için polis, jandarma ve MİT’in yargıya direndiğini, savcıyı tehdit ettiğini görüyoruz.
Yolsuzluk ve rüşvet iddialarını beyhude bir çabayla gömmeye çalışan hükümet bu kez de uluslararası bir hukuksuzluğun üzerini zorla örtmeye kalkışıyor.
Ülkenin nasıl yönetileceğini artık anayasa ve yasalar değil, iktidarın lideri belirliyor. Tek adamın iradesi anayasanın yerini alıyor.
Siyasal iktidar gerçekleştirdiği darbeyi meşrulaştırmak için de yalanlardan medet umuyor.
Hiçbir yalanın, mazeretin, iddianın, anayasayı çiğneyen bir darbeyi meşrulaştıramayacağını anlayamıyor.
Darbeyi arkasına saklayacakları hikâyeler anlatıyorlar, yolsuzluk soruşturmasının başlamasıyla birlikte 17 Aralık’a kadar söz edilmeyen bir ‘çete’ zuhur ediveriyor aniden.
Yolsuzluk ve rüşveti yakalayıp yargılamak isteyenlerin komplocu paralel devlet olduğu anlatılıyor. On bir yıldır iktidarda olan bir hükümetin o ‘çetenin’ devletin içine yerleşmesine niye göz yumduğu sorulmuyor.
Yığınları aldatmak için sadece ‘çete’ hikâyesinin yetmeyeceği endişesiyle daha Mayıs ayında büyük törenlerle ziyaret edilen, ‘stratejik ortak’ sayılan ABD de ‘düşmanlar’ arasına katılıyor, büyükelçisi kapı dışarı edilmekle korkutulmaya çalışılıyor. Amerika’dan sert bir tepki gelince birden bu politikadan vazgeçiliyor.
Bütün bu bağırıp çağırmalarla 14 aylık teknik takibi, kasaları, ayakkabı kutularını, milyonlarca doları, elden istenen yüklü paraları unutmamız isteniyor.
Evinden dört buçuk milyon dolar nakit para çıkan banka müdürü ‘iyi ve saf bir çocuk’ tanımlamasıyla koruma altına alınıyor.
Aynısını hala yargılanmayan 27 Nisan darbesinin sorumlusu Genelkurmay eski başkanı Yaşar Büyükanıt da yapmıştı. Gözlerimizin önünde yaşanan Şemdinli olayını yok saymamızı isteyerek, bombalama ve kurşunlama eylemini yapanların ‘iyi çocuklar’ olduğunu, savcının da ‘komplo’ yaptığını iddia etmişti.
Şimdi aynı numara ve taktikleri siyasal iktidar yapmakta… Darbeler darbelere, darbeciler de darbecilere benziyor.
Kendi yolsuzluk ve rüşvetini yargıyı yok ederek önlemeye, uluslararası suçları zorbalıkla saklamaya soyunduğunda meşru çizgilerin dışına çıkarsın.
Yolsuzluk dosyalarıyla, mahkeme kararını dinlemeyen polisle, şaibeli bir TIR için savcıya göğüs geren silahlı devlet bürokrasisiyle, şaibeli insanlarla kurulan ticari ilişkilerle bir karanlığa yuvarlanmaya koyulursun.
Toplumun güvencesini temsil eden meşruiyet ortadan kalkınca, haliyle koalisyon ortaklığı da gayrı meşru işlere bulaşanlar safında aranmaya başlanır.
Düne kadar darbecileri yargılamaktan, askeri vesayeti kaldırmaktan dem vururken aniden birilerinin ‘milli orduya’ kumpas kurduğundan söz edersin.
Rüşvet ve yolsuzluklarını örtmek için darbecilerden medet umar hale gelirsin. Ergenekon yoktur, Balyoz yoktur, darbe planları yoktur, internet andıçları yoktur, askeri vesayet yoktur.
Ne vardır peki? ‘Milli orduya’ kumpas kuranlar ve tertemiz bir ‘milli ordu’ vardır.
Yıllarca yapılan konuşmalar, verilen demeçler, ‘askeri vesayeti yıkan kahraman’ pozları bir anda unutulur, ‘milli ordunun’ etekleri altına saklanılır.
Her türlü anayasal yapıyı yok edip denetimsiz bir çiftliğin yeni ağası olmak isterken, köhnemiş bir vesayeti hortlatıp ‘milli ordunun’ postalları arasında dolaşmaya mecbur kalırsın.
Sayıştay’ı istemeyeceksin, Kamu İhale Yasası’nı istemeyeceksin, savcı istemeyeceksin, mahkeme istemeyeceksin, denetim istemeyeceksin, anayasayı çiğneyeceksin, yasaları yok sayacaksın, ülkeyi Kenan Evren usulü bir zorbalıkla yönetmeye kalkacaksın. O zaman ‘milli ordunun’ karargâhından başka gideceğin bir yer kalmaz tabii.
AB standartlarında bir rejim kurmak, Cumhuriyet’i demokratikleştirmek yerine Şanghay Beşlisi’nin din istismarcısı yeni adayı olmaya meyletmenin doğal ve karanlık sonu budur.
Girdikleri sokak çıkmaz sokak. Bunu anlamıyorlar.
Mahkeme kararını uygulatmamak için darbe yapan kim olursa olsun er ya da geç ‘darbeci’ olarak yargılanır.
Darbecilerle iş birliği yapmak, Ergenekoncularla kolkola girmek, Balyozculara çiçek atmak filan da bunu engelleyemez.
Anayasada ve yasalarda tarif edilen suçu işledin mi, işlemedin mi?
İşlediysen yargılanacaksın.
İster ‘laik’, ister ‘dindar’ görünümlü olsun her türlü darbeci sonunda yargılanır.
Ne Türkiye ne de dünya ‘suçlu bir devleti’, birilerinin koca devleti alıp suç denizlerinde dolaştırmasının ağır faturasını taşıyamaz çünkü bu çağda.
* www.gazete360.com sitesinden alınmıştır