Ekonomi

Cari açık ve Türkiye ekonomisinin kaynak yaratma paradoksu

Ekonomik gündemde büyüme için iç talep vurgusu yapılması dış talebin ekonomik büyümeye kaynaklık edemeyeceği anlamına gelmemelidir

26 Ekim 2013 00:07

Öner Günçavdı
Prof. Dr., İTÜ İşletme Mühendisliği Bölümü

Bazı iktisatçılar Türkiye’nin son yıllarda düşen büyüme performansını iç talep yetersizliğine bağlayarak, talep üstündeki kısıtların kaldırılmasıyla büyümenin tekrar eski parlak düzeylerine kavuşabileceğini düşünmektedirler. Bu günlerde dünya ekonomisindeki dalgalanmaların ve belirsizliklerin oluşturduğu finansman sıkıntıları iç talep genişlemesini sınırlayan önemli bir faktörken, bu kısıtın etkilerinin çok kısa dönemde ortadan kalkmayacağı da, son günlerdeki gelişmelerden anlaşılmaktadır.  Ancak, günümüz ekonomik gündeminde büyümenin yegane kaynağının iç talep olduğuna bu şekilde vurgu yapmak, dış talebin ekonomik büyümeye yeterince kaynaklık edemeyeceği anlamına gelmemelidir.

IMF Türkiye temsilcisi Mark Lewis’in Türkiye ekonomisi ve büyüme performansı üzerine son günlerde yaptığı değerlendirme bu hususta çok çarpıcı birtakım gerçekleri ortaya koymaktadır. Lewis’e göre, 2013 yılının birinci yarısında kamu destekli iç talep genişlemesiyle elde edilen büyümenin, 2014 yılında ancak dış talepte gerçekleşecek artışlarla sağlanabileceği anlaşılmaktadır. Diğer bir deyişle Lewis, 2014 yılı sonrasında büyümenin kaynağını iç talepten ziyade, dış talebin oluşturacağını söylemektedir.

Aslında bu beklenti çok sıra dışı bir beklenti değil.  Zira uluslararası piyasalarda eskisi kadar elverişli mali koşulların olmayacağı artık tüm kesimler tarafından kabul edilen bir gerçek ve Lewis’in açıklamaları da üstü kapalı olarak bu gerçeğe işaret etmektedir. Dahası uluslararası piyasalardan mali kaynak elde etme ve ister istemez iç talebi destekleyecek bir kredi genişlemesini yaşanma ihtimalini 2014 yılın için düşük gören Lewis, hükümetin öngördüğü büyüme oranlarını tutturmanın tek yolunun, ortaya çıkacak iç talep eksikliğini dış talep ile telafi etmek olduğunu düşünmektedir.

Ekonomik büyümenin kaynağı ister , isterse dış talep olsun, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının giderilmemesi halinde, yanlış kaynak-kullanım tercihlerinin cari dengesi üzerine yapacağı olumsuz etki ve neticesinde oluşacak olan cari açıklar, gelecekte de ekonomi için önemli risk kaynağı olacaktır. Mark Lewis’in değerlendirmelerinden, büyümeye kaynaklık edecek talebin dış talep olduğu durumda bile, Türkiye ekonomisinin cari açık vermek zorunda kalacağı anlaşılmaktadır.

Bu noktaya kadar yapılan değerlendirmelerine katılmakla birlikte, cari açıkları büyük ölçüde arizi faktörlerle açıklamaya gayret eden Lewis’in, Türkiye ekonomisindeki birtakım yapısal kısıtların bu açıkları belirlemedeki rolünü gözardı ettiğini düşünmekteyim. Böyle bir değerlendirme neticesinde ister istemez, ilerleyen yıllarda oluşacak cari açıları bir risk unsuru değil de, IMF temsilcisinin de yaptığı gibi nahoş bir “sıkıntı” olarak görmek çok da şaşırtıcı olmayacaktır.  Özellikle iç talebi dış taleple ikame etme gayretleri, Türkiye ekonomisinin mevcut üretim ilişkileri ve yapısı altında, halihazırdaki cari açık sorunlarının daha da büyümesine ve beraberinde ülkenin  finansman sorunlarıyla ilişkili ciddi risklerin oluşmasına neden olabilir. Bununla birlikte, Merkez Bankasının son yıllarda izlemekte olduğu politikalar da düşünüldüğünde, cari açıkları basit bir sıkıntıdan ziyade, gelecekte karşı karşıya kalabileceğimiz ciddi bir risk kaynağı olarak görmek gerekir.

 

Büyümenin kaynağı olarak neden dış talep?

 

Türkiye ekonomisinin güncel sorunlarını anlayabilmek için cevap aranması gereken temel soru, 11 yıldır iktidarda bulunan bir partinin bugüne kadar aklına bile getirmediği böyle bir soruyu neden bugünlerde gündeme getirdiğidir.  Bu sorunun cevabının, dünya ekonomisinin bugünlerde içinde bulunduğu durum ile ilgili olduğunu düşünmek gerekmektedir. Yaklaşık on yıldır uluslararası mali piyasalarda hüküm süren elverişli koşullar bu günlerde tersine dönmüş; yüksek büyüme oranlarına ulaşabilmek için gerekli mali kaynaklar eskisine oranla daha zor ve daha pahalıya elde edilebilir bir hale gelmiştir. Bu koşullarda yüksek büyüme oranlarının neticesinde ortaya çıkan cari açıkların finansmanı da doğaldır ki güçleşmiştir.

Bu gelişmeleri gözlemleyen ekonomi yönetimi, beklendiği üzere Türkiye’nin toplam kaynak kullanım miktarını azaltmak suretiyle dış kaynağa olan ihtiyacı düşük tutmayı amaçlamıştır.  Bunun için, alışılagelmişin dışında birtakım politikalarla, kredi genişlemesi kontrol edilmeye ve bu şekilde iç talep düşürülmeye çalışılmaktadır. Tüm bunların büyüme oranında düşüşlere neden olmaması ve hükümetin Orta Vadeli Programında (OVP) öngördüğü oranların tuturulabilmesi için, iç talepteki azalmaların daha fazla ihracat yoluyla oluşacak dış talep artışıyla ikame edilmesi hedeflenmektedir. Elbette, dış talepteki canlanmanın yaratacağı etkiye bağlı olarak, cari açıkların azalması ve/veya beraberinde ekonominin dış kaynak ihtiyacının azalması beklenebilir.

 

Mali sıkılaştırma altında yeni kaynak yaratma ve iç talebin ikamesi

 

Türkiye ekonomisinin dış dünyadan mali kaynak bulmakta zorlandığı günümüzde Merkez Bankası, dünya ekonomisindeki gelişmelerden farklı olarak, faizleri artırmadan kredi hacmini daraltmayı düşünmektedir.  Bunun için kredi piyasasının işleyişine yönelik birtakım arz ve/veya talep yönlü düzenlemeler yapılmaktadır.

En son Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın belirttiği bir örnekte olduğu gibi, getirilecek kredi kartlarının kullanımına ilişkin kısıtlamalarla piyasa üzerinde talep yönlü bir etki yaratıp, kredi kullanımının ve beraberinde ekonomisinin dış kaynak ihtiyacının düşürülmesi amaçlanmıştır.  Bununla birlikte, ülkenin kendi üretim imkanlarıyla daha fazla ihracat yapıp, daha fazla döviz geliri elde ederek, dış dünyadan borçlanmadan kaynak elde edebilmenin imkanları yaratılmaktadır.  Bu sebeple iç talebin dış talep ile ikame edilebilmesi ekonomimiz bugünlerde daha da önem kazanırken, bu yönde etki yaratacak doğru politika uygulamalarını tesbit etmek önem kazanmaktadır. Genellikle böyle durumlarda ilk akla gelen politikalardan olan rekabetci kur politikasının ihracatımız ve beraberinde ekonominin kaynak ihtiyacı üzerine etkilerinin irdelenmesi bu noktada önem kazanmaktadır.

Her şey bir yana, Merkez Bankasının bugünlerde yaptığı gibi, politika faizlerini sabit tutmak suretiyle uygulanacak bir mali sıkılaştırmanın, kurlar üzerine yapacağı etkinin bu aşamada göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Özellikle dünya piyasalarında belirsizliklerin arttığı, uluslararası mali kaynak bulmanın güçleştiği bir dönemde, bu tarz faiz politikasının kurlar üzerinde yaratacağı baskılar pek de sürpriz olmayacaktır. Türkiye ekonomisi açısından bu tarz bir baskının, TL’nin değer kaybetmesine yol açması kuvvetle muhtemeldir.  Ancak fiyat istikrarını kendine amaç olarak belirlemiş bir merkez bankasının, bu noktada kur artışlarını engelleyici bir müdahalede bulunması beklenebilir.

Dış dünyadaki gelişmelerin kısa dönemli ve geçici birtakım şokların neticesinde ortaya çıkması halinde, merkez bankasının kendi mali imkanlarıyla yapacağı böyle müdahalelerin ekonomide istikrar sağlamak açısından bir anlamı olacaktır. Ancak dış alemde değişmeler kalıcı ve mevcut piyasa pratiklerinin değişmesine neden olacak tarzda şoklara işaret ediyorsa, merkez bankasının doğrudan müdahalelerinin ekonomide kalıcı bir istikrar sağlaması beklenmemelidir. Böyle bir durumda, merkez bankasının kaçınılmaz olarak TL’nin bir miktar değer kaybetmesine izin vermesine yol açabilir.  Fakat bu noktada önemli olan, TL’de meydan gelecek değer kaybının miktarının ne olacağını belirlemektir.  Zira TL’nin yüksek oranda değer kaybetmesi ekonomik istikrarla birlikte, hedeflenen enflasyon üzerinde olumsuz etkiye neden olacaktır.

Öte yandan, bu değer kayıplarının yerel üretimin uluslararası piyasalarda rekabet gücünü ve bu şekilde ihracat talebini arttırması beklenebilir.  IMF’nin Türkiye temsilcisi Mark Lewis’in değerlendirmelerinden, iç talebin kısılması amacıyla uygulanacak mali sıkılaştırmanın TL’de neden olacağı değer kaybı neticesinde dış talep artışının gerçekleşeceğini düşündüğü anlaşılmaktadır.

 

IMF yetkilisinin gözardı ettiği yapısal kısıtlarımız oluşturduğu riskler

 

2013 sonrası için düşünülen  dış talep çekişli büyüme, Türkiye ekonomisinde yeni bir olgu değildir.  1980 sonrasında yaşanan büyüme dönemi buna güzel bir örnektir. Ancak böyle bir büyüme politikası, Türkiye ekonomisinin bu günkü üretim yapısı nedeniyle birtakım ciddi riskleri de beraberinde getirmektedir.

Bu riskleri doğuran yapısal özelliklerin başında, Türkiye’deki ihracat sektörünün kur ayarlamalarına sadece talep yönlü değil, aynı zamanda arz yönlü de tepki gösterebilmesi gelmektedir.  Genellikle uygulamada yapılan değerlendirmelerde, kurların  sadece ihracat talebi üzerine yapacağı etki dikkate alınmaktadır.  Buna göre, kurlardaki artışların bir yandan ihraç ürünlerinin talebini arttırırken, diğer yandan ithalat harcamalarını azaltması beklenmektedir.

Bu değerlendirme bir yönüyle doğru olmakla birlikte, diğer yönüyle ihraç ürünleri arzının kurlardaki artıştan nasıl etkileneceğini gözardı etmektedir.  Hatta Mark Lewis’in belirttiği dış talebin iç talebi ikame edebilmesi hususu, ihracat piyasasının arz yönününe yönelik bir değerlendirmedir. Üretici kesimlerin iç talebe yönelik yurtiçine arz edebileceği malların, aksine dış talebi karşılayabilmek için dış pazarlara arz edilmesi bahsi geçen ikame durumunu karşılık gelmektedir. Zira bu ikamenin gerçekleşebilmesi, iç talebi karşılamak için üretilen malların aynı zamanda dış talebi de karşılayabilecek nitelikte olmasını gerektirmektedir.  Böyle bir durum, yerel üretimin Türkiye ekonomisine benzer talep yapılarına sahip ülkelerden talep görmesi anlamına gelir ki, bu da Lewis’in ifade ettiği aynı tarz üretime yönelik iki farklı talebin ikame edilebilirliği olarak düşünülebilir.

Türkiye ekonomisinin üretim ve ihracat arz yapısı göz önüne alındığında, bahsi geçen ikame edilebilirlik özelliğinin aynı zamanda önemi bir riske kaynaklık edebileceği düşünülebilir.  Zira TL’nin belli bir oranda değer kaybetmesi pazarın nisbi fiyatları üzerine etki ederek, iç pazarda arz yönlü daralmalara neden olabilir. Türkiye’deki üretimin aşırı derecede ithal girdiye bağımlı olması ve kur artışlarının ardından ithal girdi maliyetlerinin artması, beraberinde üretici kesimlerin karlılıklarının düşmesine yol açacaktır. Üretici kesimlerin, yurtiçi piyasalardaki fiyatlar sabit kaldığı sürece, karlılıklarını en azından eski düzeyinde tutabilmek için daha çok gelir elde edebilecekleri ihracat piyasalarına yönelmeleri kaçınılmazdır. Dahası yerel üretimin ithalata bağımlılık derecesi, üreticilerin ne oranda yurtiçi piyasa yerine dış pazarlara yöneleceğini belirleyecektir.

Hem talep artışını karşılamak, hem de yükselen ithalat maliyetlerinin oluştuduğu zararları telafi etmek için ihracata yönelik toplam arzda beklenenden daha çok artışlar gerçekleşecektir. Bu durumun bir risk kaynağı olarak görülebilmesi, daha çok ihracata yönelik üretimimizin ithal girdi bağımlılık derecesinin yüksekliğinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir üretim yapısına sahip olan Türkiye ekonomisinde ihracatı teşvik edici bir kur ayarlamasının, ihracatı arttırırken, paradoksal bir biçimde ithalat harcamalarını da arttırıbilir. Bu, beklenenin aksine cari açıkların azalmasına değil, artmasına yol açacaktır.

 

Ekonominin makus kaderi

 

10 yılı aşkın süredir uygulanan büyüme modeli yüksek oranda cari açık verebilme imkanları ile sürdürülebilmiş ve ekonomiyi dış kaynağa bağımlı hale getirmiştir. Dahası  bu büyüme modeli ülkenin dış dünyadan, üreterek ve ihraç ederek kaynak elde edebilme kabiliyetinin gelişmesine önemli bir katkı yapmamıştır. Dış finansman kolaylığı ve cari açığın bu sayede sürdürülebilmiş olması, büyümenin bu yönünü bugüne kadar tartışma konusu yapılmasını engellemiştir.  Bugünlerde karşı karşıya kaldığımız finansman kısıtları, artık AKP iktidarında tercih edilen bu büyüme modelinin eskiden olduğu kadar rahat uygulanamayacağına işaret etmektedir.  Ancak 10 yıl boyunca ekonominin üretim yapısında kendi özkaynaklarıyla dış kaynak yaratabilme kabiliyetine kayda değer bir katkı yapmayan böyle bir büyüme modeliyle eskiden olduğu gibi, yüksek büyüme oranlarına ulaşabilmek gelecekte çok mümkün görünmemektedir.  Gelecekte artık daha az dış kaynak kullanımına ihtiyaç duyacak, kendi özkaynaklarına daha çok ağırlık verecek bir büyüme modeline geçilmesi gerekmektedir.

Ancak ekonominin mevcut yapısının buna çok elverişli olmaması, yapısal birtakım reformları yapmadan uygulanacak bu nitelikte bir büyüme modelinin önümüzdeki yıllarda ekonomiyi daha ciddi cari açıklara maruz bırakabileceği anlaşılmaktadır.  Dahası dış finansman imkanlarındaki daralmayla birlikte ortaya çıkabilecek bu cari açıklar, ülkenin ya büyüme oranını düşürmeye ya da enflasyondea artışlara yol açabilir.  Her iki durumda da, cari açıkların Türkiye ekonomisini karşı karşıya bırakabileceği riskler geçmişe, göre çok daha yüksek olacaktır.  İşte, Türkiye ekonomisinin işaret etmeye çalıştığımız “kaynak paradoksu” budur.

[email protected] 
http://onerguncavdi.net
@onerguncavdi