31 Aralık 2017 08:55
Türkiye denizlerinden çıkartılan balık boyutlarının her geçen yıl küçülmesinin ardından uzmanlar, balıkçılar ve restoranlar karşılaşılan sorunun kaynağına ilişkin açıklamada bulundu. Fikir Sahibi Damaklar’ın kurucusu, aşçı ve ekoloji aktivisti Defne Koryürek Türkiye'deki balıkçılık sorunun çözülebilmesi için "Yurtdışındaki gibi en az beş yıl balık nadası şart" olduğunu belirtti. 35 yıllık balıkçı Murat Soydoner ise soruna bir Kızılderili sözüyle açıklık getirerek "Son balık öldüğü zaman paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacağız" diye yanıtladı.
Hürriyet'ten Cansu Şimşek'in izlenim haberi aynen şöyle:
Sabah 04.00... Beylikdüzü Gürpınar hali... Mezat için İstanbul’un her yerinden buraya gelmiş restoran araçları, teknelerden indirilen balıklar sürekli bir hareketlilik yaratıyor. Halin gündeminde hamsi var. Ama balıklar günlük değil! Sezonun başında yakalanan balıklar buzların içinde şoklama yöntemiyle saklanmış. Balıkçılar, kışın geç geleceğini ve buna bağlı olarak balıkların Gürcistan’a doğru yöneleceklerini tahmin ettikleri için bu yönteme başvurduklarını anlatıyorlar. Balık çıktığında denizde ne var ne yok toplamaya yönelik avcılığın denizin eko-sistemine ya da balıkların dağılım dengesine zarar vermediğini düşünüyorlar.
Halde, çinekoplarla sarıkanatlar beraber kasalanmış. Çünkü sarıkanat olacak kadar büyümüş balık bulmak zor.
Balıkhanenin neredeyse yarısı boş. Sebebini sorunca cevap hep aynı: “Balık mı var be abla!” Balıkçılardan sadece biri ise bu durumu kaçak satışla ilişkilendiriyor. Balıkçıların ciddi bir kısmının daha hale gelmeden Sarıyer civarından büyük restoranlara görece daha iyi durumdaki balıkları verdiğini, böylece ciddi bir denetimden kaçıp faturasız işlem yaptıklarını söylüyor.
Avdan dönen balıkçılar da konuşmaya isteksiz. Halde bekleyenler kaçak avlanan ya da mürettebatın evraklarının eksik olduğu teknelerden bahsediyor.
Haldeki kaos hâli aslında Türkiye’nin balıkçılık sorununu anlatmaya yetiyor; kaçak satış, denetimsizlik ve küçük balıklardan büyük rantlar kazanma hırsı.
Sağlıksız beslenme biçimi ‘fast food’a tepki olarak doğan ve dünyaya yayılan ‘Slow Food’ hareketinin Türkiye ayağı Fikir Sahibi Damaklar’ın kurucusu, aşçı ve ekoloji aktivisti Defne Koryürek’le balıkçıları geziyoruz. Hemen her balıkçı Koryürek’i görünce mutlu fakat mahcup bir ifade takınıyor. Tezgâhtaki kimi balıkların yeteri kadar büyük olmadığının ya da en iyi ihtimalle ebatlarının sınırda gezdiğinin onlar da farkında.
“İnsanlar balık bittiğinde ancak bu sorunun büyüklüğü konusunda ikna olacak” diyen Koryürek’e 10 liraya kadar gerileyen hamsi fiyatı hakkındaki düşüncesini soruyorum, yanıtı şöyle: “Herkes pahalı olduğunu iddia ediyor ama balığın ucuz hali bu çünkü tezgâh sahibi balıkçının da bir şekilde evine ekmek götürmesi gerekiyor. Hakkı verilecek olsa bir karış bile olmayan sarıkanatlar tezgâha çıkmaz. Fakat balıkçının suçu yok. Bir kere yakalanıp o denizden zaten çıkıyor. ‘Ben satmıyorum’ deme lüksü yok. Fakat tezgâhlara bakınca gördüğüm balığın üreme şansı bulamadığı. Lüfer 20-22 santimken normal karşılamaya başladık. Hâlbuki 30-35 santim normal olmalı.”
Koryürek çevresel faktörlerin de çok etkili olduğunu düşünüyor: “Hamsi kaçtı. Neden kaçtı? Çünkü denizler artık soğuk değil. Neden değil? Ruslar Dinyeper’e baraj yapmış soğuk su inmiyor; biz her yeri HES’lerle kaplamışız; Tuna’dan gelen atıklar yetmemiş tüm Marmara’nın sanayisinden gelen atıklar da Karadeniz’e yönlendirilmiş. Balığın bir suçu yok, bu şekilde yaşayamaz.”
Ya restoranlar: İşin bir ucunda da restoranlar var. Çoğu ünlü restoran, balıkçılarla anlaşıp iyi balığı hale girmeden almak ve kaçak avcılığa davetiye çıkarmakla itham ediliyor. İstanbul’un en ünlü balık restoranlarından birinin şef garsonu da değişen düzeni bir yemekle anlatıyor: “Hamsikuşu dediğimiz, belkemiği ve kılçıkları çıkarılmış hamsi mönünün her zaman en sevilenidir. Elinizi kirletmenize gerek kalmaz, çocuklar ya da kılçık ayıklamak istemeyenler için birebirdir. Fakat son aylarda bunu mönümüzden çıkardık. Çünkü hamsiler o kadar küçük ki, orta kılçıkları çıkarmaya kalkarsak balık elimizde kalıyor.”
Rakamlar da Türkiye’nin yıldan yıla balık kıtlığıyla burun buruna olduğunu kanıtlıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre birçok balık türü 15 yılda yarı yarıya azalmış durumda. Prof. Meriç Albay’a göre bu biraz da tercih meselesi. Kısa süre önce Norveç’te katıldığı konferanstaki bir anektodu anlatıyor: “Norveç dünyanın önde gelen petrol üreticilerinden biri. Su ürünleriyle ilgili yaptıkları açıklamada bir varil petrolle bir varil somonu yan yana koydular. Somonun daha pahalı ve kıymetli olduğunu anlattılar. ‘Geleceğimiz balıktadır’ dediler. Ülkemizin üç tarafı denizlerle kaplı olduğu halde balıkçılıkta ileriye gidemiyoruz. Denizin alginden bakterisine, balığın omurgasına kadar keşfedilmesi ve öğrenmemiz gereken koca bir dünya var. ‘Satamadığın balığı dök’ gibi eskiden beri var olan yanlışlarla yola devam edemeyiz. Denizler çöle döndü.”
Prof. Meriç Albay’a göre kötü avlanmanın karşısında durabilmek ancak doğru denetimle mümkün: “Balıkçılıkta denetim yetkileri Sahil Güvenlik Komutanlığı, iç sularda ek olarak jandarma ve tarım il müdürlüklerinde. Fakat hiçbiri yeterli değil. Eleman ve donanım bakımından sorunlar var. Türkiye’de 15 tane su ürünleri ve su bilimleri fakültesi bulunuyor. Buradan mezun binlerce su ürünü ve su bilimi mühendisleri var. Fakat istihdam edilmedikleri için denizlerde, hallerde ve balıkçılarda yaşananların tamamen dışındalar.” Prof. Albay, su mühendisliği konusunda uzmanlaşan ekipler, bilimsel programlarla sisteme dâhil edilirse, denizlerimiz 3 ile 5 senede toparlanabileceğini de söylüyor.
“İstanbul’un ilk sikkelerinde palamut ve orkinos siluetleri var. Çünkü balık bereket demek” diyen Defne Koryürek, devletin balıkçılık politikalarına acilen dahil olması gerektiğini bir örnekle anlatıyor: “Birkaç yıl önce Bodrum ve Kos arasındaki süngerler hastalandı ve süngercilik neredeyse bitti. Yunanistan hemen süngercilere başka istihdam alanları yarattı ve onları turizme kaydırdı. Biz hâlâ hastalıklı süngerleri çıkarmak için uğraştık. Avcı avlanmak, balıkçı malını satmak zorunda. Kilit nokta o balık o ağa yakalanmadan müdahale etmekte. Bu da devletin bir balık politikası yaratmasından geçiyor.”,
Koryürek, balıkların doğal kaynak olmadığını vurguluyor: “Eğer devlet tarafından böyle görülüyorsa bile doğal kaynağın yağmalanması söz konusu. Denizler yorgun ve bir süre nadasa bırakılmalı. 2009’da ilk kez balık sorununu seslendirdiğimizde 2 yıllık bir nadastan bahsediyorduk. Şimdi en az 5 yıl denizlerin dinlendirilmesine ihtiyaç var. Bu başlangıç için bir adım olacaktır. Fakat aynı zamanda küçük balıkçıların o sırada ne yapacağı sorusunu da doğuruyor. İşte burada bir devlet politikasına ihtiyacımız var.”
Bu sistem özellikle Yunanistan ve İspanya gibi AB ülkelerinde daha önce uygulanmış. İspanya’nın AB üyesi olduğu 1986’dan bu yana ülkedeki gemi sayısı 21 binden 11 bine düştü. Bu da yüzde 47’ye tekabül ediyor. Balıkçılıkla ilgili istihdam da yüzde 50 oranında azaldı. Ancak bu aşamada balıkçılar için önemli sübvansiyonlar yaratıldı. Sürdürülebilir balıkçılık için av kısıtlamaları getirilirken balık çeşidi ve deniz ürünlerinde önemli artışlar başarıldı.
Koryürek’e elinde bir sihirli değnek olsa neler yapacağını soruyorum: “Marmara ve Çanakkale boğazlarını milli park olarak ilan eder ve avlanmayı tamamen yasaklardım. Küçük balıkçılar kızıyor buna ama bu iki bölge ekolojik koridordur. Buralar aynı zamanda balığın var olmaya başladığı doğum kanalları. Bu ikisini korursak zincir gibi bir düzelme yaşanacaktır. Ayrıca Marmara’ya 20 metre üzerinde kayık çıkmasına izin vermezdim. Işıkla avlanma gibi yöntemler her nerede yapılırsa yapılsın hıyanettir.”
İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Meriç Albay, hale girmeden satılan balıklara göz yumulduğunu söylüyor. Bunun etkisi ise boş bir halden daha fazlası:
“Balıkla ilgili istatistiki bir boşluğumuz var. Sadece yakalanarak balıkhaneye giren balık sayısı belli. Fakat hale girmeden restoranların aldığı balıklar, aşırı avlanmayla dondurulan ve birkaç ay sonra piyasaya çıkan balıklar var. Tüm bunlar denizlerin kaderini nasıl etkiliyor, ne kadar balık stokumuz kaldı bilmiyoruz. Marmara, Akdeniz, Karadeniz, Ege Denizi... Hepsi çok kötü durumda.
Suları zaten kirlettik, stokları ise zorluyoruz. Son birkaç yıldır çıkan bir başka felaket, ışıkla avcılık da Marmara’ya kadar geldi. Düşünsenize yüzlerce watt ışığı, balıkları bir araya çekmek için suya veriyorsunuz. Balıklar toplanıyor. Sonrasında yapılan düpedüz katliam.”
Prof. Albay, avcılık konusundaki denetimsizliğin büyük bir dert olduğunu anlatıyor: “Bugün elini kolunu sallayan denizlerimizde avlanabiliyor. Kullanmaması gereken ağ ölçüleri, türleri kullanıyor ve tutmaması gereken küçüklükte balıklar tutuluyor. Biz de acaba seneye balık olacak mı diye elimiz kolumuz bağlı bekliyoruz. Balıkçılarımızın ekipmanları gayet modern fakat ‘tutabildiğin kadar tut’ prensibiyle hareket ediyorlar. Kötü avlanıyoruz, bunu kabul etmememiz gerekiyor. Bizim balıkçılarımız sadece günü kurtarıyor. Bilimsel avlanma kavramını öğrenmemiz gerekiyor. Bu yüzden ekipmanların kullanımı sınırlandırılmalı, kurallandırılmalı.”
Ömrünü denizlere adamış iki balıkçı, Erol Domaç ve Mesut Soydaner de Türkiye’deki balıkçılık sisteminden rahatsız. Balıkçılığın sanayileştiğini ve mesleğin ruhunu kaybettiğini söyleyen iki meslektaş özellikle trol ve gırgırcıların kapasitelerinin azaltılması gerektiği görüşünde.
Üsküdar Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı, 9 yaşından beri balıkçılık yapan Erol Domaç’a göre 25 metre ve üstü hiçbir tekne özellikle Marmara’ya çıkmamalı, düşük ölçekli radarlar kullanılmalı:
“Başta Karadeniz’de küçük boyutlu balıklar avlanıyor ve denetleyen hiç kimse yok. Ufak balıkların trol ve gırgırlarda ağ gözlerinden çıkma şansı olması gerekiyor, ağ buna göre örülmeli.
Bu sistemsizlikle şu an balık katliamı yapılıyor. Balıkçılarda da bilinç yok. Yeşil ruhsatlı tekne kimde varsa ciddi eğitimlere tabii tutulmalı. İki saatlik eğitimlerle olacak iş değil, aylarca sürecek sorunun ne olduğunu kafalara kazıyacak bir eğitim olmalı.”
35 yıllık balıkçı Mesut Soydaner, doğma büyüme Üsküdarlı. Meseleye bir Kızılderili gibi yaklaşıyor:
“Ne bulursak avlıyoruz. Kimse gelecek nesli düşünmüyor. Tutan, satan, yiyen hepimiz suçluyuz. Gittiğim bir toplantıda şu an denetimin yüzde 35 olduğu ve 60-70’e çıkması gerektiğini konuştuk. Balıkçı nefsini terbiye edecek. Ben her şartta lüfer tutar yerim ama sen de yiyebiliyor musun? Cevap hayırsa balıkçılık bitmiştir.
18’inci yüzyılda tabiata aşık bir Kızılderili reisin dediği gibi ‘balık bittiği zaman altınlar geçmeyecek’, son balık öldüğü zaman paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacağız.”
© Tüm hakları saklıdır.