25 Kasım 2020 19:57
*Bağış Erten
...
Derler ki bazı memleketlerde efsaneler genç ölür. Hele de Amerika'nın Güneyinde. Ama biz ölümle başlamayalım yine de; ne de olsa uğursuzluktur. Zaten konumuz da ölüm-kalımla ifade edilemeyecek kadar önemlidir.
Efendim, biliyoruz ki, 1960 yılının Ekim ayının 30'u, dünyanın her yerinde aynı coşkuyla karşılanmamıştır. Hatta sanılanın aksine Maradona ailesi de bugünü pek tutmamıştır. Bilmem kaçıncı çocuğu doğdu diye sevinecek bir müreffehlik durumu yoktur ortada, zaten adı da Ahmet, Mehmet (belki de İmdat, Yeter) cinsinden konup savuşturulmuştur: Diego.
Zaten doğduğu yerlerde el yordamıyla büyümek modadır, mürebbiyelerle değil. Görenler görmeyenlere anlatsın, Buenos Aires'in varoşları bizimkileri aratır haldedir. Diego'nun mahallesi Villa Fiorito'nun da eti nedir ki budu ne olsun. Ama bir oyun vardır ki yoksul-fakir ayırmaz. Hatta tam tersine pozitif ayrımcı yanı bile vardır. Karnı tok top oynamak dalağı şişirir! Diego da midesinde fazlalıkla top peşinde koşmamış, zaten o yaşlarda midesi hiçbir zaman doğru dürüst dolmamıştır. Yine de bahsi geçen oyun onu maddi-manevi doyuma ulaştırmak için çok çabalamaktadır. Lakin, Diego bu süreçte çok yıpranmış, acı, kan, keder, yoksulluk ve gözyaşının enflasyona yenik düştüğü bir kuytuda, bir başak zarafetinde büyümesi için çok toprak yutmuş, çok ağlamıştır. Zaten o ağlamayı hep sevmiştir...
Efendim, biz masalımıza devam edelim ve gözlerden süzülen yaşların yürek bağlantısına bir by-pass yapıp, tarihe dalalım ve Diego'nun ilk takımına gelelim: Sanılanın aksine o ilk defa Argentinos Juniors'da değil, Los Cebellitos'ta oynamıştır. Küçük Soğanlar (alın bir ağlama nedeni daha) diye dilimize kazandırılabilecek olan bu takımın yaratıcısı, kaptanı ve her şeyi aynı kişidir: Diego. Bundan sonra oynadığı bütün takımlarda bu etkilerin izi görülür...
Masalın bu bölümleri Cindirella'ya beş basar. “El pibe de oro” derler ona: Altın Çocuk. Güneşin Oğlu Esteban'ı hatırlatır. Hani güverteye her çıktığında halkının üzerine güneş doğurtan... Arjantinos Juniors (ki Misak-ı Milli'de isminde gençler geçen takımlarla en ufak bir ilgisi olmaz, gereksiz El-Turco hissiyatını mahal yoktur) takımında forma bulmaya başladığında takvimler 1975'i, nüfus kağıdı ise sadece 15'i göstermektedir. Hatta Mavi-Beyaz çizgili, efsane Arjantin milli forması dahi tünelin ucunda ona göz kırpmaktadır - lakin söz konusu yıllarda bu tünelin karanlığı binlerce Arjantinliye mezar olmaya soyunmaktadır. Ama tevellüt itibariyle Diego'da bu tip bir “kendinde bilinç” henüz oluşmamıştır. Böylesi bir terfi için daha zaman vardır, hayatın ona sille atmak ne kelime, tekme tokat girmesi gerekmektedir.
Lafı kalabalık tutmakta sıkıcılık tehlikesi var derler, biz sadede doğru ilerleyelim. Zaten Diego'nun hayatında sadetle saadet arasında hep illiyet bağı vardır. Daha 16'dayken, muhtemelen saçının lüleleri yeni palazlanır, bıyığına ter yeni yeni yürürken kendini mahallenin en imtiyazlı abilerinin yanında bulur: Artık milli olmuştur. Marifet iltifata pek çabuk tabi olmuş, toz-toprak yuttuğu dönemler ışık hızında geçmişte kalmıştır. Hakkını yemeyelim, çok çalışmıştır. Gerçi Latin ya da Akdenizli hangi çocuk futbolcu olmak için çırpınmıyordur ki? Ama ona bahşedilen şey insanın eylemli varoluşuyla kazanılacak bir şey değildir. O efsunludur, o yetenek distribütörünün imtiyazlısıdır, o Yaradan'dan yaratandır.
Mübalağa sanatı peşinde koştuğumuz sanılmasın, masaldır konumuz; abartma kaldırır. Üstelik ne abartılar görülmüştür, zaten olmayan. Ama gerçeğe yakını bu kadar zor görülmüştür.
Velhasıl, Diego büyümektedir ama bunu fiziken ve hissiyaten söylemek pek zordur. Seçmelerde 'azıcık boydan kısa' muamelesi görmesini engelleyen muhteşem bir yeteneğe sahipse de, maneviyatı herkeste şüphe uyandırmaktadır. 16 yaşında milli olmuş bir Villo Fioritolu'dan da fazlası beklenmemelidir; ama yaşamı boyunca beklenti sağanağına tutulmuş bir insandır o.
'78'li yıllar, Arjantin'de Plaza de Maya ve o meydanda oturan annelerin yıllarıdır. Göz göre göre, iç eze eze ülkenin pırıl pırıl insanları, omuzları yıldızlıların emriyle yok olmaktadır. Üstelik nüfusun böyle 'planlandığı' memleketlere özgü bir şekilde, yenilen bu haltı kozmetik sanayiiyle kapatmaktan başka çare yoktur. Hatta, bu göz boyama spreyleri yeşil sahalara da göz dikmeye başlamış, futbolun kötü emellere alet olmasının doruğu yaşanmaktadır. '78 Arjantin, sahadaki şaibesi, ruhlardaki tahribatı ile pas geçilmesi gereken bir şampiyonadır ve Tanrı, bir kez daha El Diego'yu bu kepazeliğe bulaşmaktan korumuştur. Diego Dünya Kupası kadrosuna seçilememiştir. Lakin Dünya şampiyonu kadroda yer almamak bizim kıvırcık oğlana pek koymuş, hırs-gaz oranında onu aşırı dozdan gider hale getirmiştir. 'En büyük hayalim Dünya Kupası'nda oynamak ve o kupayı kaldırmak' diyen bu Veled-i Argentina'nın tüm hayallerine 18 yaşında ulaşması bu hikâyeye de haksızlık olmaz mı zaten?..
Yine de o basamakları birer birer çıkanlardan değildir. Memlekette daha kupanın ateşi sönmeden Diego'nun haberi gelir: Arjantin genç milli takımı dünya şampiyonu! Bir dolu harika pusuya yatmış, yaratıcısını bekler haldedir artık.
İlk büyük transferi patlar, ederi 1 milyon Sterlin; istikamet: Boca Juniors. La Bombenera namlı stada ilk çıktığında neler hissetmiştir bilinmez. Ama Çikolata Kutusu'nu (La Bombenera'nın Türkçesi) dolduran onbinlerin ağız şapırtısını tahmin etmemek elde değildir. Daha yirmili yaşlara gelemeden Güney Amerika'da yılın futbolcusu seçerler onu. 1.66 boyunda, kıvırcık saçlı, endişeli yüzlü zat-ı muhterem, bütün hürmette kusur edenlere dersini vermeye başlamıştır bile.
Filmlerinden birinde İbrahim Tatlıses'in ağzından şu kelimeler dökülür: 'Evet İstanbul, artık sen de büyüksün, ben de.' Oysa Diego'ya değil Buenos Aires, koca Arjantin dar gelmektedir ve cebi dolu, ağzı purolu futbol simsarları ağlarına düşürecek bir genç bulduklarının pekala farkındadırlar. Ama son bir sınav gerekir Diego'ya. Kimbilir belki de masala heyecan getirmek amacıyla... 'Bakalım' derler futbolun efendileri, ''82 Dünya Kupası'nda nasıl oynayacak''
Oysa hikâyenin yönetmeninin tempo probleminden muzdarip olduğu yıllardır bu yıllar. Yıldızları Koruma Kanunu daha FIFA alt komisyonlarına bile ulaşmadığından, rakip defans oyuncularının El Diego'ya bakışları pek tekin değildir. Kupa boyunca ayakta kaldığı dakikalarla, çimleri öptüğü dakikalar arasında 'posession' 50-50'dir. Dönem 'vur-kır-parçala bu maçı kazan'ın prim yaptığı, sambanın da tangonun da duvarcı Katan Açyo ustanın elinde paralandığı yıllardır. Ama yetenek kasap tornasından geçse de façası bozulmaz, derler. Maradona da bu duruma bozuk atmaz, atlar uçağa, vere elini Katalunya.
Misak-ı Milli'nin Milliyet Çocuk'la büyümüş jenerasyonunun futbolla haşır neşir olan bir kısmı 'Şimşek Santrfor'u unutamaz, unutmamalıdır. Ne de olsa futbol tedrisatına ilk adım atışıdır birçok insanın. Ama biz sarışın Kai'nin Barcelona maceralarını hatmederken bir haber gelir: bizim Kai'ye beş basar bir tıfıl, rekor fiyata Bordo-Mavili formaya kazandırılmıştır. Hadi canım, o kadar da değil denir. Büyük yanılgıdır!..
'82 Dünya Kupası'nı hayal meyal hatırlayan bütün yeni yetmeler, kendilerinden biraz uzun bu adamın daha nelere kadir olduğunu ve aralarından bazılarının nasıl kaderini değiştireceğini fark edemez doğal olarak. Bu satırların yazarı da 'kader'ine pek ilgi göstermemiştir o yıllarda. Dünya/gökyüzü/saha yıldızlarla doludur ve herkes istediğinden dilek tutar.
Ama fonda Rocky filminin hırsî müziği başlamıştır. O hırs ki estetiğe göz kırpmakta, eser şahikasına yaklaşmaktadır. Ama futbol hissi kabaranlar 'gelecek güzel günlere' inanmaya başlamış, deprem hisseder gibi şova hazırlanmaktadır. Yazar kulunuzun oda duvarlarından ona her gece göz kırpan Fioritolu için de, güneşli günler sıcaklığını hissettiriyor olsa gerektir.
'86 Haziranı onun manevi doğum ayıdır. Premier'ini İtalya'ya yapar. Kendisine atılan uzun pasa bir dokunur ve Arjantin'e gönül vermişlerin yüzünde güller açar. Zaten onun her dokunuşu futbol sevdalıları için bir büyüdür. Gruptaki diğer maçlarda ona gerek kalmamış, diğer on kişi onu nadasa bırakmıştır. Ve çeyrek final gelir. Sahneye çıkmak için bundan güzel rakip yoktur, olmamalıdır: İngiltere... 'Futbol asla sadece futbol değildir' lakırdısını terennüm eden bu satırların sahibi, fıtraten yakın olduğu ezilenlerin Fakland'ın intikamına soyunduklarını gayet iyi bilmektedir. Yine dokunur topa Diego, ama eliyle... Futbol ahalisi pek mutlu değildir, çünkü ondan 'ayak emeği göz nuru' mucizeler beklenmektedir.
Yapacak bir şey yoktur, Diego'nun Maradona olma zamanı gelmiştir; hani Latin spikerlerin o çalım attıkça daha bir hızlı, daha bir ritimli söylediği lirik isim... Ve ağır çekimde başlar nakışa. Pelé'nin Zafere Kaçış filminde dalgasına yaptığı herkesi geçip golü atma 'işini', o pratiğe geçirir. İzleyenlerin sadece mahallelerde olduğunu zannettiği bir şeydir bu... Japon çizgi filmlerindeki abartılmış futboldur... İlham perisiyle şeytani bir anlaşma yapmış sanatçının hiç bitmeyecek gibi duran doğaçlamasıdır... Ona 'gol' demek haksızlık. Başka bir şey bulmalı!
Yönetmen ne kadar saklamaya çalışsa da filmin sonu bu resitalden sonra anlaşılmıştır. O kupa, o küçük adamın elinde yükselecektir. Öyle de olur. İngiltere'ye attığının bir alt versiyonunu Belçika'ya atar, Arjantin finale çıkar. Kupanın/hayallerinin kulpuna yapışmıştır artık. Ama son bir engel çıkar, karşısında yetenek engelli bir Alman takımı vardır. Bir think-tank karşılaşmasıdır bu. Maradona 'think', Almanya 'Tank'. Oysa sanılanın aksine, o kendine güvendiği kadar takıma, onun ruhuna, biricik arkadaşlarına da inanmaktadır. Zaten antrenmanlarda ya da sahada tek bir küstahlığını gören olmamıştır. O üzerine düşeni yapmaktadır sadece, kader ona mucizeler yükümlüyorsa bunda onun kabahati yoktur. Almanlar her zamanki gibi iki avans verip yakalarlar. Dönem asistin istatistiğinin tutulmadığı yıllardır, nitekim Maradona'nın yaptığı turnuvanın en iyi asistini taltif etmek maçı seyreden milyonlara düşer. Ve birçok futbolcu için dünyanın en güzel melodisi olan hakemin bitiş düdüğü nihayet duyulur. Vuslat zamanıdır... M
aradona'nın düşünde gördüğü artık döşündedir. Dünya kupaları tarihinin en güzel fotoğraflarından biridir, kupayı kaldırdığı an. Hasretle sarılır... Özlem, inanç, tutku gözlerinde alt yazıdır.
Efendim, esasında masal burada bitmelidir ama büyüklere masallar daha uzun sürer. Üstelik katıksız kahramanlık hikâyeleri bir noktadan sonra süre sınırlaması olmayan Levent Kırca parodisi tehlikesi taşır. Bu yüzden Altın Çocuk'un ayarının kaçmaya başladığı dönemleri de hakkını vererek anlatmak münekkitliğin namusundadır.
Yanlış anlaşılmasın, kıvırcık saçlı genç Dünya Kupası'nı alıp hayallerine son vermiş değildir. Onun yeteneğini bir Dünya Kupası kesmeyecektir. Zaten mizaç itibariyle büyük oynamayı sever. Bütün hayatı da bu irtifa değişikliğine kurban gitmemiş midir zaten' 'İniyor kayık çıkıyor kayık/iniyor ka çıkıyor ka/in/çık...'
Reklamın sonu yok önü açık... Biz dönelim kupa sonrasına. Sarhoşluktan ayılma süresi konusunda sicili pek parlak olmasa da, başarıya doymamış bünyesi ona yeni hedefler belirler. İstikamet dünya öğütücülük şampiyonu İtalya'dır. Oysa, daha İtalya lafını duyduğunda Maradona'nın aklında İbrahim Tatlıses'in sözleri çınlar. Bunu cümle aleme göstermelidir, hele de kökeninin bulunduğu İtalya'ya... Doğduğu toprakların çoraklığının hürmetine Napoli'yi seçer. Napoliten şarkılar mı çeker onu, yoksa hiç de yabancı olmadığı sürekli kaybetmişlik duygusu mu bilinmez. Lakin, arsız zengin rolünde Feridun Çölgeçen'i kıskandıracak kadar pervasızlaşan Kuzey İtalya'ya gitmemesi gerektiğini gayet iyi bilmektedir. Tabii ki, istatistik biliminin yalancılığını kabul etmek varken (Roma'nın güneyinde şampiyon olan takım yoktur), her şeyi Torino Milano Roma'dan ibaret sanan gazetecilik etiği Çizme'yi kokutmuşken, o haritanın topuk yerine yakın bir yer seçecektir. Hepsini ezmek için, ezilenler adına...
Napoli şehri, Napoli insanı cevherin özüne çabuk vakıf olur. Orta sahada oynayıp İtalya'da gol kralı olmayı başarmadan, takımını iki kez şampiyon yapmadan, UEFA Kupası'nı ellerine almadan çok önce... El fermanı dışından okur, derler. Doğruysa eğer bu altın çocuk Napolilerce okunmuş ve hatta üflenmiştir.
Artık zamanı geldiğine göre, zirveden aşağı bakmak gerekir. Bizim uzaktan izlerken başımızı döndüren irtifa ona da hava boşluğu etkisi yapmış, ama yine de pozisyonu toparlamayı başarmıştır. Üstelik, başarısına göz koyanlar, artık fikirlerine de gönül koymaya başlamıştır. Kim takar! Efendilerin yüreği nasırdandır, nasılsa kaldırır. O halkın camdan kalbinin ritmine aşıktır.
Ama modern çağ 5-10 mucizeyle tatmin olmaz. Dini para olan devirlerin amentüsü randıman, parolası verimliliktir. Maradona'dan da otomatiğe bağlaması, sürekli İngiltere'ye attığı ikinci golü atması beklenir. Oysa biyoniklik, hele de futbolda, sadece Almanlara özgüdür. Alman'dan Maradona olmaz, olmamalıdır.
Artık o da herkes gibi fani dünyanın zevkleriyle tanışır, efkârına kapılır, bunalımını yaşar, sinirlenir ve her zamanki gibi ağlar... Performansı inişli-çıkışlı diye eleştiriler başladığında o hayatını veri gösterir. İstikrar Arjantince karşılığı olmayan bir kelimedir. Onun yaşam felsefesi barometriktir. Yüreğinin nem durumu, doymamışlığı ya da doymuşluğuna göre topunu oynar.
Derken efendim, İkinci Olgunlaşma Enstitüsü Sınavı gelir: '90 Dünya Kupası. Sanılanın aksine o bir öncekinde her şeyi tek başına yapmamıştır. Tango en az iki kişilik bir danstır ve Diego bunu iyi bilir. Mamafih, takımdaşları/yoldaşları bir önceki kadar mahir değildir. Şimdilerde Zidane'ı, Figo'yu takım içinde yıldız diye pohpohlayanlar, bilmezler ki, mesela co-pilot olarak halihazırdaki herhangi bir Fransız (mesela Petit), Portekizli (mesela Xavier) ya da Brezilyalı (mesela Ze Roberto) orta saha futbolcusunu bizim 10 Numara'nın yanına verseniz önce yılın çırağı olur, sonra da en iyi yardımcı oyuncu... Ama eldeki kumaştan iyi bir şeyler dikmek için yeterli deneyime sahiptir Diego ve takımı ona göre örgütler. 'İyi top oynamıyorlar' diye Arjantin'e sitemde bulunanlar bile gözlerini bizim bücürden alamazlar. Bu kupayı en iyi anlatan şey bir fotoğraf karesi aslında: Maradona topa basmış ileri bakıyor, karşısında altı futbolcu ise, hakkında verilecek kararın insaflılık rekoltesini artırmak için çaresiz bekleyen mahkum gibi topa gözlerini dikmiş bekliyorlar!
'90 İtalya'yı Maradona gözlüklerinden baktığınızda iki cümle yeterlidir: 'Ben size iki şampiyonluk verdim, peki İtalya size ne verdi'' ve ' Kupamı çaldılar.'
Âdettendir, saymaya birden başlanır. Diego'nun sihirli dokunuşlarıyla ama biraz da düşe kalka Arjantin yarı finaldedir -ki çeyrek finalde Maradona bu sefer kendisine müdafaa diyen Brezilya savunmasını dağıtmış ve Canigga'ya 'al, ne yaparsan yap' demiş, İtalya'nın karşısına öyle dikilmiştir.
Yine yönetmenin inandırıcılığının sorgulandığı bir rastlantı söz konusudur: Maç Napoli'dedir. Hani Maradona'nın egemenliğini ilan ettiği şehir, hani fakirlikten anası ağlarken mavi formalı adamlar sayesinde mağrur bir sırıtışla Kuzey'e gıcık veren şehir, hani 'ver kurtul'cuların safra zannedip atmaya kalktığı Akdeniz'le çevrili güzel şehir... Velhasıl, İtalya'da yapılan bir kupada, İtalya'nın üvey evlatları Napoliler manevi kardeşlerini desteklemeyi, hain babaya tercih ederler. Oysa ulus-devletlerin iyiden iyiye sorgulanması için henüz erkendir! İnananların duaları kabul olur, Arjantin finaldedir. Bücür hayalleri açısından dejavu'nun eşiğindedir. Kupaya bir doksan dakika vardır. Ama 'Kara Adamlar' (tıpkı Martin Mystere maceralarında olduğu gibi) her şeyin olacağına varmasını sevmezler! Şaibeli bir penaltı, Ali Aydıngil bir enflasyonda kırmızı kartlar rüyadan uyandırır; hem Maradona'yı, hem 'iyiler elbet kazanır'a inanan Napolilileri, Latin Amerikalıları, dünyanın zincirli zincirsiz bütün ezilenlerini. Yapacak hiçbir şey yoktur; futbolun Lordlar Kamarası Demir Leydi'den daha zalimdir.
Kaybedilmiş final sonrası Maradona'nın yüzünü hatırlayalım hep birlikte. Kimseyi suçlayan bir mimik var mı o yüzde' Kesinlikle yok. Çaresizlik, evet sadece çaresizlik...Ellerini kavuşturup Tanrı'ya yalvarmaya bayılan bu Küçük Soğan'ın yapacak bir tek şeyi vardır bu anda: Ağlamak. Devam ettikçe insanı açan değil, daha beter karartan bir ağlama. Boşaltan değil dolduran, sakinleştiren değil kızdıran... Kupasını çalmışlardır, ağlamayıp ne yapsın... Bir arkadaş o ağladığında herkes ağlar diyordu, yakın bir zamanda... Hani zırt pırt devreye girmeye çalışan bu satırların yazarı var ya, o da ağlamıştı zaten, hıçkırarak... Ya siz?
Bu aşamada bir öneriyle devam etmek gerekebilir. Masal da öneri olmaz ama bu masal dümenini kaybetmiş, su almakta, hatta zıvanayı zorlamaktadır. Geride kalan bölüm fetreti ve çöküşü anlatacaktır. Yalnızlık vardır içinde ve kaybedilmişlik/kaybetmişlik duygusu ve dram ve trajedi ve ihanet ve düşman... İçi kıyılmak istemeyen okumayabilir.
İyisi mi, biz devam edelim. Kupadan sonra, hırsla kalkar Maradona ve zararla koltuğuna çöker. Don Kişot'u okuduğu bellidir, ağzına geleni söyler. 'FIFA ağaları' der, 'oyununuzu bozacağım' der, 'futbolun üzerinden parsa toplayamazsınız', ' sömürü düzeni bu' der, der, der...
Lakin kahramanlara özgü kalifikasyonlardan yana pek zengin değildir Maradona. Meydan okumaya yetecek miktarda tevazuyu El-Fiorito'da bırakmış, sicil defterinden de düşük not almıştır. Peki, daha direkt söyleyelim, amiyane tabirle bir yerleri kalkmış, şımarmış, saldırganlaşmış, yani fıtratı zarar görmüştür. İtalya ki, ayağı yere en sağlam basanların, en makullerin, oyunu kuralından harfiyen saptırmayanların dahi sendelediği, sendelettirildiği bir yerdir. Maradona da İkiz Kule'ler gibi devrilir, çöker. En iyi Christoph Daum'un anlayacağı bu durum, onun yok etme operasyonunun hazırlık pasıdır.
Duyguları ve ayaklarıyla hayatını idame ettiren herkes gibi kaldıramaz bunu Diego. Dağılır gider. Ucuz pavyonlara düşen star şarkıcılar gibi hayatını sürdürür; Sevilla'ya gider, memlekete döner vs...
Ta ki 1994'e kadar. '94'teki kupa başladığında o da mevsimlerden ikinci bahar sanmaktadır. Ama bilmez ki, sonbahar yüzlü adamlar, Mart fırtınaları, boranları gibi saldıracaktır ona. Evet, olguları da kabul etmek lazımdır: Maradona ne güzel topunu oynarken, doping kullanmış ve kendi elleriyle silahı düşmanlarına takdim etmiştir. Ama her şeyi paraya dönüştüreme hırsından gözü dönmüş FIFA'cıların bir doping politikası olduğunu kim iddia edebilir ki! Bugün yasak olanın yarın gıda olmayacağının belirsiz olduğu bir camiada, 2001 içinde Davids'in şirretliğine gösterdiği müsamahakârlığı Maradona'dan esirgemesi, esirgeme ne kelime aksine bu olayı bahane etmesi ne derece inandırıcı ki' Doping yeteneği arttırmaz efendiler! Yemezler... Biz bu filmi daha önce de, daha sonra da gördük.
Peki oyuncağını kaybetmiş çocuklar gibi kalakalan milyonlarca futbolseveri kim avutacaktır. Kimse!.. Hem o ağlar, hem milyarlar... Oysa ağlamayacağına söz vermiştir çocuklarına...
Ama şu bilinsin ki, o kupada Diego'nun ve onu kalbinde taşıyanların ahı/laneti vardır. '94 Dünya Kupası tarihteki golsüz biten finale sahip tek kupa olmasını neye borçlu sanıyorsunuz?
Futbolun ruh doktoru, toprağı bol olsun, İslam Çupi Maradona'nın doping olayını şöyle aydınlığa kavuşturur: 'Müziğin büyük ölümsüzler kitleleri mutlu etmek için kendilerini gram gram öldürmüşlerdir konserlerinde... Edith Piaf da yapmıştır ileri yaşlarda dopingi, Yves Montand da... Tıpkı şimdi Frank Sinatra'nın yaptığı gibi... Maradona'nın '94'teki dopingi, bir büyük ustanın mesleğine duyduğu eşsiz bir saygı ve bu futbol resitalini seyretmek için saha ve TV başına çöreklenen 1 milyara yakın insana en iyisini sunma kaygısıdır.' Şüphesiz bunu birilerine, hele de gözlerine dolarlar dolmuş, kauçuk kalplilere hayatta anlatamazsınız. Ama bu dünyanın vicdanlıları, mesela Bangladeş halkı bunu anlayabilir. Nitekim Maradona'nın kupadan ihracı binlercesini sokaklara dökmüş, olay halkta infial yaratmıştır. Abartmıyorum, açın arşivi bakın. Ya da gelin Maradona'ya inanın...
Başlangıçta bir yerlerde söylenmiştir ama bir daha söylenmesi vurguyu artırır: Efsaneler genç ölür. Ama hasbelkader ölmezse yaşadığına da pişman olur. Bundan sonrası pişmanlığın hikâyesidir. Beatles'ın dört üyesi de ölmeden cennete gitmeyeceğini söyleyen Maradona göz göre göre elimizden kayıp gitmektedir. Sol yüreğinin altındaki cevahirin onu yoklamasından sonra Fidel ona kucak açar. Neyse, toparlamıştır.
Yolun sonuna geldiğini hissetmiştir o da. Kıyak bir jübile yapar Çikolata Kutusu'nun içinde. Arjantin milli takımı da 10 numaralı formayı taraftarın gönlüne gömer ve emekli eder. Ama Maradona'nın zihninde futboldaki anlam krizi iyice büyümektedir; artık o bir muhaliftir. Bücür kolunda Che dövmesiyle Papa'ya laf sokuşturur, ezilenlere gönül açar, Castro'nun yüceliğinden bahseder...
Hâlâ inanmayanlara inat, her satırbaşında tekrarlamak yerine sona doğru altını çizerek söylüyorum; Diego Armando Maradona gelmiş geçmiş en büyük futbolcudur. 'Tanrı Maradona'yı o da futbolu yarattı' demiştir bir Napoli taraftarı. Diğerleri de kafasını sallamıştır. Üzerine şiirler yazılan, şarkılar okunan bir ulu'dur o. Halkın yüzyılın futbolcusu anketinde birinci seçilmişse, bunu, sonuna kadar hak etmiştir. Oynadığı top veri alındığında kimse aksini iddia etmemelidir.
Hem o hiçbir zaman yıldız eskisi büyük topçular gibi kravat takıp uslu olmayı tercih etmemiştir. Sanayii de dişli olmak yerine insan olmayı seçmiştir, bütün zaaflarıyla üstelik. Yüzyılın en büyük futbolcusu ödülünü alırken, elindeki parıltılı şeyi Castro'ya ve 'dünyanın en ünlü Arjantinlisine' hediye etmiştir. Hani şu dövmesinden ona gülümseyene...
*Bu yazı 2002 yılında gencler.org sitesinde yayımlanmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.