Söyleşi

Dün Haymatloz, bugün vatansız...

“Haymatloz" belgeselinin yönetmeni Eren Önsöz ile belgeseli ve sinemayı konuştuk...

22 Ocak 2017 03:00

Yönetmen Eren Önsöz’ün “Haymatloz” adlı belgesel filmi, 28 Ekim 2016 tarihinde Almanya’da vizyona girdi. Hem Alman hem kamuoyu hem de medyasının büyük ilgi gösterdiği film, Nazi zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınan Yahudiler’in göç hikayelerini anlatıyor. Yönetmen Önsöz’de Almanya’ya göç etmiş bir ailenin kızı. Önsöz’e göre filmin bu kadar ilgi görmesinin iki nedeni var. Biri konunun pek fazla işlenmemiş olması ve bugünkü Türkiye ile kurulan paralellikler. “Haymatloz” adlı belgeselin Türkiye’de de gösterilmesi planlanıyor.

-Neden böyle bir konuyu seçtiniz? Sizin de Almanya’da göçmen olmanızın etkisi oldu mu?

Türkiye’nin, Nazi döneminde Alman bilim adamları ve sanatçıları için önemli bir sürgün ülkesi olduğunu daha çektiğim “İmport-Export /Alman-Türk geçmişine bir yolculuk” adlı belgesel filmimde yıllar önce de işlemiştim. Almanya’nın en tanınmış simalarından Ernst Reuter bile Türkiye’ye son saniyede sığınabilmişti. Yahudi olmamasına rağmen politik nedenlerden takip ediliyordu. Yıllarca Ankara’da Mülkiye’de ders verdi, kent planlamasını geliştirdi, dostlar edindi ve öğrencilerinin sevgisini kazandı.  Savaş sonrası Berlin’e döndüğünde bir gazete “Şimdi bir Türk mü Batı Berlin’in Belediye Başkanı olacak? diye yazmıştı. Evet, öyle oldu ama buna yönelik Türk-Alman tarihi unutuldu. Oğlu Edzard Reuter ile çocukluğunu geçirdiği Ankara sokaklarında çekimler yapmıştık.

Pek bilinmeyen tarihi bir olay olduğu için seyircilerin büyük ilgisini çekti ve araştırmalarım sırasında bulduğum diğer bilgi ve belgelerle bu konuyu daha detaylı işlemek istedim. Sonuçta bu dönemi yaşamış, görmüş olan son kuşak daha hayattaydı ve acele etmek gerekiyordu. Bu güzel konunun geniş bir şekilde işlenmemiş olması beni hep şaşırtmıştır!

Elbette Almanya’da büyüdüğüm için göçmen hikayeleri, göçmen tarihi beni yakından ilgilendiriyordu. Aynı zamanda medya ve toplumdaki yaygın önyargılar ve klişeler kafamı karıştırıyordu. Bence insanlar hep aynı ve olumsuz hikayeleri dinlemekten bıktı usandılar. Değişik bir bakışa ihtiyaç duyuyorlar. Toplumlar arasında yaratıcı, göz hizasında bir alışveriş bence çok önemli. Ne yazık ki tam tersini görüyoruz.

Bütün dünyada mülteciler tartışılırken, bu az bilinen ortak Alman-Türk tarihini hatırlatmak istedim: İşte, zamanında Almanlar bile göç etmeye mecbur kaldılar, hem de Türkiye gibi bir Müslüman bir ülkeye sığındılar. Yahudi oldukları için Almanya’da hayatları büyük tehlikedeydi. Atatürk, üniversite reformunu gerçekleştirmek için bu insanları sadece çağırmadı, onlara toplumda en önemli roller verdi, bilim ve sanatlarını destekledi. Onlarla beraber Türkiye’de laik, özgür  bir bilim hayatı kurdu. Bu konu yelpaze gibi bin bir parçası var ve çok heyecan verici yeni konular açıyor ve en önemlisi yaklaşık 100 yıl sonra insanları şaşırtıyor. İster istemez bugünkü Türkiye ile karşılaştırıyorsunuz.

-Film kahramanlarını hangi kriterlere göre seçtiniz?

Uzun yıllar araştırdım, bulabildiğim kişilerle yazıştım, görüştüm ve onları evlerinde ziyaret ettim. İngiltere’ye Cambridge şehrine kadar gidip mesela Ankara’da çocuk doktoru olarak çalışan Erna ve Albert Eckstein’ın oğulları ile görüştüm. Ünlü Zoolog Curt Koşswig’in oğlunu, Klaus Cosswig’i Bremerhaven’de ziyaret ettim. Ne yazık ki araştırmalarım sırasında vefat etti. Alman profesörlerin çocukları yaşlanmıştı ve hala hikayelerini anlatma fırsatı bulamamışlardı. Açıkçası onların hikayeleriyle pek ilgilenen de yoktu.

Filmim için geride kalan en genç nesle yöneldim. Niyetim onlarla sadece bir röportaj yapmak değil, çekimler için Türkiye’ye gitmekti.

Seçtiğim beş kişinin ebeveynleri farklı bir akademik dallardan geliyor. Tıp hukuk, sanat, kimya ve botanik. Konunun ne kadar geniş olduğunu bu açıdan da göstermek istedim.

-Daha önce de Nazi döneminden kaçıp Türkiye’ye sığınan Yahudiler ile ilgili belgeseller yapılmıştı ancak ikinci kuşakla pek ilgilenen olmamıştı. Şaşırtıcı ifadeler var, mesela Almanya’da Türk, Türkiye’de Alman olmak gibi. Bu sizin için çok tanıdık olsa gerek? Kendi hayatınızla paralellikler kurdunuz mu?

Tabii bütün göçmenler bu tür duyguları tanıyor. HAYMATLOZ, yani vatansızlık duygusunu da. Ankara’da yaşayan müzik profesörü Eduarad Zuckmayer’in yazar kardeşi Carl Zuckmayer şöyle yazmıştı: Sürgüne yolculuk bir “Journey of no return”. Geri dönüş imkansızdır, çünkü geride kalan vatan değişiyor, insan kendisi değişiyor. Bir daha eskisi gibi olamaz. Vatanını terk etmeye mecbur kalan hiçbir zaman tam olarak geri dönemiyor. Hiç bir yere yüzde yüz ait olamamak, hep biraz dışarda kalmak ve bir mesafeden izlemek duygusu... Ama  bu sadece olumsuz bir durum değil. Film kahramanlarım da bu duyguları doğal kabul ediyorlar çünkü başka türlüsünü bilmiyorlar, dolayısıyla da pozitif yaşıyorlar. İki ayrı kültürün de zenginliğini taşıyorlar. Heykeltıraş Belling in kızının Köln’deki prömiyerimizde söylediği gibi: İki vatanım var benim ve bu çok harika!!!

-Filmdeki kahramanlar kendi hikâyelerini açık yüreklilikle anlatıyorlar. Sizi en çok hangi hikaye ya da hangi sözler etkiledi?

Beni en çok duygulandıran araştırmalarım sırasında Susan Schwartz oldu. Onu Zürih’te ilk aradığımda, bir belgesel planladığımı anlatınca bana: Ah! dedi, Almanya’dan beni arayan ilk belgeselci sizsiniz!”

Babası Phillipp Schwartz Frankfurt Üniversitesinde patolog olarak çalışıyordu. 1933’te Zürih’ten kaçıp Türkiye’ye sığınmıştı. Zürih’te kurduğu yardım derneği ile  Nazilerden kaçan bilim adamlarına yurtdışında yeni işler bulmak istiyordu. Pek çok akademisyen intihar etmişti, bazıları tutuklanmıştı. Bu zor koşullarda bile Phillipp Schwartz, kendi hayatını düşünmüyor, kader arkadaşlarına yardımcı olmak istiyordu. Tesadüfen Türkiye’de üniversite reformunun planlandığını öğreniyor, hemen İstanbul’a  gidip ilk görüşmede 30 akademisyen için aracılık yapıyor, onlara yeni kurulan üniversitelerde profesörlük buluyor. Alman Türk bilim mucizesi işte burada başladı, Phillipp Schwartz’in unutulmaz yardımıyla. Savaştan sonra Frankfurt Üniversitesi ona yeniden Profesörlük teklif etmedi. Kırık kalple Amerika’ya göç edip orada vefat etti.

Belli ki filmin kahramanları Türkiye’den kopamamışlar. Bu nasıl bir bağ?

Bu bağın en etkili örneği Türkçeyi hala çok güzel konuşmaları. Sadece Hukukçu Ernst Hırsch’in oğlu Enver Türkçeyi konuşamıyor, çünkü doğduğu İstanbul’dan Berlin’e göç ettiğinde yedi yaşındaydı. Ama babası Türkçeyi hem çok güzel konuşurmuş, hem de Türkçe ders verip kitaplar yazarmış. Mesleki bağları da beni şaşırttı, Susan Schwartz, psikolog olarak yıllarca Zürih’te Türk hastalarını tedavi etti, Kurt Heilbronn ve Engin Bağda iş dolayısıyla sürekli Türkiye’ye gidiyorlar. Elisabeth Belling babası heykeltraş Rudolf Belling ile ilgili yaptığı araştırmalar için Türkiye’ye bağlarını son yıllarda sıkılaştırdı bile. Facebook’tan Türk arkadaşları ile çok güçlü bir temas içinde. Bunları beklemiyordum açıkçası. Babalarının hayatını anlatmaya çıktım ama bu ilginç karakterlerle tanıştım. Bunları belgeselimde göstermek istedim.

-Ne kadar sürdü filmi çekmeniz?

On yıldan beri bu projeyi gerçekleştirmek için uğraştım, prodüksiyon şirketi aradım. Yaklaşık 6 yıl önce Corso Film ile çalışmalarımız ciddi bir şekilde başladı.

Destek için başvurular yaptık ve projeji geliştirebildik.

En zevkli anlar tabii çekimler oldu. Ama belgesel yapımında en pahalı anlar olduğu için ne yazık ki sadece toplam bir kaç hafta sürdü.

-Filminizin tam da Türkiye’deki akademisyenlerin, aydınların memleketlerini terk etmek zorunda kaldıkları zamana denk gelmiş olması bir tesadüf mü?

Türkiye’deki akademisyenlerin durumunu yıllardır takip ediyorum ve tesadüfün farkındayım. Bu yüzden çekimler sırasında bu gelişmeleri de mümkün olduğu kadar filmimin içine almaya çalıştım. Tarihi bir konuyu bu kadar güncel anlatabilmek seyircileri etkiledi sanıyorum çünkü Almanya’da çok büyük ilgi gördü.  Tarihte yaşanan acı bir olay Türkiye’de zamanında güzel ve nesiller yetiştirilmesine aracılık etmişti. Naziler 1933’te akademisyenleri kovmasaydı, Atatürk Üniversite reformunu bu kadar nitelikli uzmanlarla gerçekleştiremezdi

-Filminiz Almanya’da gösterildi. Alman izleyici Nazi dönemi ile Türkiye’nin şimdiki durumu arasında nasıl bir paralellik kurdu? Sohbet etme şansınız oldu mu onlarla?

Alman seyircileri gerçekten son derece ilgililer. Her gösteriden sonra saatlerce sohbet ediyoruz, sorular soruyorlar, merak ediyorlar, belgeselime destek vermek istiyorlar. Hep sordukları Türkiye’deki güncel durum, akademisyenlerin durumu.

Türkiye’nin geleceği için endişeliler. Bu yüzden bin bir soruları var.

Nasıl tepkiler aldı filminiz Almanya’da?  Alman medyası yeterince ilgi gösterdi mi mesela?

Beklediğimizden çok büyük bir ilgi gördük ve buna çok sevindik. Tarihi canlı anlatmak amacımdı, Türkiye’nin tarihindeki Alman bilim adamlarının katkısı hemen hemen hiç bilinmiyordu. Türkiye’nin yüz yıl önce Atatürk zamanında ne kadar modern ve Avrupa’daki ülkelerden bile ileri olduğunu anlatmak çok keyif verici oldu. Batı’da bilinen Türkiye imajı buna aykırı. Klişeleri yıkmak insanları gerçekten büyülüyor. Neden politika ve medya bunu daha anlamadı bilmiyorum?

-Alman ve Avusturyalı bilim insanlarının Türkiye’nin eğitim sisteminde katkısı çok büyük, filminiz de bunu gösteriyor. Onların katkıda bulundukları bu sistemin yavaş yavaş çöktüğünü de görüyoruz filminizde.  Filmin kahramanları bunu nasıl karşılıyor?

Hepsi endişeleniyor. Çekimler sırasında Türkiye’de olanları sorguladılar, şimdi film bittikten sonra arkadaş oldular, bu konular hakkında yazışıyorlar. Hem benzer hayat hikayeleri var hem de Türkiye de olan bitenleri diğer Almanlardan çok daha iyi anlayabiliyorlar. Yine de hepimiz yurtdışında yaşıyoruz, Türkiye’yi çoğu zaman haberlerden izliyoruz. Bu haberlerde işte sürekli üzücü.

Ama Susan Schwartz’in dediği gibi, bu kötü gelişme bütün dünyadan izleniyor. Suriye’nin durumu olsun veya dünyada yükselen faşizm. “Kendim için endişe etmiyorum” diyor filmimde Schwartz,  “ama sizin, sizler için !”

Genç nesiller bu korku ile büyüyorlar artık. Ütopya kalmadı.

Buna kahramanlarım çok üzülüyor. Çünkü ülkenin tarihini, temelini çok iyi tanıyorlar.

-Siz ya da sizin aileniz, yakınlarınız bu filmi izlediğinde neler hissetti Alman mirasının kaybolduğunu fark edince?

Sadece Almanların mirası değil, bütün bu dönemin simgeleri ve değerli kaybolmak üzere. Ama bizler daha şanslıyız, çünkü bu dönemi kendi gözüyle görmüş olan insanlar var aramızda. Yakında sorabilecek kişiler kalmayacak.

Bu tarihin şimdiki Türkiye ile hangi bağlantısı olduğunu ilk defa Alman arkadaşlarıma Gezi Protestoları sırasında  açıklayabildim. Hiç bir bilgileri yoktu. Türkiye’nin yirmili yıllardan beri laik bir ülke olduğunu bile bilmiyorlardı. Nereden bilsinler? Batı medyası yeni Müslüman neoliberal Türkiye’ye çok beğeniyordu. Niye şimdi gençler ve yaşlılar beraberce AVM yapılmasına karşı ayaklanmışlardı? Niye AKM binasının üzerinde Deniz Gezmiş, Che Guevara ve Atatürk’ün resmi asılıydı? Bu ikonografiyi anlamak için Türkiye tarihini iyi bilmek lazım. Batının yazdığı tarihten biraz farklı çünkü.

-Filminizde dikkat çeken bir nokta da İsmet İnönü’nün heykeltraş Rudolf Belling’e gösterdiği önemden bahsedilmesi. Benim dikkatimi İnönü’nün daha çok kendi heykellerini yaptırmış olması çekti. Sanki tek adamlığın izini İnönü döneminde de görüyoruz. Sanki Türkiye Kemal Atatürk’ün mirasını İnönü döneminden başlayarak yeterince korumamış gibi  geliyor bana. Siz aynı şeyleri hissettiniz mi?

Zannetmiyorum. Sorun o değil bence, sorun mirası zamana göre geliştirmek.

Bir miras konserve edilemez, yaşanması gerekir. Yaşatmak için de bilgiye, eğitime gerek var. Bir zamanlar bu bilinç Türk toplumunda vardı, artık kaybolduğunu düşünüyorum. Şu an Türk tarihi yeniden yazılıyor ve toplumda büyük bir tepki yok. Çünkü kendi tarihini yanlış öğrenmişler. Bu gelecek nesiller için çok üzücü.

-Ben filmi seyrettikten sonra şunu merak ettim. Röportaj yaptıklarınız neden geri dönmüşler?

Onlara  “Yahudi kimliği” verilmiş olmasına rağmen kendilerini vatansever Alman olarak hissediyorlardı. Almanya’ya dönüp yine eski işyerlerinde çalışmak istiyorlardı, bir özür bekliyorlardı, o yüzden döndüklerini düşünüyorum. Ancak onlara pek de ilgi gösterilmedi. Vatanları onları yine kabul etmedi. Ernst Hirsch mesela sırf arkadaşı Ernst Reuter çok dilediği için Berlin’e döndü ve beraber Berlin Hür Üniversitesi’ni kurdular. Reuter, Hirsch’i eski Nazilerin olmadığı yeni bir üniversite kuralım diye ikna etmişti. Hirsch aslında Türkiye’de kalmak istiyordu. Engin Bağda’nın annesi Veronika Gerngross çocukluğunda yaşadıklarından dolayı ne bir daha Almanca konuştu ne de bir daha dönmek istemişti. Yaşlanınca Almanya’ya bir huzur evine gitmeye mecbur kaldı Almanya’da vefat etti.

-Bazıları sık sık İstanbul’a geliyor. Diğerlerinde de Türkiye’ye bir özlem var mı?

Hepsinde var ve hepsi sık sık Türkiye’ye ziyarete gidiyorlar...

-Filminiz Türkiye’de gösterilecek mi?

En yakın zamanda festivallerde gösterilecek. Bu yönde güzel haberler aldık. Program açıklanınca bildireceğiz. Buna çok seviniyorum, çünkü şimdiye kadar Türkiye’de daha hiç gösterilmedi.

-Alacağınız tepkiden çekinmiyor musunuz?

Niye? Tam tersine, tepkilere seviniyorum. Filmimin konusu aydın, laik ve pasifist bir Türkiye ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Atatürk sayesinde kurtarılan alman bilim adamları. Türkler bu konuyu çoktan dünyaya bildirmesi gerekiyordu. Bu konu sırf Almanlar için değil, hele Türkler için çok önemli.

Tarihten öğrenilecek çok şeyler var...