T24 Kültür Sanat
Tarihçi ve korku edebiyatı yazarı Mehmet Berk Yaltırık, kültürümüzde önemli bir yeri olan cinlere dair memoratların (doğaüstü varlık ve olay anlatıları) yayılmasıyla ‘cin’in neredeyse tüm olağanüstü varlıkların adı haline dönüştüğünü ve İstanbul folklorunda da cinlerin hatırı sayılır bir yere olduğunu söyledi.
Yaltırık, İBB’nin üç ayda bir çıkan İST dergisi için kaleme aldığı yazıda Topkapı Sarayı’nda geçen bir anlatıya ve İstanbul’un kuruluşunda cinlerin payının olduğu bir efsaneye yer verdi;
“Topkapı Sarayı’nın Harem kısmındaki Altın Yol’un sonunda, ‘Baş Kadın, Baş Haseki’ dairesiyle ‘Kadınlar, Haseki’ dairesini geçtikten sonra sola doğru kıvrılan koridorun adı ‘Cinlerin Meşveret Yeri’dir. ‘Kafes’ denilen ve bir dönem veliaht şehzade ile diğer şehzadelerin ‘kafes hayatı’ sürdükleri ‘Şehzadeler Dairesi’ denilen yere çıkar.
Reşad Ekrem Koçu’nun aktardığına göre burası, Saray ve Harem-i Hümayun halkının arasındaki inanışlarda, her gece cinlerin toplanıp sohbet ettikleri, yapacakları işleri kararlaştırdıkları bir yermiş. Bu nedenle gece buradan geçenin çarpılacağı söylenirmiş. Harem kısmına yahut Şehzadeler Dairesi’ne fazla yaklaşılmaması için alınan tedbirlerin zamanla böyle bir inanışa mı dönüştüğünü yahut başka bir sebebi olup olmadığını Koçu yazmıyor.
Fatih’teki Molla Zeyrek Camii’nin park haline getirilmiş arazisi de ‘cinlerle’ ilişkili modern söylencelere konu olmuş. Bu parka bakan sokakta eskiden bir ahır, ahırın içinde de ahalinin korktuğu bir kuyu ve mahzen bulunduğu rivayet ediliyor. Hayvanını bağlayanların akşamları buraya sokulamadığı, halen geceleri (ahır yıkıldığı halde) çığlık seslerinin geldiği anlatılıyor. Kuyuya düşen olmasın diye yapılan bir ikaz zamanla folklor mahiyeti mi kazandı, meçhul.”
Saim Sakaoğlu’nun ‘101 Anadolu Efsanesi’ adlı derlemesinde İstanbul’un kuruluşuyla ilgili bir efsane
“Buna göre; insanlardan önce yeryüzünde cinler yaşarken, cinlerden birinin oğlu başka bir cinin kızına âşık olarak talip olmuş. Kızın babası oğlana dünyanın en güzel yerinde bir saray yaptırabilirse kızıyla evlenebileceğini söyleyince, oğlanın babası dünyayı dolaşmaya başlamış. Birçok yeri gördükten sonra bugünkü İstanbul’un bulunduğu bölgenin dünyadaki en güzel yer olduğunu anlayınca sarayı buraya yaptırmış. Kızın babası hem sarayı hem de sarayın yerini beğenmiş ve kızının evlenmesine müsaade etmiş. İstanbul’un kuruluşu böylece ta cinlerin hüküm sürdüğü döneme dayanıyormuş.
İnsanlardan önce dünyada hüküm süren cinlere dair bir diğer efsaneye de, 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Firdevsî-i Rûmî veya Firdevsî-i Tavîl adlarıyla da tanınan Uzun Firdevsi adlı Osmanlı müellifinin kaleme aldığı Davetname adındaki meşhur eserde rastlarız. Temel olarak ‘ilm-i nücûm’ yani yıldız ilmini (bir nevi astroloji) ve cinleri çağırma yani ‘davet etme’yi konu alan eser, Hicri 893 (1488) yılında Balıkesir’de ‘Şemsü’l-ma’arif’s-sağir’, ‘Mushafü’l-kevâkib’, ‘Dakâyıku’l hakâyık’ gibi Arapça, Farsça çeşitli davetname ve ilm-i havvas eserlerinden faydalanılarak devrin Osmanlı Sultanı II. Bayezid’e takdim edilmek üzere kaleme alınmıştır.
Davetname’de, insan yaratılmadan önce insana benzeyen ama başından ayağına kadar dört bin adet insan yüzü bulunan Şahratü’n-nâr’ın ateş ve havadan yaratıldığı, kendisine 900 bin yıl ömür verildiği yazmaktadır. Bu rivayete göre Şahratü’n- nâr yalnızlıktan sıkıldığını söyleyip Allah’a dua edince bir de dişi Şahratü’n-nâr yaratılır, cinler bu ikisinden doğar. Zaman geçtikçe çoğalıp dünyaya yayılan cinler anne ve babalarının ölümlerinin ardından dünyayı fesada boğmaya başlayınca, Allah, melekler göndererek ‘sahra kavmi’ (çöl kavmi) denilen cinleri helak eder. Geriye yine biri erkek biri kadın iki cin kalır fakat sayıları yeniden artmaya başlayınca, hükmedebilmek için başlarına birer melek tayin eder. Yine bu eserde insanların Şahratü’n-nâr’ın suretini tılsım olarak üzerlerinde taşıdığı yazılmaktadır.
Kitab El-buhrandan cin tasviri
Salt tarihi değil, yaşadığı dönemin ve gezdiği yerlerin folklorunu, kültürünü, efsanelerini de o eşsiz kalemiyle aktaran Evliya Çelebi, meşhur Seyahatname’sinde 1600’lerin İstanbul’undan cin anlatılarına da yer verir. Hasköy’den bahsederken değindiği şu macerasında olduğu gibi (sadeleştirilmiş Türkçesiyle):
“Hakirin aşk âleminde olduğum bir cumaertesi gecesi buradaki (Hasköy) Yahudi Mezarlığı içinde ‘Gel taliim gel’ diye seslendim. Gulyabani bir dev belirdi. Korkumdan ‘Ya Hafîz’ ismiyle kaçıp bu İne Ayazma içinde o gece gizlenip bî-hûş olduğum maceram, inşaallah yerinde yazılır ki, yaratılmış bir kimsenin başına gelmemiştir.”2
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1911’de yazdığı, 1914’te yayımlanan Gulyabani romanındaki gulyabani tasviri de dev yapılıdır. Evliya Çelebi, bunun dışında Tophane semtini anlatırken de bir manastırın mahzenine kapatılan cinler, cadılar, gulyabanilerle ilgili kadim bir tılsımın rivayetini şu sözlerle aktarır (sadeleştirilmiş Türkçesiyle):
“Tophane şehri: Hıristiyanlar zamanında bir ormanlık içinde İskender-i Rumi’nin bir manastırı var idi. Bugün Cihangir Camii, o kilisenin yerine yapılmıştır. Kefereler onu yılda bir kere, ‘Aya Aleksandıra’ diye ziyaret ederlerdi. İskender-i Zülkarneyn ne zaman Yecüc seddini yapıp birkaç gulyabani, birkaç adet iri beyaz devleri, Çerkez vilayetinde olan Elburz Dağı’ndaki sihirbaz oburları, Abaza diyarında olan Sadşe dağlarındaki sihirbaz avratları, bu anılan ülkelerden Kostantiniyye şehrine getirerek bu Tophane’de büyük bir çukur içinde el ve ayaklarını sağlam hurma lifi ile bağlayıp hapsetmişti. Allah’ın izniyle tılsım ipler kuvvetiyle hareket edemezlerdi.
Yılda bir kere Cihangir’de olan Aleksandıra Kilisesi’nin ziyaretine gelenler bu Tophane’deki gulyabanileri, devleri, sihirbazları ve sihirci kadınları seyrederlerdi. Kış günlerinden erbain ve zemheri olunca İskender’in izniyle bu sihirbazlar tılsımla yapılmış bakır gemilere binip yelkensiz deniz üzerinde şimşek gibi hareket ederek Akdeniz’de ve Karadeniz’de gezip Makedona yani Kostantin kentini korurlar ve kırk günden sonra yine Tophane’ye gelip gemilerini limanda bağlayarak sihirbazlar hapsolurdu.
İskender dağları deldirip Karadeniz Boğazı’nı açtırırdı. Devler ve gulyabaniler orada suya batıp sihirbazların hepsi öldü ve bakır gemileri Tophane Limanı’nda kaldı. Ta Muaviye oğlu Yezid, İstanbul’u fethettiğinde [kuşattığında] bakır gemilerin parçalarından Müslüman gaziler bulup yağma etmişlerdi, söylentiyle sabittir.”3
Yazının tamamını okumak için TIKLAYIN