- Tülin Daloğlu
Lefkoşa-KKTC
Kıbrıs Rum yönetimi, İsrail ile hidrokarbon sahalarında işbirliği yoluna gitmese Kıbrıs meselesi benim için bitmişti. Ama hidrokarbonun adının çıkması ile kendimi yeniden adada buldum.
Malum, hidrokarbon demek petrol ve doğalgaz demek, o da ilk etapta bol para, ve dolayısı ile de uluslararası güçlerin ve dev petrol ve doğalgaz şirketlerinin pastada kendilerine pay çıkartabilmek için yeni bir rekabet sahası yakalamaları demek. Peki, Kıbrıs’ta, Türk ve Rum tarafı arasında 1963’ten bu yana süregelen anlaşmazlık devam ederken, Rumlar ile bu konuda yapılan anlaşmalar, Türk tarafının zaten bertaraf olan haklarının katmerlenerek bir kere daha hiçe sayılmasına yol açmayacak mı?
Maluma cevap vermeye gerek yok sanırım. Önemli olan, Doğu Akdeniz’de hidrokarbon sahalarının varlığı Kıbrıs müzakerelerine yeniden bir önem atfetmiştir ve uzlaşı yolundaki tıkanıklığı aşmak için – uygulanması zor da olsa - Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun somut bir önerisinin olmasıdır. Bu önerinin gerekçesini belirginleştirmek için Eroğlu bir kez daha Rum tarafının değişmez avantajlarına dikkat çekti sohbetimizde. “Uluslararası kamuoyunun, Rum tarafını, adanın tamamının temsilcisiymiş gibi tanıdığını” vurgulayan Eroğlu, “bunun da üstüne Rumların bütün hakkaniyet ve vicdani istişareleri lağvederek AB üyesi olmasını ve şu anda da dönem başkanlığı görevini yürüttüklerini” hatırlattı . Ve sordu: Terazide böylesi ağır basan bir tarafın uzlaşmaya niye ihtiyacı vardır?!
Yok tabii. Ama Rum yönetimi, Türkiye ve KKTC’yi “çözümsüzlük taraftarı” diye dünyaya kabul ettirmiş bir kez. Bunda, Türk diplomasisinin de hatalarını görmezden gelmemek lazım. Mesela, toplumsal ihtilafların çözümü üzerine çalışmalar yapan dünyaca ünlü psikiyatrist ve psikanalist, Kıbrıslı Türk Prof. Vamık Volkan, Türkiye’nin, 1963 ve 1974 yılları arasında yaşananlar yüzünden vaktinde ciddi bir kampanya yürütebileceğini ve tazminat isteyebileceğini söylerken, sessizliği tercih ettiğini belirtti. “Birincisi; Türkiye, AB’ye girmeyi çok arzu ediyordu. Onun için ses çıkarmadı” dedi Volkan. “İkincisi; milli heyecan içinde Güney, Kuzey Kıbrıs’ı tanımadığı için, onlardan para istemediler. AB’ye gidip de ayıp demediler.”
Bugün de Kıbrıslı Rumlar sanki iki toplum arasındaki mesele 1974’te Türkiye’nin müdahalesi ile başladı, gibi bir iddiayı neredeyse uluslararası kamuoyuna benimsetme eşiğindeler. Ama Rumların, Kıbrıs meselesinin başlangıcını neden 1963 değil de 1974 olarak aldıklarını ve Türkiye’nin de bu uluslararası jargona karşı duramayışı karşısında bugün nerede ve nasıl olası çıkarlarından feragat etmek zorunda kalabileceğini görmek lazım. Tabii bu örneğin sadece kaçan fırsatlardan, yapılan hatalardan biri olduğunu bilerek.
Velhasıl, lafı daha fazla uzatmadan Eroğlu’nun üç aşamalı önerisine gelelim. KKTC Cumhurbaşkanı’na göre Kıbrıs’ta bir 44 yıl daha müzakerelerin sürüncemede kalması istenmiyorsa uluslararası toplumun yapması gerekenler şunlar:
1- AB, Kıbrıslı Türklere uygulanan tüm ambargoları kaldırsın.
2- BM Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 nolu kararları tartışmaya açılsın.
3- BM Barış Gücü’nün adadaki varlığına son verilsin.
AB’nin işleyişi uyarınca her kararın oybirliği ile çıkması gerektiğini anımsatan KKTC Cumhurbaşkanı, yine de istenirse böylesi yanlış bir kararın düzeltilebileceğine inandığını anlattı. Ama ötesinde teklifini daha da detaylandırdı:
“Rumları bir anlaşmaya zorlamak için BM Barış Gücünün varlığını buradan kaldırmak gerekir. Buradaki varlıklarının güvenlik anlamında herhangi bir katkısı bulunmamaktadır. Adadan gittikleri zaman da burada sıcak bir çatışma çıkmaz. O dönem kalkmıştır. Zaten Türk askeri varlığı devam ediyor.
Barış gücünün görev süresi altı ayda bir uzatılıyor. Bu son uzatılmadır, deyip bir karara varmak lazım. Barış gücünün varlığı sadece Rumlara, BM iyi niyet misyonunun devam edeceği yönünde garanti sağlıyor. Bütün mesele Türk tarafını müzakere masasında tutmaktır. Müzakere masasında tutarken de bir anlaşma hevesinde olmadıkları kesin. Statüko devam ediyor.”
Eroğlu, BM’nin, KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasının önündeki engeli kaldırabileceğine de inanıyor:
“Rum tarafı diyor ki BM’nin 541 ve 550 sayılı kararları durduğu sürece dünya KKTC’yi tanımayacak. O halde, BM bu kararları tartışmaya açmalı. Bunların tartışılması bile Rumların, ya bu demek ki KKTC’nin tanınması önündeki engeller ağır ağır kalkıyor, demesine yol açar. Bir de izolasyonlar kalkarsa, işte o zaman Rum tarafı bizimle masaya adam gibi oturup bir anlaşma yapma noktasına gelebilir. Aksi takdirde hiçbir zaman gelmeyecektir.”
Teklifi ilginç bulsam da Eroğlu ile Lefkoşa’da Cumhurbaşkanlığı konutunda yaptığımız sohbette de söyledim, bundan yol alınması kuşkulu. Nedeni de açık. Türk tarafı, taşları yerinden oynatacak böylesi bir teklife uluslararası kamuoyu nezdinde farkındalık yaratacak inanca ve kudrete sahip değil. Arada geçen onca yıl içerisinde birçok büyük hata da yapıldığı için Türk tarafı kendisini dövmeyi ve yoğun eleştirmeyi seçti bu olaylar karşısında. Rumların veya uluslararası camianın hataları bu bağlamda daha az irdelendi. Daha da kritik önemde olanı, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin böyle bir teklifi değerlendirebilmesi için kendi çıkarlarına da böylesi bir çözüm hamlesinden sağlam bir pay düşmesi gerekliliği. O da yok, aksi var. Eroğlu da bunu açıkça söylüyor zaten.
“Ben aslında Amerika’nın, İngiltere’nin veya İsrail’in yüzde 100 anlaşma istediğinden emin değilim,” dedi Eroğlu. “ABD ile İngiltere’nin, Kıbrıs’taki menfaatleri ile Rusya’nın menfaatleri çatışmaktadır. Şimdi Rumlar, İngiliz üslerine problem çıkarmaya çalışıyorlar. Ama İngiltere hükümeti buna cevap bile vermiyor çünkü İngilizler, o üsler ile Ortadoğu’dan taa Afganistan’a, Orta Asya’ya kadar istihbarat topluyor. Ortalıkta olan her şey devletlerin menfaatleri gereğidir.”
KKTC Dışişleri Bakanı Hüseyin Özgürgün de aynı kanaatte:
''İngiltere, Amerika öyle düşünüyor da Rusya farklı düşünüyor değil. Rusya da tamamen aynı. O da bugünkü durumun aynen devam etmesini istiyor. İkinci Dünya Savaşı’nın galibi BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi güçler Kıbrıs’taki durumdan memnunlar. Dolayısı ile onlar memnun olduğu için burada adım atmak mümkün değil. Bize laf arasında Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar, Almanlar söylediler. Diyorlar ki, sizin Türkiye’niz var boş verin. Rumların da AB’si var. Biz onları da koruyoruz. Dolayısı ile nedir istediğiniz, diye bize off-the-record söyledikleri var. Gerek yok artık bu çözüm arayışına, diyorlar.''
Özetle, Kıbrıs meselesinin masa üzerinde sulh yolu ile çözümü, ümitsiz bir kavşakta seyretmekte. Ama BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Alexander Downer, geçen perşembe günü adada, Kıbrıslı Türk ve Rum liderlerle güven artırıcı çalışmalar yapmak üzere bir araya geldi. Adadan ayrılmadan da tarafları uluslararası bir konferansa zorlamayacaklarını ve zaten zeminin şu an böyle bir konferansa hazır olmadığını söyledi.
“Sayın Downer, Türk tarafının tutumu ile görüşmeler kesilmiştir,” diyor Özgürgün.
KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ise daha net:
“Downer; zaman zaman 'Rumlar, Annan planını reddetmiştir. Türkler kabul etmiştir. Demek ki Türk tarafı, Annan planından daha fazla şeyler vermeli ki Rum tarafına, Rumlar da bunu kendi halkına satabilsin' gibilerden bizden beklenti içine giriyor. Rum’a böyle yaklaştığınız zaman Rum’un bizle anlaşma isteği ortadan kalkar, beklentisi büyük olur.”
Eroğlu liderliğindeki Kıbrıs Türk tarafının, bu süreç içinde kendi taraflarında gördükleri hatalar da var. Mesela, KKTC Dışişleri Bakanı Özgürgün, 2008 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, hiç ön şart olmaksızın Rum tarafı ile doğrudan müzakerelere başlamasını kabul edilemez buluyor:
“Kıbrıslı Türklerin, Annan planını kabul ettiğini kullanarak izolasyonların kaldırılmasını zorlamak yerine kalkıp yeniden görüşmelere başlamak hem tansiyonu düşürdü, hem olayın seyrini değiştirdi. Çünkü Rum tarafına ciddi bir tepki vardı. Dünya kamuoyu ilk defa Kıbrıslı Türklerin mağduriyeti ile karşı karşıya kalmıştı. Ama 2008 yılında, maalesef, önkoşulsuz görüşmelere oturarak bu fırsatı kaçırdık. [Buna rağmen] Sayın Talat bunu yaptı diye dünyanın Annan planındaki somut gerçeği görmemesi de gerekmezdi.”
KKTC Cumhurbaşkanlığı eski müsteşarlarından Ergün Ongun ise mevcut koşulun sürdürülemeyecek olmasının nedenlerinden birini de hidrokarbon meselesine bağlıyor. Ongun, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni – iki toplum esasında kuran - 1960 anlaşmasına vurgu yaptı sohbetimizde:
“1960 anlaşmasını taraflar arası bir evlilik olarak kabul edelim. Onun çerçevesinde bir işbirliğine başladılar. 1963 yılında bu çalışmadı. Ve 1983 yılında Kıbrıs Türk tarafı ayrılalım dedi. Rum tarafı ne dedi? Hayır, ben bunu kabul etmiyorum, dedi. Ayrılmamayı kabul etti. 1983’ü reddettiğine göre ve ayrıca 2004 yılında (Rumlar, Annan planına yüzde 76 hayır dediklerine göre) yeni bir evlilik kurmayı da reddettiler. Peki hem ayrılmayı reddediyorsun, hem yeniden bir arada yaşamayı reddediyorsun. Bu iki ret neticesinde Kıbrıs Türk halkının 1960’da elde ettiği haklarından mahrum olduğu anlamına gelmez. Ortada, bu evlilikten kaynaklanan varlıklar ortaya çıkmıştır. Paylaşımı nasıl yapacağımızı kararlaştırmamız gerekiyor.”
İşin püf noktası da burada düğümleniyor zaten...
Neticede, Kıbrıs müzakereleri sonlanmadan ortaya çıkan hidrokarbon sahalarındaki çalışmalar bölgede tansiyonu artırmış ve Türkiye’nin bu meseleyi öncelikli olarak gündemine alması gereği doğmuş gibi görünüyor. Zira KKTC Dışişleri Bakanı Hüseyin Özgürgün’ün ifadesiyle “Türkler anlaşma istemiyor, Rumlar anlaşma istiyorun çok ötesinde Kıbrıs meselesi...”